- 1800 Okunma
- 12 Yorum
- 0 Beğeni
Aynadan Damlayanlar
Sonra incinmişiz, incinmişiz sonra, en son incinmişiz, incinmişiz biraz da/ha...
Bulutlarımızın bezginliğinden belli; üzerimizde yakışıksız bir hüzün oturmamış neşemize...
Bugünlerde sağ-cılık, sol-culuk eskidi efendim. Devrimler bile eskidi. Artık insanlar daha cezbedici mevzulara yoğunlaşıyorlar. Teknolojik bir çağda, fazlaca hidrolik ve mekanik bir düzeyde seyrediyoruz hayatımızı. Dokunmatik ekranlarımızla, dokuna dokuna a-sosyalleşen günlerimize, sanal bir sandalda kıyılarına çarpa çarpa düzenimizin, içine ede ede affedersiniz içimizin, hatta iç ola ola kaburga dolmasının kuş üzümlü harcı gibi, bizim de bir giderimiz vardır diyerek teorikte zorluyor ve zorlaştırarak pratikte kolayca yaşıyoruz elhamdülillah!
Bir parçasıyız artık, parçalanmış bütünün. Lanet edilen, beddua edilen suredeki ’odun hamalı’ insancıklardan çokça mevcut öte berimizde. Heybesinde ateş yığınları taşıyan nicelerine baktıkça irkilenler kadar irkilmeyen, şaşırmayan, alışmış bir kitle de söz konusu.
Evlerimiz zeytinyağlı pırasa ve çamaşır suyu kokuyor. Görünüşte her şey steril. Kumandalarımızı çocuklarımızdan daha çok okşuyor, daha az hamd ediyor, daha çok söyleniyoruz. ’Şükür’ lügatımızda kaybolmaya yakın bir kelime artık; yahut bir futbulcunun soyadı yalnızca! Bergamotlu çayımızı içine pötibör batırıp içiyor ve kayıtsızca, sorgusuzca, günlerimizi bitmeyecekmişçesine heyecansız, telaşsız ve kıpırtısız durarak mutlu mesut harcıyoruz. Saklamak istediklerimiz bilinsin istiyoruz bazen. Keza bir o kadar da görünen gizlerimiz saklansın istiyoruz. Her şeyi içimizin devasa okyanusuna atarak buhrandan çöp yığınları koleksiyonu yapmakta yarışıyoruz.
Sevgimize acıdığımız zamanlar da oluyor. Çılgınca nefret edebilmeyi dilediğimiz ve neden sonra nefretten ve öfkeden arınmayı kutsal saydığımız anlara teslim olmayı umuyoruz. Öylesine bir yılgınlık ki bu, yani nefrete bile üşendiğimiz... Gazap ve azap arasında bir harf fazlalığı var; hala çözemediğimiz. Kibrimizi ağaçtan toplarken bulduğumuz ilk dala astığımız sevgimiz ve yükseklerde gezdirdiğimiz gaddarlıklarımız var bizim efendim. Oysa edeptendir sevmek, sebeptendir. Cüsse işidir ya, cürümünüz kadar aşk’ı ateşe verebilirsiniz. Kalbinizin büyüklüğü kadar suda, ateş ederken boğabilirsiniz nefsinizi.
Ne diyordum efendim... Güzel insanlar da var bu hayatta. ’Haber koklamayın!’ diye dua edebilecek kadar kendinden emin insanlar var. Her türlüsü sağlığa zararlıdır haber koklama eyleminin. Cehenneminize fazladan ateş ve odun taşımayın diye -sırf sizin akıbetinizden endişe duyduğu için- kendini parçalayan insanlar var. Uyarıcı etkileri var. Alim’sen çekersin uyuşturucu etkilerini sinene. Değilsen hangi söz sana hak getire! İftiradan, kuru gürültüden, fitne fücurdan, ’denilen ve konulan’ o dilimizin söylemeye varmadığı söz yığınlarından uzak durmak, ne büyük vasıf, ne büyük meziyet! İhsan et bizi, ihsan et Rabbim.. Korumak lazım kendini vesselam...
Stres bedenimizin bir parçası olmuş adeta. Burnumuzdan soluyoruz hayatı. Herkeste bir baş ağrısı, mide sancısı, depresif belirtiler... Ortaya saçılmış ilaçlar, hastane dosyaları, randevular, kan sonuçları... Bir şeyiniz yok efendim. C-an sıkıntısından kendinizi dinliyorsunuz biraz fazlaca. Hepsi bu! Sıkı can iyidir derler büyüklerimiz, kolay çıkmaz. O kadar sonsuz yaşamak isteyen kim! Bıdı bıdı, hiç fikrini sormuyorlar ne istiyorsun, nereye yürüyorsun, amacın ne! diye...
