- 736 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
NASIL OLURSA OLSUN
Yahya Kemal Beyatlı’nın, "Hiç şaşmayan saat gibi işler durur kader." sözleri, az sonra anlatacaklarımı neredeyse doğruluyordu.
Bu üç sözcük tılsımlıdır. Aman dikkat! Siz siz olun amacınız, emeliniz, arzunuz, hayalinize kavuşmak için şu, “ Nasıl olursa olsun,” sözcüklerini bilinçsizce kullanmayın! Zamanında ben bu üç sözcüğü sıklıkla kullanırdım, kullandım ve sonucunu gördüm. Dudaklardan bile fısıldanmayacak bu sözcükler evrenin görünmez yazım tahtasına not edildiğini düşünüyorum.
Hani ok yaydan fırladıktan sonra geri dönmediği gibi, sözlerimizin de geri dönüşü olmuyor.
Genelde bir dilek dilerken, sıkıntılı bir andan sıyrılmak, kurtulmak veya sıvışmak isterken, birine kavuşma arzusu ile yanıp tutuşurken, bir şeye sahip olmak veya birine, birilerine yoğun kin-nefret biçip “ah” ettiğimiz de düşünün bir; o an hangi sözcüklere dilimiz bağlanır?
Nasıl Olursa Olsun!
Kullanmaz mıyız, bu üç sözcüğü? Öyle ki, düşünce gücümüzü tamamen bu sözcüklere odaklandığımızda gizemli kareler peşi sıra yaşanacaktır. Tıpkı 1999 yılında benim yaşadığım gibi…
Yıllar önce İstanbul’un yoğunluğundan, stresinden, kaoslu sosyal yaşamından, suları akmayan çeşmelerinden, önceden 77,5 sonraları 177,5 olan mozaik kültüründen kurtulmak, kaçmak istemiştim. Gittikçe artan nüfusla birlikte varoşların sosyal dokusunu hissedilir biçimde yaşamaktan sıkıldığım koca şehrimden, bir de artan hayat pahalılığı canımıza tak etmiş, beni ve ailemi yıldırmıştı. Zamanla, İstanbul dışında bir başka şehirde yaşama hayalimiz, adeta bir tutkuya dönüşmüştü. Ve ailece dudaklarımızdan sıklıkla, ”Tanrım nasıl olursa olsun yeter ki, bu şehirden kurtulalım,” sözcükleri bir dua gibi dökülüyordu.
Ve gün geldi duamız kabul oldu. Maviyle yeşilin buluştuğu Kaz Dağlarının yamaçlarında şirin bir beldeden küçük bir yazlık daire satın aldık. 1999 senesinin temmuz ayında zümrüt yeşili bu şirin yazlık beldeye taşındık.
Elimizi musluğun altına tutup kana kana su içiyor, klorsuz-kireçsiz suyun tadını alıyorduk. Gök kendi rengindeydi. Yeryüzü ile gökyüzü çok uzak değildi. Binalar iki-üç katlıydı. Yeşilin her tonu doğaya hakimdi. 250 çeşit zengin bitki dokusuyla, mitolojik önemiyle tarih kokan cennete düşmüştük. Yörük ve Türkmen Kültürünün Anadolu’ya has terbiyesindeki sosyal rengin baskın olduğu beldemiz; o koca şehrimizi aratmayacak derecedeydi ki, hem göze, hem de gönlümüze hitap ediyordu.
Mutluluk ve huzurun kanatlarıyla adeta uçuyorduk. Deniz, kum ve güneş, “oh ne ala bir keyif!” sevincimiz bir süre sonra bir balon gibi sönecekti.
1999 Marmara depremi İstanbul’da ki, evimizi vurmuş, kırmızı mühürler evimizin kapısına “orta hasar, oturulamaz!” diye vurulmuştu. Eşim, apar topar gittiği İstanbul’dan telefon açtığında, “evimize artık giremeyeceğiz, çok hasarlı,” sesi oldukça üzgündü. Her ikimizin 46 senelik alın teri bir anda hasar görmüştü. “eve polis nezaretinde girebiliyorum, evdeki her şey kırılmış, gelirken ne getireyim?” sözleri boğazımda yutamadığım su yudumları gibiydi. Takılıp kalmıştı. “Kışlık giysilerimizi, yorganlarımızı getir kâfi, ne yapalım canım bundan sonraki yaşam Akçay’da devam edecek,” dedim.
Tam telefonu kapayacaktım ki, aklıma kitaplarım gelmişti:
“Eğer bagajda yer kalırsa kitaplarımı da getir canım.”
Büyük lokma yut, ama büyük söz söyleme, der ya büyüklerimiz işte bu yaşadığımız da o misaldi. Sen der misin, “Nasıl olursa olsun, İstanbul dışında bir hayat olsun da…” diye…
İşte sana hayat! Bakalım bundan sonrası ne yapacaksın Bayan Emine?
Ben şimdi bunları yazıyorum, ama inanın gözlerimde yaşlar birikiyor, ha taştı ha taşacak pınarlarından.
