- 1357 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (19*1)
BEŞİNCİ BÖLÜM
1. NATO’YA TAYİN
Genellikle, Kurmay olan subayların iki arzusu, düşüncesi oluyordu, Birincisi general olmak, ikincisi ise dış görevlere tayin olmak. Alb. olmuştum ama general olmak için daha altı sene gibi bir süre vardı. Kd.li Alb.lığın sonunda muhtemelen bu imkana kavuşuyorduk. Benim, ise maksat ve düşüncem, öncelikle, dış göreve tayin olmaktı.
Halide ablanın övey kızı Bahçeli evlerde oturuyordu. Kocası Fikret bey JUSMMAT da tercümandı. Halide abla ve Nurettin enişte, Emellere geldiklerinde bize muhakkak uğrarlardı. Halide ablanın hikayesini birinci kitapta uzun, uzun anlatmıştım. Nurettin enişte de, kendisi de bizi sever, biz de onları severdik. Bize, bilhassa eşime her zaman destek olmuşlardı. Halide abla konuşkandı, herkesle çabuk ahbap olurdu. Enişte ise konuşma yönünden onun tam tersiydi. Bize geldikleri zamanlar, Halide ablanın konuşmalarını teybe alırdım (Zaman içinde bantlar plastik olduğu için bozulmuştu ya!) Konu hariç tayinlere gelince, ‘’imkanı yok seni göndermezler’’derdi. Buna nereden hükmederdi, niye böyle söylerdi anlayamazdım. Çünkü subay arkadaşlardan hiç tanıdığı yoktu. Belki de damadı söylüyordu. Aslında , onun sözleri üzerinde fazla durmazdım.
1974 yılına gelindiğinde, dış görevlere gidecekler mevzuubahis olmaya başladı. Genellikle kurmay subaylar gönderiliyordu. Nadir de olsa diğer subaylardan seçilenler de vardı. Bizim şubeden benimle, Erkan Bnb.nın sözü ediliyordu.
Bir gün, evrak imzalatmak için Şahinkaya Paşanın odasına gittiğimde, baktım kıs, kıs gülüyordu. ‘‘Hayrola paşam’’ dediğimde, ‘‘Haydi, haydi, hayırlı olsun, Gen.Kurmay’a senin ismini de bildirdik ‘‘ dedi. ve ilave etti. ‘‘Bu konuda Hava K,K.lığının görüşü önemli, Gen.Kur. Bşk.lığı fazla bir değişiklik yapmaz,’’.. Sevinmiştim. İçimi bir sevinç dalgası kaplamıştı. Hemen eşime müjde vermek, sevincimi paylaşmak istiyordum. Bilhassa ekonomik yönden bize büyük bir avantaj sağlayacaktı. Ama yine de, Gen.Kur. dan onay çıkmadan tevatür etmek uygun olmayacaktı. Dolayısıyla, eşimden başka bir kimseye söylememeye karar vermiştim, Bekleyecektim.
Temmuzun ilk haftasında, Gen.Kur. Bşk.lığının onayladığı liste çıkmıştı. Liste çıkmasına çıkmıştı ama benim ismimin karşısında Moskova vardı. Sanki başımdan kaynar sular döküldü. Akabinde Şahinkaya Paşanın odasına koştum. ‘’Paşam liste çıktı ama ismimin karşısında Moskova yazıyor, ben Rusça bilmem ki, İngilizce biliyorum’’diye yakındım. Kendisi de hayret etti. ‘’Ben telefon eder, düzelttiririm, sen hiç merak etme’’ diyerek söz verdi. Bu sözden sonra biraz da olsa rahat etmiştim. Zaten aynı gün listede düzeltme yaptıklarına dair Şahinkaya Paşa’ya telefon gelmişti. Yeni tayin yerim, NATO, Güney Avrupa müttefik Kuvvetleri Komutanlığı- Napoli diye değiştirilmişti. Listeye göre Havacılar içinde, generalden sonra en kıdemli subay bendim.
Öğle yemeği için eve gittiğimde, eşime liste onaylandı müjdesini verdim. Çok sevinmekle beraber, ‘‘çocuklarım! , iki sene onlarsız nasıl yaşayacağım?’’ dedi. Ben se ‘‘Gülcan gelemez ama Noyan’ı da alır, Gülşen gelebilir, onunla bu konuyu konuşuruz’’deyince, biraz rahatladı.
İlk kullanacağımız eşyaları Napoli’ye’ göndermek üzere bir organize yapmam gerekiyordu. Karargâhtan gidecek olan diğer arkadaşlarla buluştuk, Bu konuda, daha önce Napoli’ye gidip-gelen arkadaşlarla da danışmak suretiyle, Ankara Maltepe semtinde bulunan bir nakliyat firmasına gittik ki Firmanın müdürü de emekli bir Albaydı. Bize gereken her türlü kolaylığı göstereceğini ifade edince onunla anlaştık.
Eve dönünce eşimle, eşyalar konusunu görüşmeye başladık. Westinghouse buz dolabı ile, elektrik süpürgesini ablama verecektik. Kayaçta oturan baldız Çiğdeme çamaşır makinesini, diğer ıvır zıvır’ı da temizliğe gelen kadına teslim edecektik.. Mühim olan halılardı. Onun gibi eşyaları da nakliye firmasıyla Napoli’ye gönderecektik. Eşya işini ayarladıktan sonra, Yasemini, İstanbul’a, kızı Gülşene gönderdim.
Bizim şubeden gidip, bu sene dönecek olan Gökçe Yzb.yı telefonla aradım. Kullanmakta olduğu mavi renkteki Woswogen’e talip olduğumu söyledim. Arabayı biliyordum Çünkü Konferans için Napoli’ye gittiğimde, eksik olmasınlar, beni yalnız bırakmamışlar, evlerinde misafir etmişlerdi. Oraya gittiğimde ödemek kaydıyla 900 dolara anlaşmıştık. Ayrıca Sınıf arkadaşım Ahmet Çörekçi’.yi. de aramak suretiyle, çıkacağı eve talip olduğumu söylemiştim.
A. KIBRIS HAREKÂTI
Bu sıralarda, Kıbrıs’tan kötü haberler gelmeye başlamıştı. Lojistik plan şube müdürlüğünü temsilen, Gen.Kur. yer altı karargahına gönderilmiştim.. Üst rütbeli subay ve generaller dahil herkes artık burada çalışmaya başlamıştık. Burası en üst seviye harekât merkeziydi. Eşimi de İstanbul’a gönderdiğim için devamlı burada kalıyordum. Şu sıralar en önemli görev İstihbarattı. Keşif uçakları Kıbrıs üzerinde uçmaya başlamışlardı. Artık görev yaptığımız yer, Kara, Deniz, Hava, harekât merkeziydi. En üst seviyede, her türlü asker’i harekât kararları burada alınıyor, ast birliklere buradan emirler gönderiliyordu. Buradan, politik ve askeri olayları takip etmek de mümkün oluyordu.
Atina’daki cunta hükümetinin teşvikiyle, Baş Piskopos Makarios’a darbe yapılmış, Kıbrıs’ta, Samptson iktidarı ele geçirmişti. Maksatları, 1960 Zürich antlaşmasını rafa kaldırmak, Türk tarafının hükümet etme ortaklığını tanımamak, etnik temizlik yapmak suretiyle de, Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak etmekti. Bunun üzerine Türk Bakanlar kurulu olağanüstü toplantıya çağırılmıştı.
Türkiye, BM., İngiltere, NATO, ABD, de hareketlilik başlamıştı. Çözüm arayışlarına girişilmişti. Garantör devletlerden olan İngiltere çekimser kalınca, Başbakan Ecevit Londra’ya gitti ama aradığı desteği bulamadı.
19 temmuzda, Türk donanması, Gen Kur’un emriyle Mersinden Kıbrıs’a doğru harekete geçti. Bu arada Türk keşif uçakları da Kıbrıs üzerinde keşiflerine devam ediyorlardı. 20 Temmuzda Türk çıkarma gemileri, saat 0830 da Adada küçük bir koya çıkarma yapmaya başlamışlardı. Ayrıca Kayseriden kalkan İndirme tugayının ve Diyarbakır’ dan kalkan jetlerin desteğiyle bazı mevziler ele geçirilmişti. 21 Temmuzda, BM (Birleşmiş Milletler) örgütü ateşkes istedi ama Türk Hükümeti bu isteğe bir sonraki gün uydu. TBMM toplanarak TSK. erini başarısından dolayı tebrik etti.
Türk Çıkarma ve İndirme Tugayı ilerleme kaydedip, hükümet de ateşkese uyduktan sonra yine politik ve siyasi görüşmeler devreye girdi.
8 Ağustosta, Dışişleri Bakanlığından gönderilen , kırmızı, diplomatik pasaportlar elimize geçmişti. O sırada masama uğrayan Şahinkaya paşa’ya pasaportları göstererek ‘ ‘ ne zaman gitmemize müsaade edeceğini’’ sordum. Bana ters, ters bakarak ‘’Eğer bu işler bitmeden gitmek istersen sana olumsuz sicil veririm, general olamazsın’’ diyerek çekip gitti. Herhalde uygunsuz bir zamanda konuşmuştum.. Bundan sonra sesimi çıkarmamaya karar verdim. Ama bir gün sonra Gen.Kur.dan ‘‘Dış göreve tayin olanlar gönderilecek’ şeklinde emir çıkınca, Bu defa Şahinkaya paşa bizzat gelerek, ‘ ‘Şube müdürünüz Hikmet Alb.ya telefon ettim, senin yerine birini gönderecek, sen gidebilirsin’’ diyerek gönlümü aldı. Gen.Kur. direktif yazısının ekinde nereden, ne zaman, ne ile gideceğimiz belirtilmişti .Diğer arkadaşlarla beraber, Yeşilköy’den uçağa binecektik ama, hazırlık yapmamız için daha on günlük zaman bırakılmıştı.
B. YENİ. EVİMİZ
Ben de böylece İstanbul’a hareket ettim. Eşim zaten oradaydı. Gülşenlere vardıktan sonra, eşimle konuşurken, ‘’Kadıköy’de bir ev alalım, tam zamanı’’ dedim. Yapı Kredi ve Ordu yardımlaşmadan kredi alacaktık. Kendisi de Gülşen de sevinmişler, memnun kalmışlardı. Hemen Halide ablalara gittik. Onlar da Selami çeşme semtinde otuyorlardı. Onun kulağı delikti. Nitekim kendi evlerine yakın Fener yolu istasyonuna 150 m.de satılık bir evin olduğunu söyledi. Beraber oraya kadar gittik. İnşaatın Müteahhidi Mehmet beyle görüştük. Durumu anlattık, anlayış gösterdi. 125 bin liraya el sıkıştık. O sıralarda, Bağdat caddesinde bir ev satın almak istediğinizde, 300.000 lirayı gözden çıkarmak gerekiyordu. Yine o sıralarda, Kartaldaki evimize bir müşteri çıkmıştı, Ahmet Bey o civardaki fabrikalarda çalışan bir işçiydi, Evin değerini vermemiş, üstelik bir de taksit yapmamı istemişti. Ben de mecburen kabul etmiştim. (Aradan seneler geçecek, Kartal çimento fabrikası kalkacak, oradaki evlerin değeri astronomik rakamlara ulaşacaktı) Evi satın aldığım Müteahhit Mehmet beyin de bir teklifi vardı. Oğlu evlenecekti. Evi iki sene için kiraya vermemizi istiyordu. Biz İtalya’dan dönünceye kadar, bizim evde oturacaklar, biz gelmeden bir ay önce çıkacaklardı.. Aylık kirayı da borçtan düşecekti. Bizim de işimize gelmişti. Tapuyu aldıktan sonra evi Mehmet beye emanet etmiştik.
Biz daha İstanbul dayken, 14 Ağustosta ikinci Kıbrıs harekâtı başlamıştı. İç gün süren bu harekâtla, kolaylıkla, istenilen hedeflere ulaşılmıştı. EOKA nın başlattığı terör olayları son bulmuş, Yunanistan’da Cunta Hükümeti devrilmiş, Karamanlis Hükümeti başa geçmişti. Türkiye’nin bu harekâtı ile Yunanistan tekrar Demokrasiye geçmişti. Yunanistan, bu harekâta müdahale edemediğine göre, barış görüşmeleri, toplumlar arasında yapılacak müzakerelere kalmıştı.
C. İTALYA YOLCULUĞU
20 Ağustosta Yeşilköy’den hareket edecektik. Bir gün önce Halide ablalar, Gülcan ve Yaseminin kız kardeşi Fundalarla vedalaştık. Bacanak Demiryolcu olduğundan rahatlıkla İtalya’ya gelebileceklerdi. Sabahleyin de Suat hanım, Gülşen ve Novan ile vedalaştık. Damat yine denizde görevdeydi. Gülşen İtalya’ya geleceğini söylüyordu. Torun arkamızdan, her zaman olduğu gibi ağlamaya başladı. THY. Otobüsü ile Yeşilköy Dış hatlar terminaline ulaştık Ankara’dan uçakla gelenler, İstanbul’dan gelenlerle birlikte, Karacılar, Denizciler, Havacılar, eşleri, çocukları derken, bir uçağı dolduracak kalabalıkta idik.
Karacıların başında Kemal Alb., Denizcilerin başında İlhan Alb. Ben de Havacıların kıdemlisi oluyordum. Arkadaşlar ve eşleriyle şöylece ayaküstü tanıştıktan sonra, THY. Uçağına bindik. Hosteslere Kaptan pilotun kim olduğunu sordum. ‘’Turan Tokel’’ diye cevap verdiler. Turan Tokel benim devre arkadaşımdı. Beş arkadaş, avantajlı gördükleri için, daha yüzbaşı iken istifa etmişler, THY’ne katılmışlardı. Pilot kabinine giderek, bir iki dakika görüşüp merhabalaştıktan sonra gelip yerime oturdum. . Bunu gören hostesler, Roma meydanına varırcıya kadar, bize fazlasıyla izzet ve ikramda bulunmuşlardı. Arkadaşların çoğu gibi, eşleri de muhtemelen ilk defa uçağa biniyorlardı. Daha ziyade Kadınlar. Tedirgin görünüyorlardı. Hakları da yok değildi. Genellikle ilk defa uçağa binenler bu halet-i ruhuyeyi yaşardı. Zaman olarak, iki, iki buçuk saat içinde Roma meydanına ulaşmıştık.