Beynimizi kemiren düşüncelerimiz var. Aklımızı kuşatan gel gitlerimiz... Kimselere anlatamadığımız, anlatırsak anlaşılamamaktan korktuğumuz endişeli hislerimiz var. Keşkelerimiz, belkilerimiz, aslındalarımız bir bebek gibi mızıldanıyor içimizde. Avutmaya çalıştıkça sesi yükselen çığlıklarımız var. Dolup dolup taşmakta usta eskicileriz bizler. Her şeyi eskitip öyle kıymetini anlarız efendim. Pahabiçilmezdir bizim eskiyen acılarımız, özlemlerimiz, sevinçlerimiz. Yeni olan her şeyi kullanıp bir paçavra gibi kenara iteriz biz. Ölümler bile eskidikçe ağırlaşır fıtratımızda. Eskisin ve yıllanmışlığıyla dibe çöksün isteriz. Öyle sindiririz ancak içimize. Öyle kabullenebiliriz yeni(lmiş)liğimizi...
Tarihi biz yazar, yazmak ister, yazamasak da deneriz. Hepimiz en sevgili, en özeliz. Çünkü bizler, evvelce yazılmışları genelde reddederiz. Dünya bizim etrafımızda raks eder, biz her şeyin en güzelini isteriz. İmkan verseler, uzaya bile gideriz. Özgüvenimizden o kadar eminiz! Egomuz tavanlarda, büyük küçük her dağın efendisiyiz. Sayıları severiz. Oyunlarda yer kapmayı, her konuda söyleyecek bir söz bulmayı, tasavvufu, sanat müziğini, kronolojiyi, yüksek oktavlı söz öbeklerini, ’afili filintalar’ı, ’Leyla ve Mecnun’u, karayı ve kalemi pek severiz. İsteriz ki, bir yıldız kaysın ve her şey düzelsin. İhtimallerimiz bizim bekareti bozulmamış, el değmemiş efsanelerimizdir efendim. Bir çiçek açar dünyanın öteki ucunda; yeşeririz!
Başı boş gezen itlerin karda tirtir titrerken üşümesi gibi, aciz değiliz aslında. Küfretmeyi bilsekte, etmesini sevmeyiz. Beceremediğimizden değil hani, zira biz her şeyi bilen çok bilmişlerden olduğumuz için bunu da biliriz. Küfür en sevimsiz slogandır ruhta, dağıtmayız, saçmayız etrafımıza, bekleriz... Dağılmayız da boşlukta. Avaz avaz kafiyesiz, imla hatalı ve dağınık sergüzeştimizle susarız içimizden. Yasaklanmış kitaplar, okunmamış şiirler ve dinlenmemiş müziklerle yorulmak isteriz.
Bizler bu dünyanın iki yakasına tutunan şaşkınlarız efendim. Günlerimizi tozlu, yatağımızı toplu, ellerimizi lap topdayken güvende hissederiz. Asma kilitli kalıplarımız var bizim. Aymazlık, yani gaflet, yani adı her neyse hastalığına tutulduğumuzdan beridir, evlerimizden yılgınlığımızı eksik etmeyiz. Sonu hep kendine çıkan bir yolda ilerlerken, durmadan kendiyle böbürlenen egoistler olduğumuz için övünmeyi ve başa sarmayı bir borç biliriz. Burnumuzu uzatmasını seven bencil masal kahramanlarıyız, yalancıyız biz. Bir zamanlar kefenlediklerimizin ruhuna bir el-fatiha okumaktan aciz dilbazlarız biz! Ekonomi düşmüş, inmiş, terör boy vermiş, bizim bakkal kepenk indirmiş bize ne! Benciliz diyorum efendim, benciliz biz...
Söylemiş miydim efendim? İçimizde bir kedi, durmadan içimizi tırmalıyor. ’Nedir derdin?’ diye sormaya mecalsiz insancıklarız biz... Darma duman hayatlarımızı, ’kader’ diyerek avutan zavallılarız biz... Tarçın ve karanfil kokulu sabahlar düşleyen düşbazlarız biz... Lafzen! demişken, bu bir insan-lık duyurusudur. Evet efendim son ihbarım şudur ki; güçlü olduğunu sanan imzasız, mühürsüz, aldattığı kadar aldanan cüce kahramanlarız biz...
fulya/şubat2012
YORUMLAR
Son dönemde okuduğum en güzel kalemsin biliyor musun Fulya..
Desen ki niye inan izah edemem.. Sadece bildiğim şu ki ; sözün menzili çıktığı kaynağa bağlıdır bu yüzden dudaktan çıkanlar kulağa, yürekten çıkanlar yüreğe ulaşır ..
