- 1630 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
346 - El MÜTEÂLİ
Onur BİLGE
Tanıdıklarımızla, yeryüzünde yakın düşmüş kişilerdik. Belki fikren uyuşamayabilirdik ama insani duygularımız ve ruhsal boyutta bir birlikteliğimiz vardı. Ne kadar vaktimiz kaldı, bu gezegende? Bilinmeyenlere dâhildi. Ne kadar yaşayabilirsek… Fırsat buldukça bir şeyler paylaşmalıydık. Sohbet, şiir, nesir… Yaşamalıydık, yaşayacaksak. Konuşarak, gülüşerek, öğrenerek, öğreterek…
İşte herkes birer birer saklanıyor, bir daha da “Elma!” da desek, “Armut!..” da desek, yerlerinden çıkmıyorlardı ve ne kadar ararsak arayalım, onları bir türlü bulamıyorduk. Ev değiştirdiğimizde gazoz kapaklarım kaybolmuştu, çok aramıştım: “Gagoz kapaklarım!..” diye ağlamıştım. Arar gibi yapmışlardı: “Yok! Eşyalarla gelmemiş. Atmışız.” demişlerdi. Oyuncaklarımı yukarıya, rafa koyuyorlardı ve ben onları hep yukarıda, o koydukları yerde arıyor, orayı göstererek huysuzlanıyordum.
Bu defa ev değiştirmemiştik ama o değiştirmişti. Yeni evine taşınmıştı. Yalnız oturmaktaydı. O, gözünden ırmadığı yarım asırlık hayat arkadaşını, o en çok sevdiği, üstüne titrediği altı yaşındaki erkek torununu, Şerif Ayhan’ı yanına almamıştı. Şerif Bey Amca’mız kaybolmuştu.
“Bedeni kabirde, ruhu Berzah âleminde…” diyordu, babam.
“Berzah âlemi nerde?” diye soruyordum, doğal olarak.
“Gökyüzünde…”
Yeryüzünde olmuş olsaydı, mutlaka bir şekilde bilecektik. Olmadığına göre başka nerde olabilir? Olsa olsa göklerde olabilirdi. Onlar oraya buhar çıkar gibi çıkmışlardı veya çıkarılmışlardı. Annem, meleklerden bahsediyor. Azrail’in de melek olduğunu söylüyordu. Canları onun aldığından bahsediyordu. Aldığına göre bir yere götürüp koyacaktı mutlaka. Elinde gezdirmeyeceğine göre. Hem başka işleri de vardı muhakkak ki! Başkalarının da canlarını almaya gidecekti. Oyuncaklarımın toplanıp kaldırıldığı gibi etrafı toparlıyor, aldıklarını yukarıya koyuyor olmalıydı. Orada da raf benzeri bir şeyler mi vardı?
Çocukların hayal dünyası ne değişik, ne genişti! Çocuklar mı uydurukçuydu, büyükler mi? Büyükler de pek bir şey bilmiyorlar, bazı şeyleri teferruatlı bir şekilde anlatamıyorlardı. Biz de anlatamadıkları için boş kalan yerleri hayal ederek dolduruyorduk. Gökyüzünde olduğu söylenen her şeye bir yer buluyorduk.
Gezegenler niçin yaratılmıştı? Dünya uzayda niçin tek değildi? İlmi bir açıklama arıyorum. Hem ayetlerle hem de bilimle... Kimse yardımcı olamıyordu. Akademisyen falan değillerdi.
Orada, göz alabildiğine yıldızlar vardı. Daha sonra öğrendim ki bazıları yıldızmış. Hepsi değil… Yıldız sayılabilmesi için o gök cisminin yoğun ışık çıkarması gerekiyormuş. Güneş de bir yıldızmış ve onun gibi sayısız gezegen varmış uzayda. "Sonra yüzünüzü gökyüzüne çevirin. Orada ne bir çatlak ne de bir kusur görebilirsiniz. Sonunda gözleriniz yorgun döner." Hatırımda kaldığı kadarıyla böyle bir ayet vardı, göklerin intizamına dair. Göklerde çatlak olacak değildi. Mecazi anlamda söylenmişti. Uzayın, nasıl bir akıl sahibi tarafından yaratıldığını, Allah’ın nelere kadir olduğunu ve sanatının mükemmelliğini anlatmak için öyle denmişti.