Bizi, Dış hatlar Terminalinden, İç Hatlar Terminaline yönlendirdiler. Napoli’ye gitmek üzere, j-9 tipi bir jet yolcu uçağına bindirdiler. Uçak havalanır, havalanmaz, ekzosundan siyah dumanlar çıkarmaya başladı., Kadınlar, bu durumu görünce, korkudan, feryat-figan bağırarak eşime ‘‘Bizi kurtar abla’’ demeye başladılar. Eşim cesur ve vakur bir kadındı. ‘‘Hanımlar, korkmayın, bir tehlike yok, yerinize oturun’’ diyerek onları teskine çalışıyordu. Zaten, Roma - Napoli arası 20 dakika gibi kısa bir zaman sürmüştü. Capitocino Meydanına indiğimizde, herkes derin bir nefes almıştı.
2. NATO’DA - BİRİNCİ SENE
A. NAPOLİ’ DE YAŞAM
Generaller dahil, iki seneyi doldurup ta, Türkiye’ye dönecek arkadaşlardan bir kaçı, bizi karşılamaya gelmişlerdi. Hv. Tuğg, Abidin Ata gündüz’ü Karargahtan tanıyordum. Eşi Ümüldan hanımı da böylece tanımış olmuştum. Eşimi de onlara tanıttım
Abidin paşa ‘‘Ev buldun mu ?’’diye sordu. (Ahmet Çörekçi, ev işi olmadı diye bana malumat vermişti ) ‘‘Hayır paşam’’ diye cevap verdim. ‘’Sen kıdemli olduğuna göre, salonlu bir ev tutman gerekiyor, Biliyorsun, burada, toplantılar, davetler olur. Türkiye’den konferanslar için görevliler gelir, bu sebeple salonlu bir ev bulman lazım.. Şimdilik, Post’a (Karargâh) yakın bir otel var. Gökçe Bnb. seni götürsün, ev buluncaya kadar, OTEL’DE bir oda tutarsın’’ diye ilave etti.
Diğer arkadaşların çoğu ev bulmuştu. Bulamayanlar için salonlu ev tutmak mecburiyeti yoktu. Salonsuz ev bulmanın ise daha kolay olduğunu söylüyorlardı.. Gökçe Bnb. bizi otel’e götürdü, Zaten, bana sattığı arabayla gelmişti. Otele geldikten sonra, parasını aldı, arabayı bıraktı. Hanımı da kendi arabalarını kullanmaktaydı. Bizi bıraktıktan sonra evlerine dönmüşlerdi
. Artık otel’e yerleşmiştik. Eşimi otelde bırakıyor, Karargâha arabayla gidip geliyordum. Allahtan ki Akademide okurken ehliyet almıştım. Onu göstermek suretiyle, İtalya’da geçer bir ehliyete sahip olmuştum. En çok Eşim için üzülüyordum, Her gelişimde, melûl-mahsun pencerede beni bekliyordu. Bütün arkadaşların, ayrıca, Amerikalıların kiralama ve kontrat yapma bölümünün, benim ev aradığımdan haberi vardı. Nihayet, 20 gün sonra, Abidin Paşa müjdeyi verdi. Amerikalıların kiralama bürosu benim için ev bulmuştu. Çünkü ev sahipleri kiralanacak evlerini bu büroya bildiriyorlardı. Bize de evi gördükten sonra, aynı büroya giderek kontratı imzalama işi kalıyordu. . Ev, bir site içinde, çoğu arkadaşların oturduğu, Caravacio semtinde idi. İkinci katta, mutfak ve yatak odalarının görüşü, sokağın karşısındaki yeşilliklere, salonun görüşü ise, Apartmanın önünde, geniş bir sahaya bakıyordu. Evi beğendiğimiz için, Amerikalıların ilgili bölümüne gitmek suretiyle 140.000 liret karşılığı, kontrat yapmış ve akabinde taşınmıştık. Karşı dairede de Bnb. Hüseyin saşmaz oturuyordu. Onların beş çocuğu vardı, ama tuttukları daire salonsuzdu. Şaşmazlar haklıydılar. Kalabalık oldukları için, salondan ziyade fazla odaya ihtiyaçları vardı. sokağın karşısındaki apartmanda pilot Bnb.. Doğan Perk, eşi ve kızı, sokağın daha aşağısında, pilot Bnb. Mahir Kütük, eşi ve kızı, oğlu oturuyordu. Daha yukarıya doğru arazi yükseliyordu. Buralarda ise Pilot Yb. Yüksel eşi Emel ve çocukları ile Pilot Bnb Vural Avar ve eşi Ütğm. Tuna oturuyorlardı.. Tuna da subaydı ama, maaş almamak kaydıyla izinli sayılıyordu. Diğer arkadaşlar da, nispeten karargaha oldukça yakın, sağda, solda ev bulmuşlardı. İtalya’da, Devlet, yaşlı insanlara maaş bağlıyordu. Bu sebeple, ailenin genç bireyleri, yaşlılarını yalnız bırakmıyor, hep beraber oturdukları için de evlerde oda adedi önem kazanıyordu. Dolayısıyla, evler yapılırken veya kiralanırken, salondan ziyade, oda adedinin çokluğuna önem veriliyordu..
Artık ailecek görüşmeye başlamıştık. Bazen geceleri, oturmaya gidip-geliyorduk, Bu toplantılarda konu, daha ziyade alışveriş oluyordu. Bu gün ne aldın, nereden alın, kaça aldın gibi sorgu, sualler. Bazen mobilya bakmak, etrafı tanımak, alışveriş yapmak için sözleşiyorduk. Şehrin içinde, alışveriş için sıkça gittiğimiz yukarı ve aşağı çarşı vardı. Her iki, tarafta da Upim ve Standa gibi çok katlı mağazalar mevcuttu.. Çarşı içine girdiğimizde, cadde kenarında, , ücretli park yerleri vardı... Türkiye’de ise, böyle bir adet yoktu. Bizde, İsteyen, istediği boş yere park yapma alışkanlığı vardı. Bu sebeple bizler de, hâlâ ara sokaklara park yapıyorduk. Ara sokaklarda park mafyası yeni, yeni türemeye başlamıştı. Her ne kadar zamanla, alışveriş için, çarşıya-pazara müstakil olarak gitmeye alıştık ise de Artık kendi, kendine yeter bir koloni oluşturmuştuk. Diğer ihtiyaçlar için eşimle, mesaiden sonra çıkıyorduk. Bu tip mal satan mağazalar da çok kalabalık oluyordu. Bilhassa İtalyanlar, tekerlekli arabaları leb-a leb dolduruyorlardı. Bazen bir alış-veriş arabası yetmiyor ikinci arabayı kullanıyorlardı. Biz de onlara bakarak sanki iki kişi değilmişiz gibi davranıyorduk. Ayrıca Karargâh’ta L- binası dediğimiz alışveriş dükkanları vardı. Burada dışarıya nazaran daha ucuza mal satılıyordu. Saatler, masa sandalye, temizlik aletleri vs.. Ayrıca İngiliz kantini denen bir yer vardı ki, her türlü bakkaliye- yiyecek malzemesi bulunuyordu. Sebze meyve satılan Pazar yeri ise evimize yakındı. Yalnız sabahtan öğleye kadar sürüyordu., Adetleri de, alış-veriş yapınca, maydanozu regale (Hediye) olarak vermekti. Senenin muayyen zamanlarında, Eşlerimiz, kermesler düzenliyordu. Aileler az, çok el işleri yaparak katkıda bulunuyor, Amerika’lı ve İtalyan’lara pazarlıyor, elde edilen gelir Türkiye’ye muhtaçlar için gönderiliyordu.. Ayrıca bir fon tesis edilmiş, her aileye, ayda 10.000 liret ödeme zorunluluğu getirilmişti. Bu gibi konularda, Ümüldan hanımla eşim iyi anlaşıyorlardı. Ümüldan hanım, her bakımdan eşime güveniyordu. Zaten koloni içinde eşimi sevmeyen, hürmet etmeyen kimse yoktu. Onu bir abla gibi seviyorlardı. Ayrıca 23 nisan gibi millî günlerimizde, çocuklar, piyesler hazırlıyor, sahneye koyuyorlardı. Gösterdikleri performans, bazen göz yaşlarımıza neden oluyordu. Mahir Bnb.nın kızı ve oğlu bu konu da izleyicilerden takdir topluyordu.
Devletimizi temsil eden bir de Napoli Baş konsolosluğu vardı. Sık, sık Kara, Deniz ve Hava Generalleriyle görüşüyorlar, Evlerine yemeğe davet ediyorlar, Türkiye’den gelen üst seviye bürokratları ve generalleri de dışarıda , gazinolarda ağırlıyorlardı. NATO da bulunan Türk Generalleri, misafirleri evlerinde ağırladıkları zamanlar, biz kıdemli subayları da davet ediyorlardı. Biz kıdemli subaylar da onları evlerimize davet ediyorduk.
Bir cumartesi akşamı, eşim ev ben evimizde böyle bir davet vermiştik. 25 kişi toplanmıştık. Sofranın hazırlamasına, genç hanımlar da eşime yardım etmişlerdi. Eşim çok güzel yemek yaptığı için, herkes, memnun kalmış, güle, oynaya güzel bir akşam geçirmiştik. Misafirler dağıldıktan sonra bulaşıkları, yeni aldığımız makineye yerleştirmiş ve çalıştırarak yorgunluk sebebiyle hemen yatmış ve uyumuştuk. .Sabahleyin kalktığımızda, mutfağı ve yatak odasının önünü su basmış halde bulduk. Neredeyse bulaşık suyu yatak odamıza kadar girecek durumdaydı. Allahtan Pazar günüydü, Ben de yardım etmek suretiyle, etrafı temizledik, bulaşıkları elde yıkadık, yorgunluk üstüne, yorgunluk yaşadık. Çok da üzüldük. pazartesi günü, servise telefon ettim, Neyse ki hemen bir usta gönderdiler. Meğer bir conta sebebiyle bu işler başımıza gelmişti. Bazen, hafta sonları, aileler, piknik yerinde buluşuyorduk. Piknik yaptığımız yer, Amerikalıların Türkler ve İtalyanlar için buldukları ve düzenledikleri bir yerdi. Tuvaletler, Ocak yerleri, musluklar, masa etrafında banklar, vs her imkânı bulunan, ağaçlıklı, yeşil bir saha idi. Ayrıca isteyen kendi piknik eşyalarını (Portatif masa, sandalye, su kabı, plastik tabak, çatal, bıçak, kaşık. Yemek için plastik taşıma kapları vs. gibi) .getirebiliyordu. Plastik tabak ve çatal ve kaşıkların oluşu, hanımların, bulaşık yıkanmak külfetinden kurtarıyordu. . Çünkü kullandıktan sonra çöpe atmak, işi kolaylaştırıyordu..
Bir ara, Amerikalıların, kendilerine özel piknik yerlerini de görme fırsatı bulmuştum. Vaktiyle, Türkler, İtalyanlar ve Yunanlılar da buradan istifade ediyor iken. , piknik yapanlar arasında, istenmeyen olaylar geçince, piknik yerlerini ayırmak zorunluluk olmuştu. Amerikalılara ait bu çok geniş sahada, her türlü sabit tesisler ve imkânlar vardı. Çimenlik golf sahalarına kadar her türlü spor sahaları yaratılmıştı.
Türk ve İtalyanlara ayrılmış olan piknik sahasından başka, değişik yerlerde de piknik yapma imkanı buluyorduk. Bilhassa, geldiğimizin ilk haftalarında, Abidin paşalar, biz, Bnb. Doğan Perk ve Bnb. mahir kütükler olmak üzere, Lego Patriya denen göl kenarına giderek piknik yapıyorduk. Burası hem ağaçlıklı, yeşil hem de göl kenarında idi. Göldeki balıklar, zaman, zaman sudan yükseklere fırlıyorlar, sonra tekrar suya dalıyorlardı. Böyle bir şeyi ilk defa görüyordum. Bu hususun, bu göle özel olduğunu söylüyorlardı. Bu göl kenarında çocuklar hayatlarından memnun, sere serpe oynuyorlardı. Bizler de hem temiz hava alıyor hem de birlikte piknik yapıp , dostlukları pekiştiriyorduk. Ayrıca büyük zevk duyuyorduk.. İkinci senelerini geçiren deneyimli arkadaşların gittiği değişik piknik yerleri de mevcuttu. Ama bu gibi yerler, tabii kırlardı ve her türlü imkânı, oraya gidenlerin yaratması gerekiyordu.
B. NATO GÖREVLERİ
NATO karargâhına, daha önceki tarihlerde, üç defa gelmiştim. Karargâh, Napoli’nin batısında, çok geniş bir sahayı kaplıyordu. Bu geniş sahada, Görevlilerin bulunduğu binalar hariç, büyüklü, küçüklü, değişik maksatlarla kullanılan pek çok bina vardı. Görevliler ne kadar çoksa, o kadar da arabaları mevcuttu. Temizlik işçine kadar, herkesin arabası vardı. Hem Fiat Marka cinco cento gibi küçük ve ucuz arabalar hem de pahalı büyük arabalar mevcuttu. Diğer taraftan benzin NATO görevlileri için indirimliydi. Dolayısıyla araba park yeri çok olduğu kadar,. Park yeri bulmak da o kadar zordu. Hele ilk aylarda park yeri bulup arabayı park etmek daha fazla zamanını alıyordu insanın.!
Bnb. Doğan Perk ki ikinci senesini geçiriyordu. Karargaha ilk geldiğim zaman, beni, önce, Abidin Paşanın yanına, sonra da İtalyan Generalinin odasına götürmüştü. Abidin Paşa biz Türklerin komutanı, İtalyan Generali de Lojistik Başkanıydı. Ben görev yönünden İtalyan generaline bağlıydım. Ayrıca benim bağlı olduğum loj. Şube müdürü Yunanlı bir albaydı. Doğan Perk beni, Onunla da tanıştırdı. Kadro durumuna göre benim en yakın amirimdi. En sonra da çalışacağım odaya götürdü. Orada Amerikalı Bnb. Paul ve astsubay Joune vardı. Onlarla da tanıştırdı. En çok yaptığımız iş, Lojistik Başkanı adına yazışmalar yapmak, alt kademelere direktifler vermek, teftiş için NATO Birliklerine gitmek, ve tatbikatlara iştirak etmekti. Günlük yazışmalar yapıyor ve senede birkaç defa yapılan tatbikatlara katılıyordum , fakat Birliklerin teftişlerine, ki genellikle Türk, Yunanistan ve İtalyan birlikleri oluyordu, ben gitmiyordum. Benim yerime, Amerikalı Bnb. Paul’u gönderiyordum. NATO da yapılan Tatbikatlara ise, diğer personel mey anında, Bnb. Poul’ü de götürüyordum. Askerî otobüslerle tatbikat karargâhına gidiyorduk. Napoli’den 80-100 km. uzaklıkta yer altında çalışıyorduk. Yeraltı karargahı, NATO fonundan yapılmış standart, her şeyiyle mükemmel bir yerdi. Her türlü ihtiyaç düşünülmüştü. Tatbikat boyunca orada kalıyorduk. NATO da kaldığım iki sene boyunca, Yunanlı Alb. ile bir veya iki defa muhatap olmuştum. Benim yerime evrak imzalatmam gerektiğinde Bnb. Poul’u gönderiyordum. Zaten Karamanlis Hükümeti, Kıbrıs harekâtından sonra, NATO’dan çıktık, çıkacağız diye bir laf etmişti. Dolayısıyla, Yunan subayları işlemlere fazla karışmıyorlardı. Ama Yunanistan’a da dönmemişlerdi.