Bazen bir şey söylüyorsun ordan, burada öyle bir yere vuruyor ki..
Neyse .. İyi ki de vuruyor..
Sevgiyle..
Çok güzel. Tanımlamalar, saptamalar, yargılar... Hepsi bana göre çok güzel ve gerçekten ayna yansıması kadar sahici. Kalemini özlediğime değmiş Fulya. Bu kadar ara verme ama. Kendini her alanda özletiyorsun güzel yazarım.
Benim günümün yazısı bu çalışma. Dilerim daha çok kişi okur.
Sevgiler.
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
1. Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi?
2. Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?
3. Onların üstüne ebâbil kuşlarını gönderdi.
4. O kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu.
5. Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.
Fil süresinde, Allah (c.c.) Ebu Leheb ve karısının yaptıklarından dolayı çekeceği cezadan bahsetmektedir. Nasıl ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz. Hatice'nin maddi kaynaklarını tebliğ için kullanıyordu, öyle de Ebu Leheb ve hanımı da bu tebliğin olmaması adına, İslam adına tebliğ ve irşad mesleğinde çabalayan insanların var olma kaynağı Hz. Muhammed (s.a.v.) için nice iftiralarda bulunmuşlar ve bu yolda çabalamışlardır.
Velakin Rabbimiz, çok sevdiği bir insana yapılan iradi şeytanlıkları ve de kötülükleri karşılıksız bırakmayacağını, Tebbet süre-yi kerimesinde bizlere de bildirmiştir. Peki, biz bu süreden nasıl bir hayat dersi çıkartabiliriz kendimize. Evet, senin de dediğin gibi eskidi çoğu şey; çoğu heyecanlar pörsüdü ve insanlar 'tek' insan olma gayesinde birleşme çabasına girmişçesine aynı çark içinde uyuşturulan topluluklar haline dönüşmeye başladı. Pek’ala bu işin başka bir boyutu, bize bakan yönü; biz ne kadar kendimizi düzeltme yolunda ilerliyoruz, ne kadar takvalı kullar olmaya çalışıyoruz.
Ellerimiz dokunmatik ekranlardan telefonlar, sosyal olmaya çalıştığımız zamanlar bir fiyasko! Sanki insanlığın güzellikten nasibi yokmuşçasına, kaynayan dert kazanı içerisine bir kötülük de biz, kendi ellerimizle koyuyoruz. Teorikte zor gözüken, insanların 'Yok, canım olur mu hiç be evladım?' diye dedikleri evhamlı hâlleri biz şimdi yaşıyoruz Bu demek değil ki teknoloji insanız bozuyor, insan böylece gevrekleşip, hissiyatı köreliyor. Bu yazıyı okurken bazılarının da aklına takılabilir; 'Yahu baksanıza, teknolojiyi kötülüyorlar. Hâlbuki kendisi de teknoloji ile bu yazıyı bizle paylaşıyor.' Böyle değil senin demek istediğin yazıda. İnsana iradesi verilmiş ki; iyiyi ve kötüyü ayırabilsin. Bu bir tür, seçimde muallâk da kalmış ruhlarımız ve iyilikten kopma mesafesinde yaşayan canlarımız için bir cihet açıyor, bir pencere açıyor.
Bir karikatür var. Bir adam ölüyor, elini kaldırmış denizden dışarı; millet de telefonları ile o adamın görüntüsünü çekiyor. Evet, bu coğrafyada yaşayan insanlarımızın en güzel hasletlerinden biri olan 'merhamet' duygusu sanki kayboluyor, siliniyor. Yazıda da dediğin gibi; 'Heybesinde ateş yığınları taşıyan nicelerine baktıkça irkilenler kadar irkilmeyen, şaşırmayan, alışmış bir kitle de söz konusu.' olan bir toplum olmaktayız. Bu dünya olarak da böyle! Peki, senin yazıda demek istediğin bir süreç bildirme mi; yoksa bu süreçten kaynaklanan kaygılar mı, çözüm bulmak mı, çözümü aramak mı? Hangisi? Elbette hepsinden bir parça! Felaket tellallığından ziyade, dinimizin de en birincil manalarından olan 'Nasihat' faktörünü kendimize, iliklerimize kadar işletme mücadelesidir. Biz nasihate, biz örneklerle, timsaller ile beraber varlığın en müthiş biyolojik ve de mekanik özellerine sahip canlısı olaraktan daima canlı kalmalıyız, yozlaşmamalıyız!