Said-i Nursi Hz. De: "Allah yıldızları, donanma ışıkları gibi seyredilsin diye yaratmadı." diyordu. Her şey yeterince ve yerli yerindeydi. Gerektiği kadardı. Ne az, ne çok… Boyutları, sayıları, yerleri en mükemmel şekilde ayarlanmıştı. Onun için muhteşemdi ve onu öyle yaratan El Müteâli’ydi.
Mute’al; Ali, Büyük, Yüksek ve Yüce Varlık, Pek Yüce… Yüceler Yücesi demekti. Bilinenlerin en üstün olanı… Noksanlıklardan, her hal ve tavırdan pek münezzeh; akıl ve idrakin, yaratılmışlar hakkında mümkün gördüğü her şeyden Çok Yüce’ydi.
Bu sıfat, Kuran’da tek ayette geçiyordu ve orada, Allah’ın insanların zatı hakkında söylediklerinden, koştukları ortaklardan yüce ve münezzeh olduğu bildiriliyordu.
Araştırma yapmak lazımdı. Fakat öğrenciliğim ve öğretmenliğim yeteri kadar zamanımı alıyor, araştırmaya vaktim kalmıyordu. Zaten o konuda ne kadar bilgi edinilirse edinilsin, göklerin sırrı çözülemezdi. Allah’ın ilmi o kadar derindi ki tüm insanlarla cinler kafa kafaya verseler bile asla çözemezlerdi!
Bize bazı şeyler, olsa olsa minyatür şekliyle, aslıyla alakasız, sembolik olarak ve ancak rüyalarımızda bildirilebilirdi. Rüya da görülmez, gösterilir, ertesi gün kendimize yordurulurdu. Bu da Allah’ın Müteâli esmasının belirtilerindendi. Sayısız belirtiden sadece biri…
Zerrin Hanım’ın gökyüzüyle ilgili olan rüyası nasıldı? Geçenlerde sabah sabah gelmiş, anneme heyecanla anlatmıştı da o da yormuştu. Hatırladım. Aynen şöyle demişti:
“Bu gece rüyamda, her taraf karanlıktı. Biz de eşimle bahçedeki otları toplamışız. Anız deriz onlara. Her zaman yakarız. Daha biz davranmaya kalmadan, yakma kararı bile almadan gökten yıldırım gibi hızla düşen bir ışıkla tutuştu. Ateş, o takımyıldızının kuyruğundaki parlak yıldızdan çıktı. O sırada ben gökyüzüne bakıyordum. Ne zaman gece gökyüzüne baksam, önce Büyük Ayı’yı arardı gözlerim. İri iri ve parlak yıldızlarıyla gökyüzüne sere serpe uzandığı için onu kolayca bulur, sonra da bir yerlere sıkışıp kalmış, silik kişilikli Küçük Ayı’yı arardım. Onun kuyruğunda da diğer altı kardeşine inat olanca gücüyle ateş saçmakta olan en parlak yıldızı, Kutup Yıldızı’nı… Göklerin kraliçesini... Yine tam bulmuştum ve eşime:
“Bak, işte Küçük Ayı!” demeye kalmadı, Kutup Yıldızı’ndan çıkan bir yıldırım, önümüzde duran ot yığınına geldi, tutuşturdu! Aniden oldu her şey. Anız yanmaya başladı. Benim gözlerim o yıldızda kaldı. Korkmadım desem, yalan olur. Ateş, tam ben onu ona gösterirken çıktığı için olayı eşim de görmüş oldu.” Annem:
“Nasıl çıktı ateş? Şimşek çakar gibi mi?” diye sorunca:
“Yıldız kayar gibi çıktı, yıldırım düşer gibi düştü. Sıcaklığını falan duymadım ama… Bu arada az kalsın unutuyordum, oranın cehennem olduğu hissettirilmişti bana ve ben eşime: "Bu ateş, cehennemden geldi!"dedim. Otların yanışını seyrettik. Bu, minik bir olaydı. Sembolik…” dedi. Annem, rüyayı kısace şöyle yordu:
“Gafletten, uyarıya... "Ayağınızı denk alın!" denmekte ikinize de. Kavgayı gürültüyü kesin, hayatınıza bir çeki düzen verin. Allah Kahhar’dır. Kahreder! Ateşle tehdit ediyor bizi. Ona göre hareket edin! İbadetlerinizi aksatmayın. Çocuklarınıza da örmek olun.”