C. NAPOLİ ŞEHRİ
İtalyanın kuzeyi, ne kadar temiz ve zenginse, Güneyi de o kadar pis ve fakirdi. İtalyanın Güney tarafında olan Napoli şehri, sıralamada, üçüncü görünüyordu. Yerleşim yeri olarak, bir miktar düzlükten sonra, genellikle yamaçlar ve vadilerden oluşuyordu. Bizim İzmit şehrine benziyordu. Hem arazi yönünden, hem de deniz kenarında olması yönünden birbirlerine benziyorlardı. Fakat yapılar bakımından farklıydı. Bilhassa eski Napoli’nin, binaları, bir iki katlı, sokakları daracıktı. Öyle ki, iki ev arasında makaralarla hareket edebilen ipler geriliydi. Bu iplere çamaşır asıp, kurutuyorlardı. Her zaman için sokaklar arasında iplere asılan çamaşırları görmek mümkündü. Sanki, eski Napoli şehrinin sembolü durumundaydı. Çamaşırları bu şekilde asma hususu buraya özeldi. Napoli’nin, Kuzeye doğru yükselen tepelerinde ve vadilerinde yeni evler, bahçeler içinde villalar, geniş parklar vardı. Şehrin içi ise, muhtelif ikon ve heykellerle süslü kiliseler, meydanlarda heykeller sanki bir müze görüntüsü veriyordu. Sokakları pislik, bilhassa köpek pisliği içindeydi. Çöpler bidonlardan dışarı fırlıyordu. Çöpçüler nerdeyse her gün grevdeydi. Trafik ise Allahlıktı. Yollarda yayalar öncelikli idi. Bir kaza olduğu zaman suç sürücüde oluyordu. Kapkaç almış, yürümüştü. .Kadınların çantalarını kapıp kaçmak adet halini almıştı. Arabanın içinde unutulan herhangi bi şeyin, anında, yerinde yeller eserdi. Göz açıp, kapayıncaya kadar, çalınırdı. Bizimkilerin başına da benzer olaylar gelmişti. Ütğm. Tunanın kolundan çantasını yürütmüşler, Şadi Yarbayın hanımı Minenin Fiat-100 markalı cinco cento arabasının lastikleri, park yerindeyken hırsızlar tarafından çalınmıştı. Bir de hırsız pazarı denen yer vardı. Burada, her türlü avizeler, elektrikli aletler, yatak örtüler, vs. satılan dükkanlar vardı. Burada alışveriş yaparken çok dikkat etmek gerekiyordu. Aksi halde, gözle kaş arası, elindekini alıp kaçarlardı. Ayrıca Ateşçi kızlar, geceleri, alev , alev ateş yakar, muayyen yerlerde, müşteri beklerlerdi. Gündüz de öyle, ama soğuk olmadığı zamanlar ateş yoktu. Parklarda ise resmen, sevişirlerdi. İnsanlar onları görseler bile, görmezlikten gelirlerdi. Bütün bunlara mukabil, Napoliler sanatkar insanlardı. Renkli Sorrento sehpa takımları, seramikten yapılmış, resimli tabaklar, kül tablaları, çiçekler, vs. heykeller ve resim tabloları, insanın aklına ne gelirse!, Yaptıkları her şey birer sanat eseriydi.
3. İLK ZİYARETÇİLER
1975 Haziran ayında, Gülşenler ziyaretimize geleceklerdi. Hem mektupla, hem de NATO-İzmir hattından, Halide abla vasıtasıyla konuşuyorduk. Gülşenlerde henüz telefon yoktu. Gülşen, oğlu Noyan’ı da getirecekti. Gülşenin kız arkadaşının annesi de onlara refakat edecekti.. Avrupa trenine binecekler, Venedik’ten aktarma yapacaklardı. Napoli’ye gelirken, tren Garına girinceye kadar, hiçbir ara istasyonda inmemeleri için uyarmıştık. Biz Onları Napoli garında bekleyecektik. Yasemin onlar için yemekler yapmıştı. Çok da mutlu görünüyordu.
Netice de Garda, onları beklemeye başladık. İtalyan Kahramanları Garibaldi’nin Heykeli de Gar meydanında bizimkileri beklemekteydi. Tren Gar’a girerken, Onları pencerede gördük. Tren durduktan sonra, ilk içeri dalan ben oldum. Sarılıp öpüştükten sonra, valizlerle trenden indik. Ana, kız, torun kucaklaşıp hasret giderdiler, Noyan büyüyüp gelişmişti. Çok cana yakındı. Saliha hanımı ilk defa görüyordum. Sakin, ağırbaşlı, efendi bir insandı. Eve gelinciye kadar, Gülcan ve Büyük torundan havadisler edindik. Muhabbet devam etti. Evde , ikinci bir sarılmalar derken, Yasemin, ‘ ‘çocuklar acıkmıştır’’ diyerek sofra hazırlamaya koyuldu. Artık çok mutluydu. ..
Gülşenleri gezdirmek maksadıyla izin almıştım. Nerelere götürebiliriz diye de bir program yapmıştık. Yarın sabahtan itibaren programı uygulamaya koyacaktık. Muhabbet gece yarılarına kadar devam etmişti.
A. VEZÜV-POMPEİ-SORRENTO…
4 Haziranda sabahtan yola koyulduk. Önce Vezüv yanardağı eteklerine ulaştık. Dağın sırtları, kır çiçekleriyle kaplıydı. Bilhassa Katırtırnakları sapsarı çiçek açmıştı. Ne de olsa volkanik araziydi. Her türlü kır çiçeği yetişiyordu.. Çiçekler içinde toplu ve tek olarak resimler çektim. Sonra Noyan ile ben yukarı, volkana doğru tırmanmaya başladık. Öyle bir yere geldik ki Noyan’ı götürmeye kıyamadım, ‘‘Sen burada kal , ben biraz daha yukarı çıkayım’’ dedim.. Gerçekten kraterin ağzına kadar tırmandım. Kraterin ağzında da küçük otlar bitmişti. Çukurun derinliklerine doğru baktım ama daha fazla bir şey göremedim, (Sonradan, neden resim çekmedim diye hayıflanacaktım). Resim çekmeyi unuttum. Makine otomatik olarak resim çekebiliyordu.
Oradan yolumuza devam ederek Meşhur Pompei harabelerine ulaştık. Burası, açık hava müzesi görünümündeydi. Hikayesi şöyle: Vezüv M.S. 70 yıllarında faaliyete geçmiş, Gürültüden, Vezüv’ün patladığını anlayan insanlar, sağa, sola kaçmaya başlamışlar. Kimi kayıklarla, deniz yoluyla uzaklaşmayı denemişler. Fakat deniz öyle kabarmış ki, kayıkları tekrar kıyıya , sahile atmış. Sahilde kızgın kayalar yağmur gibi yağmaya başlayınca herkes sığınacak bir yer aramış. Akabinde öyle siyah bir kül yağmuru başlamış ki, kimi insanların üzerini kaplamış. Havasız kalmışlar, adeta taş kesilmişler. Bunların arasında korkudan birbirine sarılmış taş kesilmiş insanlar da bulunuyormuş. Aşk evleri dahil her tarafın, her şeyin, taş kesilen insanların, fotoğrafların çektim. Kazılar ise yüzyıllar sonra yapılmış ve açık hava müzesi haline getirilmiş.. Harabelerin içinde ve dışında fotoğraflar çekmek suretiyle bu görüntüleri ölümsüzleştirmiştik.
Pompei’den sonra yolumuza devam ettik. Hedefimiz, bizim daha önce defalarca gittiğimiz Sorrento kasabasıydı. Ama oraya gitmeden önce, yolumuz üzerindeki Metro pizzacıya uğrayacaktık. Yolumuz güzel, asfalt, ama çok virajlıydı. Yol üstünde, denizden yüksekte, düz bir teras vardı. Orada durup, deniz manzarası seyretmek, bizde alışkanlık haline gelmişti. Bu defa baktık, bir İtalyan, eşeğini süslemiş turistleri gezdiriyordu. Arabayı park ettikten sonra, Noyan’ı eşeğe bindirip, sahibinin yedeğinde tur attırmayı gönlümden geçirdim. Gülşen’e söyledim, önce kabul eder gibi oldu. Sonra korkar diye vazgeçti. Ne kadar ben ve annesi, Gülşen’i ikna etmeye çalışsak da , önce razı oluyor gibi davranıyor, sonra vazgeçiyordu. Biz de İtalyan eşek sahibi de bu duruma şaşıp kalmıştık.. Netice biraz manzara seyrettikten sonra yolumuza devam ettik. Metropiza lokantasının önünde durduk. İçeri girdik. Epey kalabalıktı. Oturduğumuz masadan her şeyi görmek mümkündü. Hamurun karılması, pizza şeklinin verilmesi, üzerine mozeralla denen özel peynirin serpiştirilmesi, pastırma, sucuk ve ya sosis gibi isteğe bağlı teferruatın konması, fırında pişirilmesi ve servis yapılması gibi her şey, herkesin gözü ününde cereyan ediyordu. Pizza metre hesabı sipariş veriliyordu. Önceki tecrübelerimize göre, iki kişiye 40 cm.lik karışık pizza ile insan tıka ,basa doyuyordu. . Ayrıca servis arabalarıyla tatlı çeşitleri vs. yiyecekler sunuluyordu. İsteyen istediğini alıyordu. Bizim için profeter gibi özel tatlı kafi gelmişti. Saliha hanım dahil herkes yediklerinden memnun kalmışlardı. Tabii İtalyanlar bize göre, hem çeşit, hem miktar bakımından çok daha fazla yiyorlardı. Tevekkeli değil, İtalyan erkeklerinin, göbekten ziyade mideleri sarkmış haldeydi.!
Sorrento, küçük, şirin, turistik bir kasabaydı. Denizden oldukça yüksekte, düzlük bir sahada kurulmuştu. Yat limanında demirlemiş beyaz yatları ve denizin uzağında ki küçük adaları yükselden seyretmek olağanüstü güzeldi. Kasabanın içi, yol kenarları, limon, mandalina ağaçlarıyla süslüydü. Ağaçlar sarı meyveleriyle, öylece bırakılmıştı. Anlaşılan turistlerin gözüne hoş görünsün diye kimse toplamıyordu. Buranın turistik olduğu kadar, belki daha fazla, oyma işçiliği bakımından meşhur olmasıydı. Dünyanın her tarafından, çeşit, çeşit renkli ağaçlar getirtiliyor, onların doğal renkleriyle, hiç boya sürülmeden, renkli ve müzikli sehpa takımları, tekerlekli servis arabaları, Sorrento manzaralı resimler, portreler vs. yapılıyordu. Buradan sehpa takımı ve servis arabası almadan dönen hiç bir Türk yoktu. Üstelik sehpa takımlarının, kapağı açıldığı zaman, insanı hoş bir müzik karşılıyordu. Gülşen çok sevmişti. Ama götürme imkânı yoktu. Dolayısıyla, dönerken getiririz diye ona söz vermiştik.
Gülşenlere, bir de Sorrento dan sonra , Amalfi isimli balıkçı kasabasını gösterelim istedik. Tepeye tırmanıp, tepeden aşağı, deniz kenarına inmek gerekiyordu. Burası, evleri yamaca doğru yükselen, kıyısı dar bir balıkçı kasabasıydı. Kıyı boyu lokantaları ve balıkçı tekneleri sıralanmış bir kasabaydı. Aynı zamanda, seramik eserler yaratılıyordu. Buranın toprağı, seramik eserler için çok uygundu. Örneğin: seramik bir tabak düşünün, içine, kır çiçekleri, otlar, küçük, çiçekli bri ağaç ve onların arasında bir geyik ürkek bakışlarıyla etrafı gözetliyor.. Yine seramik bir zemin üzerinde, bir kanepe, etrafında seramikten yapılmış yemlenen kuşlar vardı. kanepenin üstünde, seramikten yapılmış, sakalı, bıyığı birbirine karışmış bir fakir kimse, keyifle ayak, ayak üstüne atmış, ayağının biri çıplak, potini yerde, diğeri ayakkabılı, uyuyor durumdaydı. Ayrıca yine seramikten yapılmış, gül demeti, sigaralıklar vs.. Dedik ya! İtalyanlar sanatkâr insanlardı!…
Haziranın onuncu günü, Kabri Adasını görmeye gittik. Biz de ilk defa gidiyorduk. Orada araba yasağı olduğunu biliyorduk, Bir feribot (Aliscafi) ile adaya vasıl olduk. İskeleye çıkar, çıkmaz, büyük bir levha gözüme çarpmıştı. ‘‘Mavi mağarayı görmeden gitmeyin’’ diyordu. Zaten iskelenin sağında, sıra, sıra kayıklar bekliyordu. Birisine atladık, kayıkçı küreklere asıldı, 100mt ilerde, mağaranın ağzına geldik. Burası bizdeki Damlalaş mağarasına benziyordu ama, içi çok genişti. müşterileriyle 8-10 kayık vardı, Mağaranın içi elektrikle aydınlatılmamasına rağmen, masmavi bir ışık huzmesi ile aydınlanmış görünüyordu. Bu ışık mağaranın tabanından geliyordu. Dolayısıyla mağara masmavi aydınlıktı. Bu doğal mavilik hepimizi etkilemişti. Kayığın içinde ayağa kalksam, başım mağaranın tavanına değecek gibiydi. Kayıkla biraz dolaştıktan sonra tekrar iskeleye gelmiş, Raylı bir sistemle, adanın yukarısına, asıl yerleşim yerine çıkmıştık. Yeni yerleşim yerleri ve lokantalar, alışveriş mağazaları buradaydı. daracık sokaklarıyla eski yerleşim yerlerini de gördük. Ayrıca turistler için, uzakları da görebilsinler diye paralı teleskopların bulunduğu yerler de vardı. Bu sayede, Yüksekten, Kabrinin civarında bulunan küçük adaları, uzak sahilleri, Kabrinin aşağılarında, yapılmış villaları da görmemiz mümkün oluyordu. Bu geziyi ölümsüzleştirmek için teleskopun başında bir de fotoğraf çekmiştim. Bizim için değişik bir gezi olmuştu. Çok memnun kalmıştık..