Neyse, yaşam iyi-kötü faturalarını kesiyor. Kaderde ne varsa yaşanacak. Kader dedim de aklıma çok eski tarihlerde yaşanmış bir hikâye geldi:
“…Vaktiyle yaşlı bir kadınla 30’lu yaşlarında oğlu aynı evde yaşarmış. Gün gelmiş oğlu farklı bir şehre gidip çalışmak istemiş. Anne oğlunu bırakmak, yalnız kalmak istemiyormuş. Tüm ısrarlar, yalvarmalar, inatlaşmalar bir zaman sürmüş, oğlu annesini bir şekilde ikna etmiş:
-Ana bunca yıl ne bir iş tuttum bu küçük kasabada, ne de bana babaları evlenmek için kızlarını verdiler. İzin ver de bari büyük şehirde iş tutayım, kasabama güçlü geleyim. Başlık parası biriktireyim, sana bir gelin getireyim. O zaman üçümüz birlikte yaşar gideriz. İzin ver ana!..
-Oğul sen gidince ben sensiz ne yaparım? Hasta olduğumda kapımı ne çalan olur, ne de bir bardak su veren olur.
Anneyi sonunda ikna eder ve yola koyulur genç adam. Ama anne arkasından Tanrı’ya şöyle dua eder:
-Ya Rabbi, oğlum az önce gitti; ben onsuz yaşayamam, oğlumu bana geri gönder. Nasıl olursa olsun yeter ki, geri gelsin, der.
Genç adam, doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı kasabadan ayrılır. Bütün gün yürür, uzun yürüyüşten sonra geceyi bir handa geçirmek ister. Hancı bir kilim verir, herkes yerde yatar. Gece uykuda gırtlağına birileri çöker. Elinde parlayan bıçakla gözlerini oyar kör eder.
Meğerse hırsızlar başının altında anasının yıllardır zulasında biriktirdiği paraları almışlar. Kendilerini tanımasın diye genç adamın gözlerini de kör ederler.
Hancı bir süre o iyileşene kadar ona merhamet edip bakar. İyileşen genç adam hancıya teşekkür eder, yoluna devam eder. Ne parası vardır, ne de ona iş verecek birileri. Yaşamı genç yaşta kararmıştır.
Sokaklarda boş boş dolaşan kör bir adama herkes acır. Yapacağı bir iş yoktur. Genç adam bundan sonra tek yapacağı türkü yakmaktır. Acı acı okur kendi yaşam hikâyesini. Dinleyenler duygulanır, acırlar ve karşılığında ona para verirler. Ekmeğini artık türkü-ağıtlarla insanların merhameti, bağışlarıyla kazanır.
Gel zaman git zaman genç adam her sokak, her kasaba ve her ili dolaşır. Türküleri dillerde dolaşır. Ve yolu yedi sene sonra kendi yetiştiği kasabasına varır. Kapılarını çaldığı insanlardan su ekmek ister, karşılığında türkü okur. Ve yolu ana evinin bulunduğu sokağa düşer. Yaşlı kadının kapısını çalıp, “susadım ve açım, uzun yollardan geldim, lütfen bana bir bardak su verir misiniz,”
Bir bakar ki, karşısında oğlu, hem de gözleri kör olmuş. Ellerini yukarı kaldırır, sonra başına vurur:
-“Ya Rabbim, senden hatalı bir istekte bulunmuşum! Nasıl olursa olsun oğlum bana gelsin, yeter ki, demiştim, ama böylesi bir hazin gelişi istememiştim!.. “
**
Ne zaman bizi yaratandan bir dilekte bulunacak olsam, işte hep bu hikâye gelir aklıma. Bir de benim hikâyem…
Şimdi özlüyorum yaşamımın en güzel yıllarını geçirdiğim İstanbul’umu…
İşte bu duygularla tutuşurken, doğunun Nietzsche’si Hayyam akla özlemin ısıttığı yüreklerimize su serpiyor:
"Hep bir çember, dolanıp durduğumuz!
Ne önümüz belli, ne sonumuz.
Kim varsa bilen, çıksın söylesin:
Nerden geldik? Nereye gidiyoruz?"
Ve siz siz olun, “Nasıl olursa olsun!” sözcüklerini dikkatli kullanın.
Benden söylemesi…
Evrenin ahı tutuyor!
Sevgi ve saygıyla
Emine PİŞİREN
19.02.2012-Akçay
YORUMLAR
Gönül deryanızı kutlarım ayrıca çok üzüldüğümü belirtirim gönül dostu ,yer gök duaile tecelli edermi oysa akan göz yaşı bir gün dua olur dönermiş ,bogazın kıyısından sevgilerimi gönderiyorum ,
emine pisiren
Çocukluğumun, gençliğimin kıyılarındaki size ve özlenen şehrime
Selam ve sevgiyle
emine pisiren
Yaşam bu!..
Kimi kez hüzün, kimi kez de mutluluk davetiyesi sunuyor gönlümüze...
Allah kimseye vermesin, şükür ki, canımız sağ.
Van'ı gördükçe içim acıyor.
Teşekkürler canım.
Selam ve sevgiyle