“Cehennem yedi kat… Ablacığım, acaba o yıldızlar cehennem mi?”
“Allah bilir neyin ne olduğunu. Bize bildirmemiş.”
“Cennettekilere çok geniş yerler verileceği söyleniyor. Büyüklüğü hayal edilemeyecek kadar geniş yerler... Bunların her biri bir gezegen dahi olabilir diye düşünüyor insan. Büyük Ayı da Cennet olmasın?”
“Cehennem tasviri de hadisler ışığında güneşi hatıra getiriyor. Fakat yeraltında da bir cehennem var... Her ne kadar aklımıza getirmeden huzur içinde kabuğunda gezinmekte ve rahat rahat uyumakta olsak da bir bombanın üzerindeyiz. Elmanın kabuğu kadar kısmı taş, toprak, su... İçi?”
“İdris ve İsa A.S. ın göğe yükseltildiği, onların cennette olduğu söyleniyor. İyi bilmiyorum ama bu bilgi Kuran’da varmış. Peki, o zaman cennet nerde? Var ki onlar oraya alınmış. Belki gezegenlerde...”
“Belki de galaksilerin her biri birer cennet... Bilemeyiz ki! Aklımız hayalini kurmaya bile yetmez.”
“Araştırsak bulabilir miyiz acaba?”
“Sadece ayetlere dayanarak tahminler yürütebiliriz. O kadar. Böyle şeylere boş ver. Sen kıl namazını, işine bak. O işler, bizim işimiz değil. Çağrılınca gideceğiz. Artık nereye koyarsa… İnşallah, cümlemiz cennete konuruz! Bütün Ümmet-i Muhammed!.. Âmin!”
“Âmin!”
“Yarattığı cinleri bile Allah’a ortak koştular. Hiçbir bilgileri olmadan O’na oğullar ve kızlar uydurdular. Allah, onların ileri sürdüğü sıfatlardan uzaktır. Doğmamıştır, doğurmamıştır. Görüneni de bilir, görünmeyeni de… O, müteâl’dir. Yani Çok Büyük ve Çok Yüce’dir.”
”Rabbimizden hiçbir şey gizlenemez.”
“İşte onu bilelim, yeter. O zaman kimse günah işleyemez. Bir de, kimseyi aşağılamayalım. Aşağılananları da İslam ile yüceltmeye çalışalım.”
“Dediğin ismi anlayamadım ben. Anlamını yani… Kavrayamadım.”
“O isim, bizim kavrayabileceğimiz gibi değil. Hiçbir sıfatı bizim tasavvurumuza sığmaz! Asla!.. Ancak o mübarek ismin zikrine: “Ya Müteâli” demek suretiyle devam edilirse anlamına mazhar olunur, makamı yükseltilir ve her türlü zulümden korunur.”
Bu konuşmadan anladım ki sadece çocuklar değil, büyükler de arayış içindeler ve benim o zamanlar yapmakta olduğum gibi hayal dünyalarında geliştirdikleri bir şeyleri gökyüzünde bir yerlere yerleştirmekteler.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 346