B. ROMA-VATİKAN
13 haziranda Romanın yolunu tuttuk. Napoli- Roma arası 200 km. idi. Ben, arabayla, 90 km.yi geçmemeye çalışıyordum. Yanımızdan arabalar vızır, vızır geçiyorlardı. Noyan da ‘’Dede, geç, dede geç’’diye seslenip duruyordu. Onun sesini senelerce hatırlayacaktım. Önce eski Roma’yı, o filmlerde seyrettiğimiz Hipodrom’u gördük. Tabii fotoğraf çektirmeyi de unutmadık.. Sonra (Fon tana di Trevi) Aşk çeşmesinde bulunan mermer kadın, erkek heykellerini izledik, diğer turistlerin yaptığı gibi, tekrar Roma’ya gelelim diye, omuz başımızdan, havuza madeni paralar attık. Turistlerin içinde İki defa, üç defa para atma işini tekrarlayanlar vardı. Herkesin dileği farklıydı. Orada da resim çektim. Daha önce bir haftalık seminer için eşimle gelip gördüğümüz yerleri gezdirdim Güzel, çiçekli, ağaçlıklı park içinde bulunan Villa Bughese’yi , buradan devamla,. çok basamaklı merdivenlerden İspanyol Meydanına indik. Merdiven başının manzarası şahaneydi. İspanyol meydanı (Pizza di Spagna) öyle kalabalık, lokanta ve mağazalar o kadar çoktu ki hangi birine girelim diye tereddüt ettik. Daha sonra, İber nehri üzerindeki köprüden geçerek Vatikan’a ulaştık. Sen Pietro Bazilikası dünyanın en büyük kilisesiydi. Turistlerle beraber, Sen pietro meydanındaki büyük kiliseyi dolaştık, Dua edenleri, mermer heykelleri, duvar ve tavanlarda, şahane resimleri izledik, hayran kaldık. Oradan Yeni Roma tarafına geçtik. Parkta Piknik yaptık Artık hava kararmaya başlamıştı.. Oradan çevre yolu diye bir yola girdik. Bir müddet gittikten sonra yanlış girdiğimi anlamıştım. Otostrada’ya çıkmam zaman aldı. Gişelere bir km, kala lastiğin patladığını fark ettim. Arabayı yolun kenarına çektim. Patlayan lastiği söktüm, sitebneyi çıkardım, taktım tekrar hareket ettim ama stepnenin de patlak olduğunu anladım. Ee, arabayı aldıktan sonra, sitepneyi kontrol etmezsem olacağı buydu. Eşim, ve Gülşen çaresiz ve sinirliydiler. Saliha hanım ise sakin, sakin duruyordu. Onları orada bırakıp, gişelere kadar yürümekten başka çare yoktu. Oradan telefonla çekici çağırtacaktım. Zaten gece olmuştu. Biraz aydınlık yapsın diye farları da yanık bırakmıştım. Düşündüğüm gibi yaptım. Gişelerde, İngilizce-İtalyanca karışık meramımı anlattım, Ama epey zaman almıştı. Çekiciyle beraber, dönüp-dolaşarak arabanın yanına ulaşmam zor olmuştu.. Meğer ben hareket ettikten sonra trafik ekipleri gelmiş, fakat dil sebebiyle anlaşma sağlayamadıkları için gitmişlermiş.. Bizimkiler ise, hem korkudan, hem de gecenin soğuğundan el aman demişlerdi. Arabayı çekiciye bağladılar, arabada biz olmak üzere,. Çekiciyle şehirde bir lastik tamir atölyesinin önünde durduk. Lastikleri tamir ettirip, evimize geldiğimizde saat sabahın üçü idi. Bu olayı da hayat boyu unutmayacaktık.
C. POSSOLİ-SOLFATORA
20 Hz. Günü, kahvaltıdan sonra, Sofiye Lorenin köyü Possoli ve Solfatora’ya gittik. Maksadım deniz kenarındaki bu turistik ve balıkçı köyü ile , köyün yakınında bulunan, Solfatora volkanik araziyi göstermekti. Possoli, küçük bir köy olmasına rağmen, turistler çoktu.. Upim gibi büyük mağazalar da mevcuttu. Deniz kenarına doğru yürüyünce, balık satan kadınlar gördük. Balıklarını, gösteri yaparak satmak için, çiy balık yiyen kadınlara şahit olduk. Bu köyden, volkanik bir arazi olan Solfatora’ya gittik. Bu çökmüş, arazi ile Vezüv Yanardağının yer altı irtibatı olduğu söyleniyordu. Gerçekten, yeraltından yükselen dumanlar, yerden çıkan sıcak sular ve bataklık arazi Vezüv yanardağı ile ilişiği olduğunu gösteriyordu. Bir gün de böyle geçmiş, misafirler memnun kalmıştı.
Yasemin evden bir şeyler hazırladı. Piknik yapmaya, Carney parka gideceğiz. Portatif piknik (Masa , sandalyeler, plastik, kapaklı su kabı. Plastik tabaklar, yiyeceklerin konduğu kapaklı plastik kap vs) malzemelerini arabanın bagajına koyduk. Daha önce bahsettiğim gibi Carney parkta sabit olarak yapılmış her imkân mevcuttu. Hafta içi olduğundan, bu gün piknik yeri, bir kaç İtalyan aile dışında tenha idi. Güldük, eğlendik, İtalyanların, enginarları, kabuklarıyla ateş üzerinde pişirerek yediklerine şahit olduk. Gün içinde resimler çektim. Ama nedense kendimi karenin içine almayı hep unutuyordum. Burada piknik yapmak, bizim ve misafirler için değişiklik yaratmıştı.. Çok memnun kalmıştık. Gün batmadan eve dönmüş, böylece bir günü daha birlikte yaşamıştık.
Bu gün de Noyan’ı, şehir içindeki çocuk parkına götürdüm. İderlandia denen bu çocuk parkı, Napoli’ye ilk geldiğimiz sıralarda, 20 gün boyunca kaldığımız otelin karşısındaydı. tabii, Saliha hanım ve Gülşen de bizimleydi.. Parkta dönme dolaplar, atış mahalleri, su dehlizleri, su tünelleri, hepsini denedik. Noyan biraz korkmakla beraber, çok zevk almıştı. Onun sayesinde, adeta ben de çocuk olmuş, çocukluğumda yaşayamadığım günleri yaşamıştım. Hanımlar da bir masada oturmuş bizim zevkimizi paylaşıyorlardı.
Ne de olsa sayılı günlerdi. Çabuk geçiyordu., Gülşenleri ufak, tefek alışveriş için çarşıya götürdük. Standa ve Upim gibi büyük mağazaları gezdirdik, Götürebilecekleri şeyleri almalarını sağladık. ‘’Dönüşümüzde ne isterseniz getiririz’’ diye de söz verdik.
Artık gitme zamanı gelmişti. Son gece evde bir hüzün, İstasyonda Onları uğurlarken ikinci bir hüzün yaşadık. Ana-kız, anneanne- torun kucaklaştılar. Sonra sıra bana geldi. Vagonda yerlerine oturttuk. Birinci düdükle biz aşağıya indik, onlar pencerede, tren hareket ederken, eller, kollar sallandı. Gözden kaybolancıya kadar hüzünle arkalarından baktık. Yasemini, yalnızlığıyla evde baş başa bıraktıktan sonra ben, karargâh’a dönmüştüm.
Karargâha döndüğümde, Abidin paşa beni çağırttı. Roma ataşesi Doğan Beyazıt’ın hanımı Roma’dan Napoli’ye gelecekmiş, Karacıların kıdemlisi Kemal Alb. izinde olduğundan, bizim gidip, Capitocino hava meydanında karşılamamızı istedi. Ertesi günü, eşimle gidip karşıladık. Doğan Beyazıtı, Gen kur.da , aynı şubede staj yaparken tanımakla beraber, bu vesile ile eşini de tanımış olduk. Hatta Hanımın, eşimle bir de fotoğraflarını çekmiştim. Karargâhtaki L- binasına gelinciye kadar eşimle muhabbet etmişler, alıveriş için onları yalnız bırakmış, vazifeme dönmüştüm.
4. İTALYA İÇİ VE DIŞI GEZİLERİ
Artık Temmuz gelmiş, havalar ısınmıştı. Senelik iznimi almıştım. Almaya- Oberammargau’daki, 15 günlük NATO Kursuna katılacaktım. Denizci Amiral ile Denizcilerin kıdemlisi Kur.Alb. İlhan Aran da aynı kursa katılacaktı..Ama gezi programımız farklı olduğundan, birlikte seyahat edemeyecektik.
Yaptığım plana göre, önce Frenze’ye gidecek, Mikelanjio nun eserlerini görecek, Çadırlı kamp mahallinde çadır kurup bir hafta kalacaktık. Kamp yeri ve Floransa(Frenze) konusunda Amerikalı Bnb. Paul’den bilgi almıştım. Frenzeden sonra, Fransa’nın güney sahillerine yakın San-Remo, Cannes, Monoco gibi yerleri dolaşacak sonra, Oberemmargau’ya geçecektik
A. FRENZE
Sabahın erken saatinde, çadırı, arabanın üstüne, portbagaja, diğer kamp malzemelerini bagaja yerleştirdikten sonra Roma’ya, kuzeye doğru yola çıktık. Otostrada’da, asfalt yol çok güzeldi, Tabii Romaya uğramadan, yolumuza devam ettik. Eşim, bir yerde duralım, bir şeyler yiyelim istiyordu. Ama Otostrada’da duracak yer yoktu. Haliyle bana kızıyordu. Nihayet bir benzin istasyonunda durduk. Benzin aldık, arabanın içinde bir şeyler yedikten sonra yola devam ettik. Bana göre gidilecek yere bir an önce varılmalıydı. Napoli- Frenze arası 480 km. idi. Frenze’ye girerken muazzam bir köprüden geçtik, Köprü Mikelanjio tarafından yapılmıştı. Kendi memleketi olduğundan, Kadetral ve kiliselerin iç tezyinatı, heykeller, frenksler, resimler her türlü eserler ressam ve heykeltıraş Mikelanjio tarafından yapılmıştı.. Mikelanjio Santa Crose kilisesinde gömülüydü. Kilisenin dış yüzeyi tamamen beyaz mermer kaplıydı. Yapının şekli enteresan ve görkemliydi. Şehri şöyle bi dolaştıktan sonra, yine aynı Mikelanjio köprüsünden geçmek suretiyle kamp yerine ulaştık. Çadırlı kamp yeri, dere kenarından başlayıp batıya doğru yükselen bir arazi yapısına sahipti. Kamp yerinden Frenze şehri ve nehir görünüyordu. Çok kalabalıktı. Daha ziyade zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Biz de çeşmeye yakın bir yer bulduk. Çadırımızı kurduk.. Kamp malzemelerini çıkardık. İkindi olmak üzereydi ve hava çok sıcaktı. Nehre girip serinlemek isteyen kadın ve erkekler şimdi kampta duş yapıyorlardı. Duş yaptıkları yerler ise güya kapalı, fakat insanların belden yukarısı ile bacakları meydandaydı. Kapıların yalnız orta yerleri kapalıydı. Kapılar, kadınların malum yerlerini gözden gizleyecek şekilde yapılmıştı. Kampta, her türlü kolaylık ve alışveriş merkezleri mevcuttu. Turistlerin yüksek sesle konuşmaları ve her taraftan müzik sesleri gelmesi insanı rahatsız ediyordu. Eşim de rahatsız olmuştu. Güya buraya dinlenmeye gelmiştik. Üstelik çok da sıcaktı ve müzik sesleri bütün gece devam etmişti. Eşim ısrarla sabah erkenden burasını terk etmek istiyordu.
B. İRVEA
Sabah erkenden kaçar gibi yola çıktık. Planladığım şekilde Cannes, San-Remo, Nice ‘e gitmeyi düşünüyordum. Fakat otoyola çıkınca sağa dönmeyip yola devam ettiğimi anlayınca iş, işten geçmişti.. Artık bahsettiğim yerlere gelecek sene gideriz diyerek planımda değişiklik yapmış oldum. İtalyanın kuzey batısına doğru ilerliyorduk.. Frenze-Parma-Piecenza-Milano-Novara derken İrvea kasabasına geldik. Bu arada da yol devamlı yükseliyordu. İrvea, İtalyanın kuzey batısında, küçük, şirin, turistik bir kasabaydı. İçinden bir nehir geçiyordu. Haritaya baktığım zaman, PO nehrinin kollarında biri olduğunu anladım. Kasabaya girerken, çadırlı kamp yeri sordum, hemen tarif ettiler, halk çok cana yakındı. Turistlere yardım etmeye can atan cinstendiler. Tarif ettikleri kamp yeri, kasabanın doğusunda, fakat kasabaya çok yakın bir göl kenarındaydı. Üstelik çok da tenha idi. Küçük gölün öbür yakasında ,bir çadır vardı ama kimseler görünmüyordu. Yemyeşil ağaçların altında, yeşil çimenlikte, kendimize göre güzel bir yer bulup çadırımızı kurduk. Duş kabinleri, akan çeşmeler, hazır ocak yerleri, tuvaletler, gibi, her türlü imkan vardı, her şey düşünülmüştü. Kabinlerde, paralı olsa da sıcak su vardı. Sessiz, sakin bir yerdi. Tam bizim istediğimiz gibi! Çadırı kurup yerleştikten sonra .ılık suyla duş aldık. Yasemin, bulgur pilavı ile kuru fasulye pişirdi. Seyyar tüp dahil her türlü kuru yiyecek mevcuttu.. Göl kenarında, yeşillikler içinde Afiyetle ve zevkle yemek yedikten sonra kasabayı görmeye karar verdik. Bizden önceki turistlerin yaptığı gibi, Çadırın fermuarını kapattık, ( Daha önce de bahsettiğim gibi, İtalyanın kuzey tarafı emniyetli yerlerdi.) ve kasabaya gittik. Burada Upim gibi büyük mağazalar bile vardı, Ufak , tefek ihtiyaçlar ve bilhassa karpuz aldık. Alplerden çıkıp gelen Dora nehrinin kenarında, yeşillikler içinde bir yamacı fon gibi kullanarak Yaseminin fotoğrafını çektim. (9 temmuz 1975) Kasabayı da şöyle bi dolaştık, Kulesi kırmızı tuğladan yapılmış bir kale ile, kuleleri ve mermer sütunları bulunan büyük bir kadetral’ı gezdikten sonra kampa döndük. Küçük gölün karşı tarafında çadırları bulunan turistler de gelmişlerdi. El sallayıp merhabalaştıktan sonra, onlar kendi alemlerine biz de kendi alemimize daldık. Ne biz onları, ne de onlar bizi rahatsız ettik. Burada huzur içinde üç gün geçirdikten sonra, İsviçre’ye doğru yolumuza devam ettik.
