1
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
653
Okunma
Ne uğursuz bir gündü bu böyle! Her şey gizemli bir şekilde biraraya gelip beni mağlup etme yarışına girişmişti sanki. “Madem meydan okuyorsun bakışlarınla dünyaya, en küçük bir tereddüt ya da öfke, korku ve bilimum tüm acizleştirici o duygulardan madem zerre eser yok gözlerinde, biz de başka yollar buluruz haddini bildirmek için” dercesine...
Topuğumun kırılmasıyla başlayan bu süreç içinde o kadar çok benzer durumla karşılaştım ki burnum sürtüle sürtüle yamyassı oldu nerdeyse. Mecazi anlamda da olsa söylediğim, gerçekte de burnumda o sürtülmenin sızısını duyar gibiyim. En aksi otobüs şoförü bana rastladı, en şişman kadın koltuk komşum oldu ve dünyanın en yaygaracı iki genci benim kulağımın dibinde boza pişirdi. Otobüsten güç bela kendimi attığımda beni kucak açıp karşılayan bir cennetle burun buruna geldiğimi söylemek isterdim. Ama ne mümkün, gelen gideni aratır misali, otobüsü özlemle yadettirecek kadar suratıma buz gibi rüzgarını çarptıran bir alem bekliyordu dışarıda beni. Ne gündü Allah’ım! Sanki yıllar önce seyrettiğim o filmin adı gibi ‘alacakaranlık kuşağı’ndaydım.
Tinercinin teki musallat olmaz mı, kırık topuğumla yaralı kuş gibi öksüz ve acınası, aksaya aksaya ayakkabımı tamir ettirecek bir yer aranıp dururken. Sözüm ona güzel bir gezinti hediye edecektim kendime. TV’de hava durumuna bakmıştım, bulutlar şehrimi terk etmişe benziyordu. Gölgeleri vurmayacaktı birkaç gün için de olsa bu gülümseyen sokaklara. Evet, o kara bulutlar çekilip gittiğinde ani bir dönüşüme uğruyordu buraları… Ben güneş varken de gülmeyen yerler gördüğümden bu değişim nedeniyle bu şehre ve insanlarına büyük saygı duyardım hep.
Güneşten öte bir şey olmalıydı onları böylesine ışığa boğan. Tamam, güneş de önemli bir parçasıydı yüzlerde ve her şeyde aniden beliren bu uyanışın. Ama dedim ya bazı yerlerin insanlarını güldürmek için çok yetersiz kalabiliyordu bulutların aralanması… İçlerindeki hava koşulları gökyüzüne bağlı olmayacak kadar sabit bir şekilde hükmünü sürdürüyordu hep. Onlardaki bu karanlık çevrelerindeki her şeye de yansıtıyordu kendini.
İşte bu şehri bu yüzden bu kadar seviyordum ben. İnsanları inatla sarılmıyordu karanlık şeylere. Birazcık ışık, bir parça sıcaklık yetip de artıyordu buzullarını eritmeye… Demek ki onlar çok da küsmemişlerdi gülen şeylere. Karanlıkları, umutsuzlukları hiçbir aydınlığın ulaşamayacağı kadar derinlere inmemişti henüz.
Ama bugün bütün bu düşüncelerimi koca bir palavra haline getirmek için sözleşmiş gibiydi hepsi de. Ayakkabı tamircisi var mı buralarda diye sorduğum kızlar dünyanın en abuk sabuk şeyini söylemişim gibi tuhaf tuhaf baktılar yüzüme. Kırılan topuğum ve acıyan ayağımın yüzüme yerleştirdiği muhtemelen ekşimsi ifadenin yüzlerindeki yansımasını daha fazla seyretmeye tahammül edemediğimden, beni cevapsız bırakarak gösterdikleri saygısızlıkla ilgili hislerimi ortaya dökmeyi bir yana bırakarak can hıraş uzaklaştım yanlarından, görünmez olmayı dileyerek.
Bu şanssızlıkla “şu az ilerideki banka yerleşip bir simit yiyeyim bari” gibi mütevazi bir tasarı bile yıldızlar kadar uzak bir düş gibi göründü. Simitçi iki adım ötemdeydi işte! Bank da bomboş ona kurulmamı, bu güzel havanın tadını çıkarıp yerde gezinen güvercinleri seyretmemi bekliyordu. Öyleyse o an için dünyanın en bahtsız insanının yerine de geçseydim, kimse engelleyemeyecekti bu hayalimi. Demek ki böylesi bir uğursuz günde bile birkaç dakikalık bir şefkati çok görmüyordu hayat insana. “Tamam seni hizaya getirmeye kararlıyım ama sonuçta düşmanın da değilim” dercesine küçük de olsa böyle jestlerde bulunabiliyordu.
Ama ne kadar yanıldığımı anlamama iki saniye yetti. Tam oraya doğru bir adım atmıştım ki nerden çıktıklarını şimdi bile çözemediğim bir babayla oğul gökten inmişçesine beliriverdiler iki adım ötemde. Topuğu kırık ayakkabısıyla düşe kalka bedenini sürüklemeye çalışan bir kadın ve sportif yapılı genç bir babayla, yüzünden sağlık fışkıran cin bakışlı bir fırlatma olunca yarışın tarafları, hükmen mağlup ilan ettim kendimi. Beni fark etselerdi, muhtemelen hayatın göstermediği şefkati onlar gösterecek, bankı bana bırakacaklardı. İkisinin de yüzlerinde bu şehre yakışır sevecenlikte bir gülüş vardı çünkü.
Oflaya puflaya yakınlardaki bir okulun duvarına doğru ilerlerken bir tekerlekli sandalyeyle burun buruna geldim. Dalgınlığım yüzünden az kalsın çok kötü bir kazaya sebep olacak, sandalyeyi tepetaklak edecektim. Sandalyedeki gencecik kızdan bağışladığını gösteren küçücük bir gülücük koparana dek defalarca özür diledim. Kopardığımdaysa, bu kez aynı özrü hayattan diledim. Az önceye dek acımasızlıkla suçluyordum onu. Evet gerçekten de kimilerine çok acımasızdı. Ama bana asla değil…
Topu topu bir saat için yaşadığım bedensel imkansızlıkları bir ömür boyu yaşayanlar varken… hayır, asla şanssız diyemezdim kendime.