Biz, evvelen nefsimize doğrultulan oklardan yara aldıktan sonra merhemi sürmeliyiz. Allah için kendimize sormalıyız; 'Ey nefsim, Ey ben; söyle Allah'tan ne kadar korkuyorsun?' Bu soru ne kadar da önemsiz bir soru geliyor bize şimdi değil mi? Aslında bu soru varlığımız için ilaç, merhem! Varlığımızın yegâne sahibi ve esirgemek için bize Latif sanatıyla, Rezzak ilgeçliğiyle dünyamızı şenlendiren ve bize peygamberleri ile müjdeli haberler verdirten bir Rabbe karşı korkusuz olmak, ondan çekinmeden yaşamak nasıl bir ahlak anlayışı olabilir. Pratik de yaşıyoruz Elhamdülillah ama ya gerçek olarak, boyutsuz olarak yaşıyor muyuz? Takva dairesi içerisine girme mücadelemiz var mı? Hep aynı tembellik ve atalet mi dolu içimizde? Yorgun muyuz, işimiz mi vardı? O Rabbi anmaktan ve O'nun adınının yayılmasını engellemek girişimlerde bulunmaktan hangi varlık lezzet alabilir? Şeytan mı? İnsanlar şeytanlaşıyor mu? İnsi şeytan olarak yeni varlıklar mı ortaya çıkartıyoruz?
Bencil değil miyiz? Benciliz efendim, bencil! Mavi boncuk avuçlarımızda, gözlerimizde hayatın kiri diye diye, cebimizde nemlenmiş paralarla örtülü bir hayat! Tek kaygımız bu hayatmışçasına, insanlarımız maddi bir köhnelik duvarıyla örtülmüş ve stres yamaçlarından uçurumlar arayıp bulan ve intiharlar eden bir varlık hakine dönüşüyoruz. Neden? Yanımızda evladımızı süngüler ile öldürdüler mi? Evimize girip, eşimizi bacımızı gözümüz önünde tecavüz mü ettiler? Annemizin, babamızın gözlerini kızgın maşalarla mı söktüler? Testereler ile vücutlarımız doğrandı mı? Kaçımızın kafasını kaynayan kazanlar içine koyup da 'Allah'a inanma!' diye zorladılar? Kaçımız namaz kılıyor diye, Kuran okuyor diye evinden zorla çıkarttırılıp, bitli zindanlarda aylarca kaldı? Bunlar birkaç bin sene önce de vardı, birkaç on sene önce de! Biz bahane oluşturmak da usta canlılarız. 'BAHANE VARLIKLAR' olarak yaşamak arzumuz sanki! Kendimizle, çocuklarımızla, onunla, bununla övünürken; tek övünç kaynağımız olması gereken ALLAH (C.C.)'yı sadece zor zamanlarda dilimizle yad ediyoruz. O da kuru bir dua olarak kalıyor. Peki, bu mu Hakkın isteği, bu mu bize verilen dünya görevi?
Bizim gibi insanlardan her sözü işitmeye, bazılarının övgülerini almak için canımızı dahi verirken; en güzel insan ve bu kâinatın yaratılış gayesi Hz. Muhammed'in istediği Allah'ı anın ve fenalıklardan uzaklaşın yolunu ne kadar takip ediyoruz, ne kadar hayatımızda bulunduruyoruz?
Bu tavsiyeler değil ilk başta başkası için, kendimiz adına olmalı! Evet, hatırlarsan bir ara mahallenizde şehit olmuştu da nasıl veryansın etmişti mahalleli! Şimdi, hangi insan nefsi için, kötülükleri için öyle veryansın edebiliyor? Ahrete gidenler bu dünyanın farazi işlerinden uzaklaştı da, rahatladı diyoruz. Bu da bir hata! Bu yanlış bir söz! Dünya'da ölene kadar Merhamet kapısı açık! Rahmet lafızda ve örnek de yanlış olmasın, Allah açmış kollarını insanlara sesleniyor: 'Gelin kullarım, gelin! İradeniz ile iyi ameller işlemeye yönelin! Yolumdan çıkmayın!' Ama biz kendi tanrılarımız ile, ilahlarımız ile memnunuz değil mi?
Ne de olsa 'cüce kahramanlar ' biziz!
Ne de olsa...!
-Rabbim bizi hasetten, kibirden, riyadan, dedikodu ve gıybet bataklığından, kendinde olmayıştan, merhametten yoksun olmadan, tembellikten, yoksunluktan, başkasının hürriyeti altında ezilmekten muhafaza eylesin ve bizi Salih kullarından eylesin! Tahkik-i iman ile beraber cüce kahramanlığımızdan soyunup, gerçek tevazu şuuru ile son nefes de ‘la’ derken, O’ndan başkasını anmamayı ve O’na yönelmek de daima coşkuyla, sürur ve bahtiyarlık ile olan abd-i zahidlerinden, müşfik canlılarından eylesin! …Amin!
Saygılar Ablacım….