C. CENEVRE
İrvea’yı geçince Oto yol son buluyordu. Ama yollar yine de güzeldi. Gittikçe yükselerek yolumuza devam ettik. Tünele yaklaştığımızı gösteren trafik işaretleri görünmeye başlamıştı. Geçeceğimiz tünel, Edindiğim bilgiye göre: Dünyanın en uzun tünellerinden biriydi. . Alp dağlarının altından, İtalya’yı- İsviçre ve Fransa’ya bağlıyordu. 1957-1965 yılları arasında tamamlanmıştı. Tünelin uzunluğu 11.6,km., yüksekliği 4.35m, genişliği 7 m.ydi. Tünelden geçmek, bizim alışık olmadığımız bir şeydi. Tünele girdiğimizde her tarafın aydınlanmış olduğunu gördük. Her ne kadar güneş ışığına benzemese de elektrikle aydınlatılmış olması bizi rahatlatmıştı. Yine de çok uzun gelmişti. Sıkılmıştık. Anladığım kadarıyla bir yerlerden hava da alıyordu.
Tünel çıkışında şahane bir manzarayla karşılaştık. Hem ormanlık, yeşillik, hem de o kadar yüksekteydik ki, kasaba ve köyler, çok, çok aşağılarda, yeşillikler içinde görünüyordu. Bu şahane manzaralı, düz platformda arabayı park ederek, hatıra kalsın diye eşimin fotoğrafını çekmiştim. Tarih 10 temmuz 1975.idi. Sonra, İsviçre’nin güzel ve şirin köylerinden geçerek, yeşillikler içinde yol kenarlarında semiz, bakımlı, iri sığırları otlarken izleyerek Cenevre’ye ulaştık. Artık şehrin içindeydik. Arabayı park edecek bir yer arayıp, sorarken, bir park yeri tarif ettiler. Burası, yer altında bir park yeriydi ve ben ilk defa böyle yeraltında bir park yerine girecektim. Park yerine girerken başımı öne doğru eğdiğimi fark ettim. Onu hatırlayınca, ikimiz de, kendimizi gülmekten alamadık.
Arabayı park ettikten sonra dışarı çıktık ki burasının cennet gibi bir yer olduğunu fark ettik. Kapalı park yerinin üstüne çok geniş bir sahada, çeşitli çiçekleri ihtiva eden bir park vardı. Aynı parkta, yine çiçeklerle süslenmiş, çalışmakta olan büyük bir saatin mevcut olduğunu gördük. Ayrıca parkın içinde, fıskiye ve heykellerle donatılmış büyük bir havuz vardı.. Parkın bir tarafından da koskoca Leman gölü uzanıyordu. Leman gölünün Cenevre tarafında da yüz küsur metre yüksekliğinde, fıskiyelerle sular fışkırtan bir sütun görünüyordu. Hayran, hayran bu manzaraları seyrettikten sonra, Çiçekli saatin bulunduğu yerden Yaseminin fotoğrafını çektim. Araba, park yerinde duradursun, Şehrin içinde küçük bir lokanta aradık. Bütün sokak ve caddeler tertemizdi. Bizim memleketin ve bilhassa Napoli’nin halini, kirli sokaklarını düşündük! Nihayet, .Küçük bir lokanta bulup yemeğimizi yedik. Masalarda şık, şık insanlar yemek yiyorlardı. Galiba kendi kıyafetlerimizden dolayı da sıkılmıştık. Oradan çıktıktan sonra, yatacak bir otel bulduk. Lokanta da, yattığımız otel de tertemizdi. Sabahleyin kahvaltı eder, sonra da Lozan’a hareket ederiz düşüncesiyle yattık ve yorgunluktan, derin bir uykuya daldık.
D. LOZAN
. Sabahleyin, Leman gölünün sol tarafındaki yolu takiple , Ağaçlıklı, yeşil bahçeler içindeki villaları seyrederek, Lozan’a ulaştık. Sormak suretiyle, çadırlı bir kamp yeri bulduk. Giriş işlemlerini yaptıktan sonra, bisikletli bir kişi, önümüze takılarak, bizi, kamp sahasının uzak bir yerine götürdü. Çünkü kamp yeri doluydu. Kamp yeri çok genişti. Her tarafta, yüzlerce Karavan, rengarenk çadırlar kurulmuştu.. . Tam da Leman gölünün kenarındaydı.
Çadırımızı kurup, yerleştikten sonra, duş yapma ihtiyacı duyduk. Ama, banyolar ve diğer alışveriş yerleri, kampa giriş yerindeydi. Epey yol yürümemiz gerecekti. Buna rağmen oraya yürüyerek gittik. Pek çok tuvalet ve banyo kabini vardı. Tabii, kadın ve erkeklerin gireceği yerler farklıydı. Banyodan çıktık ki Yasemin titriyordu.’’ Ne oldu’’ diye sorduğumda, sıcak suyu ayarlayamadığını, bu sebepten soğuk suyla duş yaptığını söyledi. ‘‘İnşallah hastalanmam’’ dedi. Çadırın oraya vardığımızda Migren baş ağrısı başlamıştı bile. Genç kızlığından bu yana migren baş ağrısı çekiyordu. Gözleri ışıktan rahatsız olur, başını, şakaklarını ovar dururdu. Midesi bulanır, Bazen istifra etmesine bile sebep oluyordu. Genellikle , üç gün sürer, bazen de yirmi dört saatte geçerdi. Neyse ki bu defa bütün gece devam etmiş, ertesi günü geçmişti.
Bir gün göl kenarında dolaşıp hava alırken, bir genç yanımıza yaklaştı. Türkçe konuştu. Hayret ettik. O’da bizi konuşurken duymuş, yanımıza gelmişti.. Meğer İsviçre üniversitesinde okuyan bir Türk genci imiş, Burada işçi olarak çalışan bir ailenin çocuğuymuş. Cenevre ve Lozanda çalışan epey Türk işçisi varmış. Okurken vakit bulup buralara gelemiyormuş, Şimdi tatil zamanı olduğundan, göremediği yerleri görmek istiyormuş. Göl kenarında oturduk, epey muhabbet ettik. Biz de kendi durumumuzu anlattık. En önemlisi de buraya uğramaktaki maksadımızı anlatarak, ‘’Lozan Antlaşmasının yapıldığı yeri görmek istediğimizi, nasıl gidebileceğimizi’’ sormuştum. Anlaşma, Lozan Üniversitesinde imzalanmış. Halen orasını müze haline getirmişler. ‘’Üniversite kapalı ama imza edilen yer açık olabilir’’ dedi ve bize nasıl gideceğimizi tarif etmişti.
Bir gün de Lozan’da dolaşırken, küçük bir Pazar yerine rastlamıştık. Sebze-meyve satılan bir yerdi.. Müşteriler, sanki düğüne veya komşuya gider gibi, süslü elbiselerini giymişlerdi. Bir tane yaşlı kokana gözümüze çarptı .Kolunda hasır bir sepeti vardı. İki patlıcan, iki-üç domates, yarım da hıyar alıp hasır çantasına koymuştu. Hıyar dediysem, uzun cinslerindendi. Bizim ki gibi Çengelköy cinsinden değil. Diğer İsviç’leri kadınlar da süslüydüler ve onlar da öyle, çok az sebze meyve alıyorlardı.. Hayret etmiştik. ‘’Ne kadar az şeyler alıyorlar’’ diye! Türk insanının aldıklarıyla, bilhassa İtalyanların aldıklarıyla mukayese edilemezdi. İtalyanların mı gözü açtı, yoksa bizimkilerin mi?
Bu kamp yerinde üç gün kaldık ve Almanya’ya gitmek üzere yola koyulduk.
E. KONSTANS GÖLÜ
Hedefimiz, kurs göreceğimiz Oberrammargao kasabası idi. Yemyeşil ormanların içinden geçtik. Yol boyu, ‘ geyiklere, tavşanlara dikkat’ levhaları asılıydı. Bir konaklama yerine saptık. Tuvaleti, oturulacak bankları, çeşmeleri mevcuttu. Bankların birine oturup, çıkınımızı çıkardık, peynir, haşlanmış yumurta gibi şeyler yiyoruz. Yumurtayı soyarken yere bir kabuk parçası düştü. Her taraf o kadar temiz ki gözümüze çirkin göründü. Hemen toplayıp çöp kabına atmak mecburiyetinde kalmıştık. Tuvalete girdik, işimizi bitirince, sifon otomatik olarak çekilmişti. Buna rağmen görevli bir kişi, etrafı ve tuvaleti kontrol edip çöpleri topluyor, tuvaleti temizliyordu.
Artık Almanya sınırını geçmiş bulunuyorduk. Yolda, bir kamp yeri işareti daha gördük. Sağa saptık. Bu defa, göl (Konstans Gölü) kenarında bir kamp yeri bulduk. Çadırlar, karavanlar kurulmuş, tuvaletler, çeşmelerden, şarıl, şarıl akan sular!. Her türlü imkan düşünülmüş. Biz de, arabayı müsait bir yere çekip, çadırımızı kurduk, piknik malzemelerimizi çıkardık. Hava sıcak, iri kıyım kadınlar, çeşme başlarında, bacaklarında şort, sırtlarında bir sutyen, koltuk altlarını, bağırlarını ve kollarını yıkayıp serinliyorlardı.. Ellerinde de kese gibi bir şeyler var, onunla koltuk altlarını sabunluyorlardı. Konuşmalarından ve vücut yapılarından, Alman turistleri oldukları anlaşılıyordu.. Bu kamp yerinde de resim çekmeyi ihmal etmemiştim. Üç gün süren kamp hayatımız sonunda da buradan ayrılıp yolumuza devam etmiştik..
F. OBERRAMMARGAO
Yayla gibi, yüksek platolardan geçerek, uzaktan Oberrammargao’yu gördük. Dere üzerindeki bir köprüden geçerek, kasabanın içine girdik. Küçük, turisttik bir yer. Evlerinin dış duvarları, yağlı boya resimlerle kaplı, Sanki her biri, bir masal konusunu işlemiş gibi. Binalar iki, üç katlı, ve çatıları dik, kuzey memleketlerinde olduğu gibi. Caddeleri, dükkanları temiz ve muntazam, Bilhassa kuzey tarafı yüksek dağlarla çevrilmiş. Kasabanın kendisi de yüksek bir arazide kurulmuş. Dere aşağılara doğru, gürül, gürül akıyor. Oberrammargao, hem kasaba, hem de köy görünümünde. Kasabanın arka taraflarında, tarlalar ve otlayan sığırlar mevcut. Bahsettiğim dağlardan, yamaç paraşütüyle atlayanlar görünüyordu. Sonradan öğrendiğime göre, o yüksek dağlar, ikinci dünya savaşında, Alman paraşütçülerini eğitmek üzere kullanılmış. Yani, burası Alman indirme birliklerinin eğitim merkeziymiş. . NATO tesislerinin yerini sorduk, öğrendik. Oraya gittiğimizde, geniş bir sahada birbirine benzer binalar gözümüze çarptı. Bizi karşıladılar, Misafir (Bioque) haneye götürdüler. Bize kalacağımız yeri gösterdiler. Artık bundan sonra çadırlı kamp yok, Çadır kur, çadır topla zahmeti olmayacaktı. Odalarda her şey mevcut, isteyen yemek bile yapabiliyor. Ama herkese açık lokantası bile bulunuyor.. Misafirhanenin tek mahsuru, İki oda arasında, ikinci birer kapıyla irtibatlı olan tuvalet ve banyonun müşterek olmasıydı..
Gittiğimiz gün yerleşme ve istirahatla geçti. Ertesi günü kurs göreceğimiz okula gittim. Okul 1953 yılında yapılmıştı. NATO’ya ait ve standartlara uygundu. Müttefik devletlerden subaylar toplanmıştı. Bizden ise, biri general ve kıdemli olmak üzere iki denizci, bir de ben bulunuyorduk. Neden karadan kimse yoktu anlayamamıştım. 1953 yılından bu yana NATO subaylarını eğiten bir kurumdu. Şimdi sıra bizdeydi. Kurs 15 gün sürecekti. Saat 0900 da başlayıp 1430 bitecekti. Biz kurs görürken , hanımlar kendi aralarında toplanıp, kasaba civarını gezip göreceklerdi. Biz de günler uzun olduğu için, mesaiden sonra ve hafta sonları, alışverişe, cazip yerleri gezip, görmeye vakit bulacaktık.
Kursun maksadı: NATO güçlerini, barış ve savaşta sevk ve idare ederken, üye memleketlerin NATO politikaları, stratejileri, görev ve sorumlulukları hakkında, üye devlet subaylarına ve seçilmiş sivil personele bilgi vermekti. Aynı zamanda, NATO Devletlerine ait böyle bir topluluğun., tanışıp, kaynaşmasını sağlamaktı.
G. GARMİCSH
Bize verilen bilgiye göre, buradan sonra, en büyük ve yakın kasaba GARMİCHE idi. Kurstan sonra rahatlıkla gidip, dönmek mümkündü.. 15-20 dakikalık bir yoldu. Garmich’e gitmek için devamlı yokuş aşağı iniliyordu. Yol çok virajlıydı. Garmich geniş bir vadinin içinde kurulmuştu. Yükseklerden akıp gelen dereler burada birleşiyor, büyük bir nehir halini alıyordu. Köprülerden geçerek kasabaya ulaşılıyordu. Bu kasaba, aynı zamanda, kış için, ünlü bir kayak merkeziydi. Yüksek dağlara havai hatlarla çıkılıyordu.. Zaten, Oberammergao dan inerken teleferik hattı görülüyordu.
Garmich daha büyüktü ve bizim için en önemlisi, Amerikan Piex ti.(Kantin), lokanta, fasfoot, giyecek mağazalarıyla, Amerikan tesislerinin bululmasıydı. NATO subayları burada, her türlü imkanlardan faydalanabiliyordu.
H MÜNİH
Ayrıca en yakın büyük şehir olarak Münih (Münchene) vardı. Orada da büyük bir Amerikan PX’ i mevcuttu. Ve müttefik subayların istifade edebileceği bir yerdi. Buna mukabil, Napoli’deki PX’ den istifade edemiyorduk. Bu nedenle, elektrikli malzemelerle, porselen yemek takımları gibi şeyleri buradan alacaktık. Münih’e gittiğimiz zaman, şehrin çok modern ve çok katlı binalarını gördük. Yollar şahaneydi, araba hiç sarsılmıyordu. Şehrin içinde ise bizim alışık olmadığımız tüneller, viyadükler, dönmekte zorluk çektiğimiz yollarla karşılaştık. sora, sora PX’i bulmuştuk. PX de Çok katlı bir binada bulunuyordu.. Her katında ayrı cins malzeme vardı. . Allahtan ki katlar arasında asansör vardı da katları dolaşmak kolay olmuştu. PX de almak istediğimiz şeyler ucuz ve kaliteliydi. Aradığımız her şeyi bulmuştuk. Münih zaten Türk işçileri için ikinci vatandı. Orada pek çok Türk işçisi vardı. İkinci gidişimizde, Bir Türk lokantasına girdik. sahibiyle konuşup tanıştık. Döner yemeği özlemiştik. Yemekten sonra, tekrar konuştuk, Bizim Damat hobi olarak maket yapımını seçmiş, bizden de Metabo takımları istemişti. Lokanta sahibi Remzi beye, durumu anlattık ve en yakın mağazayı sorduk. Eksik olmasın bize yürüyerek gidebileceğimiz bir mağazayı tarif etti. Liste elimizde oraya giderek, aradığımız her her şeyi bulup almıştık.
İ. KIRAL SARAYI
Bir hafta sonu da, tavsiye üzerine, Oberrammargao’ya yakın, Alman kralı Lutvig II.nin sarayını görmeye gittik. Yine yüksek bir platform üzerinde, çeşitli ağaçlardan oluşan orman içinde, sade fakat güzel bir saraydı. Kral buraya dinlenmek istediği zaman geliyormuş. Bizim padişahların av köşkleri gibi. Ama saray, iki katlı ve daha görkemliydi. Bahçesi ve önündeki büyük havuz fıskiye ve yaldızlı heykellerle süslüydü. Ayrıca havuzda, çiçeklerle süslü adacıklar yapılmıştı., havuz çok güzel tanzim edilmişti. Saraya giden yol da parke döşenmişti. Yol, iki taraflı, havuzun kenarından saraya doğru uzanıyor, muntazam kesilmiş lüksturünlerle süslenmişti. Saraya bir kaç mermer basamaktan sonra giriliyordu.. Sarayın içinde on tane oda, misafir kabul edecek salonlar, muhtelif yaldızla süslü heykeller, resimler ve eşyalarla, çok güzel dekore edilmişti. Ayrıca misafirler için saray yavruları, kuleli kiliseler ve müstahdem binaları mevcuttu. Saraya giderken sol tarafta, yeşil bir yamaçta, bir mağara görünüyordu. Buraya girdiğimizde, dikitler ve sarkıtlar, heykellerle süslenmiş olduğunu gördük. Bu güzel manzarayı kaçırmayıp, bir fotoğrafımızı çekmiştik. Ayrıca saraydan biraz daha uzakta, turistler için lokanta ve yiyecek büfeleri de düşünülmüştü., isteyen, istediği yemeği yeme imkanına kavuşturulmuştu.
O güzelim yerden ayrıldıktan sonra, orman içinde biraz daha dolaşalım istedik. Arabayla, sağa saptık. Gide, gide, anlaşılan bir sınır kapısına gelmişiz. Meğer oradan ötesi Avusturya sınırı imiş, Asker bizi uyarınca ters yüzü dönmek mecburiyetinde kaldık. Ancak akşam üstü olmuştu ki Oberrammargao’ya dönebildik.,
J. NAPOLİYE DÖNÜŞ
Obermmargao da on beş günlük kurs bitmiş, artık Napoli’ye dönme zamanı gelmişti. Akşama doğru, haritayı önüme açmış, mesafeye bakmıştım. Bir günde alınabilecek yol değildi. 1100km. Arabanın port bagajında çadır vardı, Zaten hiç indirmemiştim. Bizim aldıklarımız neyse de Damat için aldıklarımız çok yer kaplayacaktı. Burası emniyetli bir yer olduğundan, eşyaları, akşamdan arabaya yerleştirdim. Bagaj ve arabanın arka koltukları dahil her yer dolmuştu. Şoför mahallinden arka tarafımı görmek mümkün değildi. Bu durumda sabah erkenden yola çıkmalıydık
Nitekim, saat 0430 da yola koyulduk. Artık hep yokuş aşağı iniyorduk. Avusturya, İnsburg’a gelince, yol kenarında bir park yeri bulduk. Arabayı durdurup, tepeden aşağılara doğru manzarayı seyrederken, arabanın içinde hem kahvaltı yaptık, hem de burasının ünlü bir kayak merkezi olduğunu hatırladım. Yine yokuş aşağı yola devamla, Balzano,-Trento,-Ver ona-mantova-Modena.! Burada yani Modena’da durup öğle yemeği yedik.. Benzin aldık ve tekrar hareket ettik. Yasemin yanımda, zaman, zaman kestiriyor. Ben ise aynı gece bir benzinlikte durmak suretiyle yarım saat kestirebilmiştim. Araba eşya yüklü olduğu için, herhangi bir hırsızlığa karşı, Arabadan ayrılmama imkân bulamıyordum., Napoli’ye gelişimiz ertesi günü saat 0400 ü bulmuştu.. Aşağı, yukarı 24 saat yol kat etmiştik. Hoş yollar güzel olmasa bu mesafeyi göze alamazdım ya! Kilometre saatine bakıyorum, tamamı, tamamına 1100km.idi. . Yorgunluktan bitkinim. Kımıldayacak halim yok ama hırsızlıktan dolayı eşyaları arabada bırakıp yatamam ki. Zar, zor eşyaları yukarı çıkardım. Ondan sonra, hiç bir şey yemeden kendimizi yatağa atmıştık..
K. ADADA PİKNİK
Tekrar NATO Karargâhı’nda işe başlarken, Ağustosun ikisi olmuştu. Bizden bir sene önce gelenler, dönüş hazırlıklarına başlamışlardı. Karşı Apt.da oturan pilot Bnb. Doğan Perk de bunlardan biriydi. Bizim karşı dairemizde oturan Bnb. Hüseyin Şaşmaz ile bana bir tahlifte bulunmuştu. Hafta sonunda, son defa, üç aile bir piknik yapalım istiyordu. Piknik yapacağımız yer, Napoli’nin batısında bir ada idi. Bir sene önce gitmişler, çok memnun kalmışlardı. Tek araba ile gidecektik. Hüseyin Şaşmazın böyle büyük bir Amerikan arabası vardı. Gideceğimiz yol kısa olduğundan, hepimiz bir arabaya dolduk.. . (Genellikle İtalyanlar da böyle kalabalık halinde arabaya binerlerdi. küçük çinko-centolardan sekiz-dokuz kişi çıkardı da hayret ederdik.)
Nihayet yola çıktık. Sofiye Lorenin köyü olan, Pozoli limanından bir feribota bindik. Biraz gittikten sonra, bir ada göründü uzaktan, feribot oraya yanaştı. Biz, Hüseyin Şaşmazın hanımı ve çocuklarıyla adaya atlayıverdik. Sanki diğerleri de arabayla bizi takip edecekler gibi gelmişti. Feribot hareket edince durumu anlayabildik. Bizim şaşkın bakışlarımız arasında feribot gitti. Derdimizi görevlilere anlatmakta zorluk çektik. Neyse, telsiz telefonla konuştular, arkadan bir feribot daha gelecek, Ischia adasına gidecekmiş. Bizim önden giden arkadaşlarla da konuştular, Onlar da Ischia adasın da iskelede bizi bekleyeceklermiş. Gerçekten ikinci feribot geldi, biz ona bindik, on-on beş Dakka içinde Ischia adasına vasıl olduk. Arkadaşlar, İskelede bizi bekliyorlardı. Arabaya binerek, çamlar, yeşillikler içindeki adanın tepesine, piknik yerine vasıl olduk. Orada her türlü kolaylık mevcuttu. Bizim gibi piknik yapmaya gelen insanlar çoktu. Deniz ve orman manzaralarını izleyerek güzel bir gün geçirmiştik. Acele olarak adaya atlayışımız, yalnız kalışımız , İtalyan ilgililerine zorlukla derdimizi anlatışımız, bir hatıra olarak belleğimizde yer edecekti.
Bir gün Ata gündüz paşa beni çağırttı. Odasına gittim. ‘‘Otur sana söyleyeceklerim var’’dedi. ‘’Buyurun sizi dinliyorum’’dedim. ‘‘Yusuf, bak, ayrılma günlerimiz yaklaşıyor. Buradaki arkadaşlar mey anında sana da sicil vermem gerekiyor. Gerek Hava Kuvvetlerindeyken, gerekse burada, senin nasıl çalıştığını biliyorum. General olurken, Pilot arkadaşlarla, hava yer arkadaşların arasında farklılıklar yaşanıyor. Kadro olarak da öyle. On pilot general oluyorsa, buna karşılık kurmay da olsa, bir Hava Yer general olabiliyor. Bu ve başka nedenlerle, sana yüksek not vermek istiyorum, haberin olsun’’ dedi ‘ ‘Size teşekkür ederim, paşam!, siz nasıl uygun görüyorsanız öyle yapın. Ama benim için general olmak pek de mühim değil’’ diye cevap vermiştim. Gerçekten general olmak için daha zamanım vardı. Ağustosun sonunda kıdemli Alb. Olacaktım. General olmak için daha üç senem vardı. O zamana kadar kim öle, kim kalaydı. İllâ ki general olacağım diye de bir hırsım yoktu.
Sene boyunca, zaman, zaman Türkiye’den, görev icabı subay arkadaşlar gelip, gidiyordu. Kıdemli olarak Onlarla ilgilenmek ve buradaki bir arkadaşı, gelenlerle, ilgilensinler diye görevlendirmek benim sorumluluğumdu. Tabii generaller de geliyordu. Onlara uygulanan yöntemler biraz faklıydı. Bu defa, I nci Taktik Hava Kuvveti Komutanı Org. General Tahsin Şahinkaya geliyordu. İstekli olduğundan dolayı, Pilot Bnb. Mahir Kütüğü görevlendirmiştim. Zaten Mahir’i tanıyordu. Günlük resmi görevleri bitirdikten sonra, Akşam yemeği için önce, buradaki generallerle bir araya gelecek, Sonra, Baş konsolos tarafından, bir akşam yemeği verilecekti. Bu yemeğe, burada görevli ,Kara, Deniz ve Hava generalleri de katılacaktı. Son akşam da sıra bizlerdeydi. Mahir Bnb. Deniz kenarında bir lokantayla anlaşmıştı. Uzunca bir masa tanzim edilmişti. Abidin Paşa dahil eşlerimizle birlikte yemeğe katılmıştık. Şahinkaya Paşa, daha ziyade pilotları tanıyordu. Benim ise hem okuldayken öğretmenimdi hem de Hava Kuvvetlerinde iken Loj. Başkanımızdı. Erkan Fercan Bnb.yı da Lojistik Başkanlığı yaparken tanıyordu. Tabii ki Abidin paşa ve eşini de tanıyordu. Dolayısıyla hepimize iltifat kar davranıyordu. Diğer arkadaşlar da dikkat çekmek, biraz da yaranmak arzusuyla Şahinkaya paşa ile konuşmak istiyorlardı. Velhasıl iyi bir akşam geçiriyorduk Yemekler güzel, biraz da içki olunca, herkes neşeli görünüyordu. Yemek bitince, kahveler içildi. Artık evlere gitme zamanı gelmişti. Önce paşaları ve ekibini yolcu ettik, sıra bize gelmişti. Park yeri yolun karşısındaydı. Eşimle, ben tam yolu geçerken, bir araba farlarını yakmış, bize doğru geliyordu ki ışıktan mesafeyi kestirememiştik. Araba acı bir fren yaparak durdu. Eşim önde ben arkadaydım. Araba tam eşimin sağında durmuştu. Şoför, frene basmak suretiyle, Muhtemel bir kazayı önlenmiş, eşim ezilmekten kurtulmuştu. Biz de çok korkmuştuk. İşte ömür boyu unutamayacağımız kötü bir hatıra daha.(Hatıraların hepsi iyi olacak değil ya!)
O. YİNE BİR HATIRA
Eşim genç kızlığından buyana, Migren baş ağrısı çekiyordu.. Baş ağrısı tuttuğu zaman dayanılmaz acılar içinde kalıyordu.. Bazen, mide bulantısı, istifra beraberinde geliyordu. Bazen 24 saat sürerdi, bazen daha uzun. Dr. İğne yapmak suretiyle biraz sakinleştirebiliyordu. Çok doktora gidilmiş, çare bulunmamıştı. Bir de buradaki doktorlara derdimizi anlatalım istedik. 02-03-1976 tarihinde , İnternational hosbital diye bir hastane vardı, oraya gittik. Durumu doktora, İngilizce, İtalyanca, karışık izah ettim. Muayene etti. Bilhassa gözler üzerinde durdu. Bir de iltifat etti. ‘‘Madonnanın gözleri çok güzel’’dedi . İlaç yazdı, ‘‘Daha bu hastalığın çaresi bulunamadı’dedi. Biz doktorun odasından çıktık, eşime Türkçe doktorun söylediklerini izah ederken, hastabakıcının biri yanımıza yaklaştı. ‘‘Sizin konuşmalarınızdan Türk olduğunuzu anladım. Bir hastamız var, et yemeği yemiyor. Üzülüyoruz. bir de siz konuşur musunuz? ‘’Dedi. Yol gösterdi, bizi hastanın odasına götürdü. Hasta yatakta yatıyordu. Bizim Türk olduğumuzu anlayınca, canlandı, çok sevindi. Niyazi Kutlu bir gemi işçisi imiş. Çalışırken ayağına demir.düşmüş. Gemi, yoluna devam etmek için Kutluyu bu hastaneye getirip bırakmış. Tedavi etmelerini istemişler, bir ay sonra dönüp alacağız demişler. Lâkin, hasta ne zaman dönecekler diye merak ediyormuş. Hastabakıcının şikayetini dile getirdik. ‘ ‘ Efendim, domuz eti verirler diye korktum, bu sebeple et yemeği yemiyorum’’ dedi. Durumu hastabakıcıya izah ettim. ‘’Biz, Türklerin domuz eti yemediğini biliyoruz. Yemeklerde hep sığır eti kullanıyoruz’’dedi. Bu defa hastabakıcının söylediklerini Kutlu efendiye tercüme ettim. Memnun oldu. Bundan sonra et yemeklerini yiyeceğini vaat etti. Yapılacak bir şey yoktu. ‘’ Geçmiş olsun’’ diyerek, Evin ve büronun telefon no.sunu verdik. ‘’Bir ihtiyacın ve sıkıntın olursa bize telefon ettir’’ diyerek ayrıldık İkinci defa ziyaretine gittiğimizde, geminin Napoli’ye geldiğini, hastanın iyileştiğini ve alıp götürdüklerini öğrendik. Yukarı taraflarda, L- binasından ve buradaki, oldukça ucuz dükkanlardan bahsetmiştim. L- binasının alt katında, Musevi, Toninin dükkanı bunlardan biriydi. Basit, masa, sandalye, hortum vs. gibi malzemeleri buradan alıyorduk. Epey de Türk müşterisi vardı. Ayrıca, L- Binasında çeşitli malzemeler satan dükkanlar da vardı. Bu dükkanlardan, yalnızca, karargaha girebilen insanlar istifade edebiliyordu. Bir gün de öğle yemeği boşluğundan istifade ederek, eve gitmiştim. Eşimle beraber dönerek L- binasındaki saatçi dükkanından birer saat almak istemiştik. Seiko marka iki saat aldım. Benimki yalnızca kolumun hareketiyle çalışıyor(58 dolar), eşiminki, aynı marka fakat hem hareketle, hem de pil ile çalışıyordu(100 dolar). Bu arada başka dükkanları da dolaşmış, eşimin istediği bir şeyi de almamış, ‘‘sonra alırız, başka yerlere bakalım’’ diyerek, isteğini yerine getirmemiştim. Eve dönerken arabayla nizamiyeden çıktık, bir-iki yüz metre sonra ‘ ‘ arabayı durdur! .ineceğim’’dedi. Baktım ki kararlı, frene bastım. Arabadan indi. Eve yürüyerek gidecek. Anlaşılan bana bozulmuş. Fakat evin yolunu bulmasına imkân yoktu!. Üstelik de ev uzak, yürüyerek gidemez.. Şimdilik yolu doğru ama ben her ihtimale karşı arabayla arkasından takip ediyorum. Bir yere geldi ki nereye gideceğini şaşırdı. Ben arabayı yanaştırarak, ‘ ‘ Hadi gel, hem ev çok uzak, hem de yolu bulamazsın, bin arabaya ‘’ dedim. Biraz tereddüt etmesine rağmen arabaya bindi , ama hiç konuşmuyordu. Böyle durumlarda, benim, anlayış göstermem, üzerine gitmemem gerektiğini biliyordum. Biraz yağcılık yapmam lazımdı ki yumuşatabileyim ve konuşturabileyim. Ancak böyle davranırsam, birkaç saat içinde onu yumuşatmam ve konuşturmam mümkün oluyordu.
Ö. VENEDİK YOLCUSU
İtalya’ya galipte Venedik’i görmeden Türkiye’ye dönmek olamazdı. Bütün arkadaşların gönlünde Venedik vardı. Doğrusu, biz de oraya gidip görmeye can atar olmuştuk. 24 ekim 1975 da yola çıkmak üzere hazırlık yaptık. Sabah saat 0700 de hareketle, Roma-Firense-Bologna, ki burada öğle yemeği yedik, Padova’yı geçtikten sonra, akşam üstü Venedik’e vasıl olduk. Arabayı, park yerinde bıraktıktan sonra GARDENA Oteline yerleştik. Otelin önünden itibaren kanallar görünmeye başlamıştı. Otelin civarındaki bir restoranda akşam yemeğimizi yemek istedik. Çorba hususunda tutucu olduğumuzdan, evde pişirdiğimiz çorbaya benzerini i tercih ettik. sonra, yattık ve yorgunluktan hemen uyuduk. Ertesi sabah, bir gondola binerek, San Marco meydanına gittik. Meydan, daha şimdiden turist kaynıyordu. Meydanda, Turistlerden daha çok da güvercinler vardı. Sanki İstanbul, Yeni Cami önü gibi. İnsanlar onları besliyor, bir bulut gibi havalanıp, sonra yere iniyorlardı. San Marco Kilisesi büyüklüğüyle , kubbesiyle, kuleleriyle hemen göze çarpıyordu. Sanki ilk defa kilise ziyaret ediyormuşuz gibi içeriye girdik. Mermerden yapılmış heykeller, yaldızla süslenmiş çeşitli resimler, kubbenin büyüklüğü ve resimlerle süslenmesi yine ilgimizi çekmişti. Meydan öyle büyüktü ki, lokantalar, büfeler, alışveriş mağazaları ve turist kalabalığı. Biz de turistlere uyarak, bir büfeden, peynirli sandviçle çay alıp içmiştik. Okuduğum büroşöre göre, Büyük kanaldan başka yüzlerce kanal varmış. 110 civarında da kanalların oluşturduğu, toprak parçası, yani adacıklar. Bu adacıkların üzerlerinde de kiliseler, muhtelif binalar. Büyük kanalın uzunluğu 3800mt., genişliği 30-70 mt. Derinliği ise 5mt civarında imiş. Kanalların ayırdığı adacıklar arasında da muhtelif ebatta, bombeli köprüler mevcuttu. Köprülerin bombeli olmasının sebebi ise Su Kanalları üzerinde ulaşımı sağlayan gondolların rahat geçebilmesiydi. Kanallar boyunca, iki-üç katlı eski binalar sıralanmaktaydı. Her binanın önünde bir kayık bulunmakla beraber, insanlar, yakın yerlere gitmek için Bombeli köprülerden de istifade ediyorlardı. Öğleden sonra da turistlerle beraber, gondollara binerek, Venedik’i dolaşmaya çıktık. Gondol içinde, Yaseminin fotoğrafını da çektim. Ayrıca bir de, kanal üzerindeki köprüdeyken Yaseminin resmini çekmiştim.
Mora no adasının bizim için önemi büyüktü, Orada kristal eşya imal eden fabrikalar olduğunu ve kristal eşyaların ucuz satıldığını duymuştuk. Fakat oraya gitme imkanı bulamadık. Buna rağmen, kristal su takımları, sigaralıklar, Heykeller ve içi ışıklandırılmış gondollar alma imkânı bulduk.
Bu enteresan ve güzelim şehirde de ancak üç gün kalabildik ve aynı yollardan Napoli’ye geri döndük.
Artık 1975 senesinin son ayına gelmiştik. Türkiye’ye götüreceğim yeni bir arabanın tipi, modeli hakkında araştırma yapmam, ona göre de bir karar vermem gerekiyordu. Malum serde, İkmalcilik yani lojistikçilik vardı. Benim için arabadan ziyade yedek parçası mühimdi. Türkiye’ye döndükten sonra, Aradığım yedek parçayı her yerde bulabilmem, hem de ucuz bulabilmem benim için önemliydi.. Arkadaşlar ise Opel, Fort, Pejo gibi arabalar üzerinde duruyorlardı. Halen Türkiye’de- Bursa’da, Fiat 124 arabası yapılıyor ve kullanılıyordu. Bir rivayete göre, Fiat marka arabanın yeni versiyonu, Türkiye’de üretilecekti. Henüz ne model olacağı belli değildi. Lojistik Başkanının sekreteri, daha önce İtalya’daki Fiat firmasında çalışmış olan bir Türk idi, Ülkü hanım!. Onunla konuşmak suretiyle, Türkiye’de hangi model Fiat arabasının üretileceğini öğrenmesini rica ettim. Kendisi de bana söz vermişti. Ondan gelecek cevabı beklemeye başladım.
5. NATO’ DA İKİNCİ SENE
Aralık ayının sonu, Ocak ayının başı, bir hafta - on günlük yılbaşı tatili düşünülüyordu. yabancılar için yortu, veya Cristmıs, Biz Türkler için ise yılbaşı tatiliydi. Biz Türklerden Tatilini Türkiye’de geçirmek isteyenler için, İzmir’e NATO uçağı kaldırılacaktı. İzmir’e gidecekler için listeler hazırlanıyordu. Yasemin Çocuklarını çok görmek istiyordu. Onları özlemişti. Ama bizim için böyle bir imkân görünmüyordu. Arkadaşlar mobilya almak için Türkiye’den, ailelerinden para getirtiyorlardı. Biz ise evin taksitini ödemek için Türkiye’ye para gönderiyorduk. Üzülsek de, bu böyleydi, çaresi yoktu.
Ocak 1976 içinde Ülkü hanım, Fiat 131 marka ve model arabanın Türkiye’de üretileceği malumatını verdi. Ben de, İtalya’dan Fiat 131 götürecektim. Fercan Bnb. Otocuydu. Onu da alarak, Fiat arabaları bayiine gittik. Orada, katalogundan, Fiat 131’arabasının özelleri hakkında bilgi aldık. Torino deki Fabrikasından getirtmek üzere, bayi ile 1200,000 Liret’e anlaştık Araba işini böylece anlaşmaya bağladıktan sonra, sıra diğer eşyalara gelmişti. Salon, yatak odası, misafir ve oturma odası takımlarıyla, mutfak takımları için, hafta sonları, araştırma ve tetkik gezilerine çıkmamız gerekecekti. Normal olarak tetkiklerimiz uzun zaman alacaktı. Arkadaşların en çok gittiği mobilyacı, şehir dışında bulunan Petti’nin mağazasıydı. Napoli’nin kuzey batısında da pek çok mobilya mağazası vardı.. Birkaç hafta sonu Petti’nin mağazasına da gidip, tetkik ettik. Bizim zevkimiz başkaydı, diğerlerinden farklıydı. Arkadaşlar genellikle, klasik mobilya almak istiyorlardı. Biz ise daha ziyade modern mobilyayı tercih ediyorduk. Berjer koltuk gibi klasik mobilya alan arkadaşlardan bazılarının, memlekete döndükten sonra, koltukların kurtlandığı hakkında bazı duyumlar almıştık. Bu husus da tercihimizde rol oynuyordu. Renkli televizyon, müzik seti, çamaşır ve bulaşık makinesi gibi ihtiyaçlarımızı da düşünmemiz gerekecekti. Ayrıca Çocuklara, eşe, dosta hediyeler de almalıydık. Bu imkânı bize verdiği için , Allahtan, Devlet ve Milletimize zeval vermesin diye de dua etmekten geri kalmıyorduk. Hele benim gibi, yalın ayak, başı çıplak, köyden şehre göç edip zor şartlar altında yaşamış olan bir kimse için bu imkanlar büyük bir nimetti. Bunu hayat boyu aklımdan hiç çıkarmayacaktım.
A. GANDİLERİN GELİŞİ
Mayıs ayı gelmiş, yine piknik yerlerine gidip, piknik yapmaya başlamıştık. Biz ikinci seneyi bizden sonra gelenler ise birinci senelerini yaşıyorlardı. Gelenler içinde, Kur. Alb. Engin eşi ve iki kızı vardı. Onlarlar la da görüşür olmuştuk. Engin Alb.ın, bir hafta sonu, Monte di casinoya gidelim önerisine katıldık. Monte di casino, ikinci dünya harbinde, Almanların işgal ettiği bir tepeydi. İtalyanları harbe sokmak maksadıyla buraya indirme birlikleri göndermişlerdi. Napoli’nin oldukça uzağında, bir tepenin düzlüğündeydi, piknik yaptığımız yer. Tepeye kadar asfalt yollar yapmışlardı. Tepe ormanlarla kaplıydı. Orada büyük bir bina vardı, Alman askerleri orasını karargâh olarak kullanmışlardı. Amerikan Kuvvetleri, Almanları bu tepeden söküp atmak için çok zorluk çekmişler, büyük bir dirençle karşılaşmışlardı. O yükseklikte hem piknik yapmış, hem de ailece daha fazla kaynaşmıştık.. Bir bakıma 1940 lı yılların tarihini yaşamıştık..
Bu ay içinde, Baldız Fulya, bacanak Gandi Orhan ve kızları Gaye bizi ziyarete geleceklerdi. Bacanak Orhan, sağlık memuru olarak D.D.Yolları Haydarpaşa polikliniğinde çalışıyordu. Zayıflığından dolayı Ona Gandi lakabını takmıştık. Kızları ise 13-14 yaşlarındaydı. Demiryolcu sayıldığı için trene para ödemeyecekti. Yoksa eli oldukça sıkıydı Buraya, bu bakımdan kolay gelecekti. Yine de bazı tavsiyelerde bulunmuştum..Denedikten aktarma yaparken dikkat etmesi, Napoli’ye gelirken ise, Gara girinceye kadar küçük istasyonlarda trenden inmemesini tembihlemiştim. Gandiler için de bir program yapmıştım. Türkiye’den misafir gelince, herkesin yaptığı gibisinden.
25 Mayısta onları karşılamaya, Napoli Garına gittik. Tren geldi ama, bekle, bekle ne gelen var, ne giden demiş. Başlarına bir şey mi geldi diye? Üzüntüyle eve döndük. Eve gelir, gelmez soyunmamıştık ki telefon çaldı. Gandi’nin sesi!. Daha, nerede kaldınız diye çıkışmadan önce, ara istasyonda (Possoli) indiklerini, gelip almamı söyledi. Neyse ki indiği yer Napoli Garından daha yakındı. Hemen ters yüzü döndüm, onları ve bavullarını arabaya aldım, hoş beşten sonra, yolda gelirken ‘’sana ara istasyonlarda inme diye tembih etmemiş miydim. Sen ki demiryolcu sayılırsın, nasıl böyle bir hata yaptın, bizi de meraklandırdın ve üzdün’’diye söylendim durdum.
Yasemin Küçük kız kardeşini çok severdi. Hoş ben de severdim ya! Onun için lafı fazla da uzatmadım. Eve geldiğimiz zaman, Abla-kardeş, hasretle sarılıp, kucaklaştılar. Onlar için, güzel, güzel yemekler yapmıştı. Akşam yemeğinden sonra da geç vakte kadar muhabbet devam etti. Gandiler için yaptığım programa göre hareket ederek, Gülşenleri götürdüğümüz her yere onları da götürdük, gezdirdik. Sorrento’ya götürdüğümüzde, hem metro pizzadan çok hoşlanmışlardı hem de Sorrento imalatı sehpaları çok sevmişlerdi. Bir takım satın aldılar, Ama onlar için nakliyatı zordu. Bu sebeple, Türkiye’ye dönerken, bizim eşyalarla beraber getireceğimize söz verdik. Normal olarak onlarla da muhtelif yerlerde hatıra fotoğrafları çektirmiştik.
Bir gün de Possoli yakınındaki Solfatora’ya gittik. Hani şu, Vezüv yanardağı ile irtibatı olup, sıcak su ve dumanlar çıkaran bataklık sahaya. Orasını çok enteresan buldular ve götürdüğümüze memnun kalmışlardı. Fakat, eve dönüşte, Gandi’ye Ateşçi kızları göstermek istemiştim. Gandi’nin böyle şeyleri sevdiğini biliyordum. Ateşçi kızların bulunduğu caddeye dönerken, bir trafik kazasına sebep oldum. Aslında ölen yaralanan yoktu. Olan benim Woswos’a olmuştu. Sağ yandan kaportası sıyrılmıştı. Biraz da çökmüştü. Neyse ki Kasko sigortası vardı. Benim için tamir süresi önemliydi. Artık misafirler gittikten sonra tamir ettiririm diye düşünmüştüm. O sıralar bir de NATO tatbikatı olacaktı. Napoli’den 80-100 km. uzaktaki yer altı karargahına gidilecekti. Misafirler geleli 15 gün olmuştu. Tatbikat programını öğrenince Türkiye’ye dönmek istediler. Onlar da haklıydılar çünkü ben olmadan Gandiler bir yerlere gidemez, gezemezlerdi. Nereye ve nasıl gideceklerini bilemezlerdi. Bu sebeple tatbikat başlamadan önce Misafirleri yolcu etmek mecburiyetinde kalmıştık.
B. PİZA-
Tatbikattın sonrasında, bu sene 15 günlük izin kullanmak istiyordum. Bu defa, çadırlı kamp değil, otellerde kalmak niyetindeydim. Hatta, Woswos la değil, Fiat-131 i denemek istiyordum. Önce San Remo’ya gidecektik, tahmini mesafe 750km. idi.
07 Haziran, Sabah, saat 0730 da hareket ettik.. Otoyolda, Roma’ya uğramadan Cıvıta Vecchia’ya kadar gittik., Buradan sonrası Oto yol değildi. Fakat yollar hâlâ güzeldi, bir dinlenme yerinde benzin alıp öğle yemeği yedik.. Yolumuza devamla, saat 1800de Piza’ya ulaştık. Bir otel bulup yerleştik. Akşam yemeğini yedikten sonra , yorulduğumuz için hemen yatıp uyuduk.
Sabahleyin kahvaltıdan sonra, Piza kulesinin bulunduğu, Mucizeler meydanına gittik. Her tarafta turist kaynıyordu. Önce, kuleye çıkmak için, 2x500 liret vererek bilet aldık. Yavaş, yavaş merdivenleri sayarak çıktık. Mermer merdivenler, zaman içinde, kullanmaktan aşınmış durumdaydı. Ara sahanlıktan meydanda bulunan, Kadatrali, müzeyi, diğer yapıları ve şehrin manzarasını seyrettik Manzara şahaneydi. Eşimin sahanlıklarda, iki defa fotoğrafını çekmiştim.. Daha yükseklere çıkmak istemediği için, Ben çanların bulunduğu sekizinci kattaki, en üst sahanlığa kadar çıktım.. Kule, yapılışını müteakip, toprağın yumuşaklığından ötürü, zaman içinde 5.5 derece güneye doğru eğrilmişti. İnsan yıkılmadan nasıl böyle eğri durabildiğine hayret ediyordu. Kulenin en üst katından görüntü daha farklıydı. Şehrin bütün genişliğini ve şehir içinden geçen nehri kapsıyordu . Merdiven basamak sayısı ise 294.adetti. Öğrendiğime göre: kulenin yüksekliği ise 56 m. Küçük Piza Devletinin ne zaman kurulduğu belli olmamakla beraber, zamanında Haclı seferlerine katıldığı söyleniyordu. Piza devletiyle, Cenova ve Venedik devletleri arasında rekabet başlıyor. aralarındaki rekabetten dolayı, Katedralin Çan kulesi, Katedralden ayrı olarak, Piza yapılmaya başlanıyor. Piza kulesinin yapımına 1173 yılında başlanıyor. Kulenin yapımı iki yüz yıl sürüyor. Kuleden indikten sonra, Mucizeler meydanında bulunan Kadatrali, Piza dei Cavaliara sarayını, müzeyi ve diğer binaları da gezip görmüştük. Bilhassa Kadetralin mermer yapısı, içindeki mermer heykelleri, tavan ve duvarlardaki yaldızlı resimler görülmeye değer şeylerdi. Turistler gibi biz de öğle yemeğimizi orada bulunan lokantaların birinde yedikten sonra, gezip, görmeye devam ettik. Niyetimiz sabahleyin de şehrin içini gezmekti.
Şehir, genellikle iki-üç katlı binalardan oluşuyordu. Şehrin caddeleri muntazam, yolarları da yeşil ağaçlarıyla süslüydü. İçinden geçen ARNO ırmağı ve üstündeki köprüler şehre bir güzellik ve özellik katıyordu. kuzeyden-güneye, güneyden-kuzeye (Bizdeki Eskişehir Porsuk üzerindeki köprülerinden geçer gibi) geçip şehrin görülecek yerlerini gezdik., Nehre yakın bir meydanda bulunan lokanta’da öğle yemeğimizi yedik, biraz dinlendikten sonra otelimize döndük. Meğer çadırsız gezmek, görmek ne kadar kolaymış diye düşünmekten kendimizi alamadık.
C. SANREMO
10 Haziran, Sabah saat 08 de kahvaltı yaptıktan sonra San Remo’ya gitmek üzere hareket ettik. İmperia’ya girmeden önce dinlenme tesisinde hem arabaya benzin aldık hem de öğle yemeğimizi yedik. Ne de olsa Fiat-131’in içi Woswos tan daha geniş ve daha rahattı. Onun için yolda fazla yorulmuyorduk.
İmperianın içine girmedik ama uzaktan görme imkanı bulduk. Denize doğru uzanan bir yarım ada üzerine kurulmuştu. Arazi yapısı yüksekteydi. Şehrin manzarasını uzaktan seyredebildik. İmperia’dan sonra yol kenarları, sağlı, sollu çiçeklerle bezenmişti. Geçmekte olduğumuz bu bölgeye Riviera di fiori yani Çiçek Bahçesi, diyorlardı. Bu bölgede iklim, sene ortalaması 15-20 derece olarak kabul ediliyordu. Yani kış mevsiminde bile her taraf, çeşitli renkte çiçeklerle bezenmiş oluyordu. Solumuzda, deniz tarafında kasabalar, sağımızda ise tepelere doğru yükselen yamaçlarda, yeşillikler içinde köyler, villalar görünüyordu. Hedefimiz San Remo idi. Oraya varıncaya kadar, her taraf cennetti sanki, Gözümüzü renklerden, manzaralardan alamıyorduk. San Remo’ya geldiğimizde saat 1700 idi. Artık Güneşin batışını- gurubu buradan seyredebilecektik. LOLLİ adında denize yakın bir otel bulup yerleştik. Otel odasında her şey düşünülmüştü. Banyoda ve lav oba’da devamlı sıcak su akıyordu. Balkona çıktık, etrafı seyrediyoruz. Hemen otelin yanında enteresan yapıda bir bina görüyoruz. Kuleleri yuvarlak ve yükseldikçe minare gibi inceliyor. Binanın tabanından itibaren renkli sütunlar binanın çevresine konmuş. Sütunlar dahil ta kulelerine varıncaya kadar binanın her tarafı renklere, bilhassa yeşil desenlere bürünmüştü. Otelin odası, gar dolaplar, komedinler, karyola, yatak örtüleri ve çarşaflar sade ve tertemiz. Akşam yemeği için otelin lokantasına indiğimizde, Herkese güler yüzle davranan, iltifatlar eden otel sahibesiyle tanışıyoruz. . Bu arada Otelin yanındaki enteresan bina hakkında bilgi aldık. Orası bir Rus kilisesi imiş. Bu binanın daha büyüğü Rusya’da, Moskova’da bulunuyormuş. Yemekten sonra odamıza çıktık, tertemiz yatak içinde, uykuya daldık.
Sabahleyin, otelin lokantasında kahvaltı yaptıktan sonra, ki saat 1100 civarıydı deniz kenarına doğru yürüyüşe çıktık. Denize çok yakın, güzel tanzim edilmiş, çiçeklerle ve palmiye ağaçlarıyla süslü bir park görüyoruz, Banklara oturup, hem dinleniyor, hem de etrafımızı seyrediyoruz. Park öyle hoşumuza gidiyor ki, hatıra olarak, çiçeklerin arasında, birer hatıra fotoğrafı çekiyoruz. Parkın hemen yanında da plaj olduğunu fark ediyoruz. Havanın sıcak, plajın da tenha olduğunu düşünerek, otel’e dönüyoruz. Plaj kıyafetlerimizi giyip, gelerek denize giriyoruz.. Bu İtalya’da , denize girdiğimiz ilk plaj oluyor. Napoli veya başka yerlerde denize girmek hiç aklımıza gelmemesine rağmen, bu bölgeye gelirken, böyle bir şey düşündüğümüze seviniyoruz. Halbuki Yasemin denize girmeyi çok severdi. Sevindiğimiz diğer bir husus da bu bölgeye çadırsız gelişimiz oluyordu..
Öğle yemeği ve biraz istirahat ten sonra, şehri dolaşmaya çıktık. Tabii arabasız olarak. Şarkı yarışmalarının yapıldığı, yuvarlak İmperia adlı…binayı gördük, Bütün sokak ve caddeler, muntazam, çiçek ve palmiye ağaçlarıyla süslüydü. Eski ve tarihî yapılar, Villalar, kiliseler, saraylar, Şatolar olduğu gibi, yeni yapılmış binalar, villalar da vardı. Moderndi. Turistlerin çok olduğu bir yerdi San Remo. Hemen şehrin merkezine yakın, yüzlerce bembeyaz yatların bulunduğu YAT LİMANI da görmüştük.
Akşam yemeği Tertemiz kokuyorlardı. Demek ki çarşafları her gün değiştiriyorlardı. Yarın sabah, Cannes ve Monoco’ya gitmeyi düşünerek rahat bir uyku uyuduk
D. CANNES- MONOCO
Tabiatımız icabı, erken kalkmaya alışıktık. Ama Kahvaltı yakıncıya kadar saat 0900 u bulmuştuk. Karar verdiğimiz gibi San Remo’nun batı sahilini takip ederek Cannes ve Monoco’ya doğru hareket ettik. Zaten mesafeler uzak değildi. Cannes’da bilhassa deniz kenarlarında yüksek modern binalar mevcuttu. O yüksek binaların önünde, geniş bir meydan, ve büyüklü, küçüklü, şahane yatların bulunduğu Yat limanı vardı. Beyaz yatlar nazlı, nazlı sallanıyorlardı. Orda da hatıra olarak birer fotoğraf çekmiştik. Cannes kumarhaneleriyle, araba yarışlarıyla meşhurdu. Burada da turistler şortlarla, omuzları, sırtları açık, ayaklarında düz, rahat ayakkabılarla dolaşıyorlardı. Şehir olarak çok moderndi. modern yapılar, yüksek binalar çoktu. Şehrin batısına doğru bir halk plajına rastladık. Hazırlıklı geldiğimiz için burada da denize girme imkânı bulduk. Bu tarafta daha ziyade villa tipli binalar çoğunluktaydı.
Öğle yemeğimizi yedikten sonra Monoco’ya doğru, yine deniz kenarından yolumuza devam ettik. Monoco, filmlerden de hatırladığımıza göre küçük bir krallıktı. Prens Rainier ve Prenses Grence Kelle’yi hatırlamayan yoktur zannederim. Prensliğin Arazisi hem dar, sahası az, hem de deniz kıyısı dışındaki arazi yapısı yüksekti, denize kıyısı ise dardı. Buna rağmen deniz kenarında, betondan yapılmış genişçe bir şerit görünüyordu. Her şeye rağmen Yat limanlarını ihmal etmemişlerdi. Bembeyaz yatlar sanki uyuyan güzeller gibiydiler. Şehrin yolları, pek çok tünellerle devam ediyordu. Tünellerin üzerindeki arazide ise bembeyaz binalar mevcuttu. En üst tepede de bembeyaz kral sarayı göze çarpıyordu. Yanında da küçük saray yavruları. Burasını arabadan inip gezerek değil, araba içinden yolarda dolaşarak görüyorduk. Daha ileri gitmedik.. Monoco’dan geri döndük, yine aynı güzellikleri seyrederek otelimize geldiğimizde saat 1830 civarındaydı.
Ertesi günü, yine otelin yakınında bulunan parka ve yanındaki plaja gittik, bu defa yalnız ben denize girdim. çıktıktan sonra biraz rüzgar yedim. Öğle yemeğinden sonra da alışveriş için mağazaların bulunduğu, şehrin en kalabalık yerine gittik Yasemin için hasır çanta, bana gömlek, sigara tablosu vs. aldık., 13 Haziran günü yola çıkmaya karar verdik. Dönüş yolunda, bir akşam Pizza’da kalırız düşüncesinde idik.
Sabah kahvaltıdan sonra yola çıktık. Çiçeklerle bezenmiş bu güzel yerlerden ayrılırken, bütün güzellikleri içimize çekmek istiyorduk. Ciprasa’ya kadar, yol boyu, etrafımız çiçekler içindeydi. Bir dinlenme yerinde oturup çay içtik. Orada eşimin bir hatıra fotoğrafını daha çektim. normal yoldan sonra Oto yola çıktık. Bu sırada, benim karnım ağrımaya başladı. Oto yolda nerede durabilecektim. Muhtemelen, dünkü denize girişimde üşütmüştüm. Artık benim gözüm bir yer görmüyordu. Yalnız önüme bakıyor ve gaza basıyordum. Nihayet, Piza’ya girmeden önce bir benzincide durduk. Hemen tuvalette koştum. Orada epey kalmak mecburiyetinde kaldım. Artık rahatlamıştım. Benzin alıp, yemek yedikten sonra, Piza’ya uğramadan yola devam ettim. Eşim Piza’da bir gece kalmamızda ısrar ediyordu. Ben ise yola devamda kararlıydım. Yol otoyol değildi, ama çok güzeldi. Denize yakın geçiyordu. insanları, plajlarda denize girerken görüyorduk..Bazen de arazi yapısı gereği, denizi göremiyorduk. Nihayet, Roma’yı da geçtikten sonra, gece yarısı Napoli’ye, evimize vasıl olmuştuk. Allahtan Fiat-131 herhangi bir arıza göstermemişti.
Henüz, iznim bitmemişti. Bu arada yapacağımız çok iş vardı. Alacağımız eşyaları tamamlama imkânı bulamamıştık. İşe başlamadan önce büyük eşyaları satın almamız gerekiyordu.
Öncelikle Woswogen’i sattım. Arabayı iki sene önce 900 $ a satın almıştım, iki sene kullandıktan sonra, 1200$ a sattım. Bir hafta boyunca şehir dışındaki mobilya mağazalarına taşındık. Bir salon takımı aldık ki büfesi siyah tik ağacından imal edilmişti. masasının üstü uzunlamasına kalın camdandı. Sekiz adet sandalyesi ise ayakları ve arkalığı nikelaj ve deri karışımı, oturacak yeri deridendi. Satıcının ifadesine göre, Mercedes ile, diğer otoları mukayese ediyor, bunlar için ise Mercedes diyordu. Her ne hâl ise bunu da tamamlamıştık. Artık alacak, ufak, tefek şeyler kalıyordu ki bunlar için ise hafta sonlarımız kafi gelecekti
index.htm
zorlu19-2.htm