- 643 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (13)
. . . 8 HAYDARPAŞA LİSESİ
Günler ilerledikçe, etrafımı ve bilhassa, okulumu, daha fazla tanımaya başlamıştım.
Bu muhteşem binayı, ilk defa, 1944 yılında görmüştüm. O sıralar, ilk okulu bitirmiş, askerî orta okula girmek istiyordum. Okula girmek .girebilmek için ilk şart, sağlık raporu almaktı. Bu sebeple, Haydarpaşa, askerî hasta hanesine sevk edilmiştim. İşte o zaman , Önünden geçerken, bu binayı görmüş, büyüklüğü, beni, hayrete düşürmüştü. Adını, daha önce, İzmit’teyken duymamın rolü de vardı bunda.
Dayım , büyük oğlunu , okuması için, paralı olarak, Haydarpaşa Lisesi’ne göndermişti. Erdemin halası , Kuşdili çayırının yanında oturuyordu. Yani, okula yakın sayılırdı. Hafta sonları, evci olarak, halasının yanına çıkıyordu. Kalamış, moda, adalar, derken, İstanbul’un mesire yerlerini gezme imkanı bulmuş, Derslere de gereği kadar vakit ayıramamış, önem de vermemişti. Üstelik, bir de babasının okul taksitlerini ödemeyeceğini anlayınca, okumayı yarıda bırakıp, İzmit’e dönmüştü. İşte, Haydarpaşa lisesi hakkında, ilk kulak dolgunluğum, Erdem ağabeyden dinlediklerimdi O zamanlar, burada okuyacağım, aklımın köşesinden bile geçmemişti.
Binanın içine girdikten sonra, insanın merakı ve hayranlığı bir kat daha artıyordu.
Bina hakkında sorup öğrendiklerime gelince: Bina Almanlar tarafından inşa edilmiş. Yapımına, Abdülhamit zamanında,1893 yılında başlanmış, 1903 yılında bitirilmiş, 1897 Osmanlı- Yunan harbinde büyük başarı gösteren Haydar paşanın ismini yad etmek bakımından Onun ismi verilmiş. Mektebi-i tıbbiye-i şahane’ye tahsis edilmek suretiyle tıp fakültesi olarak 1933 yılına kadar, bu maksatla kullanılmış, Tıp fakültesi Beyazıt ‘a taşındıktan sonra da, Atatürk’ün emriyle, 1936-1937 yılında, Haydarpaşa Erkek lisesi olarak öğretime açılmış...Aradaki yıllar süresince de Öğretmen okulu olarak kullanılmış.
Bina, deniz kenarına kadar uzanan büyük bir arazi üzerinde inşa edilmiş, , ancak bilahare, deniz doldurularak , Haydarpaşa rıhtımı ve limanı inşa edilince, denizden uzaklaşmış. Bina Şekil olarak girintili çıkıntılı, Barok tarzında inşa edilmiş, bir sanat eseri olarak değerlendiriliyordu. Binanın ortasında boşluk bırakılmıştı . Bu boşluk, binanın, iç taraftan da ışık almasına imkan veriyor, ayrıca, zemini, gezinti ve spor etkinlikleri için kullanılıyordu.
Bina, 9mt. Yüksekliğindeki tavanlarıyla, dört katlı ve muhteşem görünüyordu. Deniz tarafından görünüşü ile, kara, yani, Kadıköy—Üsküdar yolu tarafından görünüşü şekil ve yükseklik olarak farklıydı. Binanın deniz tarafında, köşelerde, iki şer ortada da iki tane olmak üzere, tam altı tane kulesi vardı. Ortadaki kuleler üzerine, uzaklardan görülebilecek şekilde saatler yerleştirilmişti. Çatıda, kulelerin etrafında, beton tarasalar bulunmaktaydı .. İstanbul’un her tarafından, bu kuleler görüldüğü gibi, bu taraçalardan da Saray burnu, Sultan Ahmet, Çamlıca ve adaların şahane manzaraları gözler önüne seriliyordu.
Vaktiyle deniz tarafından dan da girilebilen binanın, esas giriş kapıları kara yolu tarafındaydı. Bu kapılara geniş , havuzlu bir bahçeden geçilerek ulaşılıyordu. 3 tane , geniş ve yüksek ikişer kanatlı, ağaçtan, oymalı ve süslü kapısı vardı. Giriş katında, İdari bölümler geçildikten sonra, sınıfların bulunduğu koridorlara ulaşılıyordu. Sınıflar uzun koridorlar boyunca( ki bir koridorda, dokuz sınıf vardı,) yerleştirilmişti. Koridorlar, o kadar geniş ve uzundu ki, zil sesiyle, sınıftan çıkan öğrenciler, kış günlerinde, teneffüs vakitlerini burada geçirip hava alabiliyorlardı. Koridorlar sayesinde, talebeler, yağmurdan ve kışın soğuğundan korunuyorlardı. Binanın ortasındaki boşluğa açılan geniş pencereler, bu boşluk sayesinde, mükemmel aydınlanıyordu.
Alt katlarda, yemekhaneler, 5 adet mutfak, çamaşırhane , hamam ve laboratuarlar vardı. Üst katta, yatakhaneler, son katta ise ne maksatla kullanıldığı, hâlâ belli olmayan, pek çok mekân vardı. Binanın altında, maksadı bilinmeyen dehlizler, geçitler mevcuttu. Bu dehlizlerin, Karaca Ahmet mezarlığına kadar uzandığı, vaktiyle, tıp talebelerinin, mezarlardan kadavra çalarak, üzerinde inceleme yaptıkları, söyleniyordu. Şimdi ise, bütün dehlizler, demir parmaklıklı kapılarla, kapatılmıştı. Buna rağmen, bizim Gece Konducular, bir yolunu bulup, bu dehlizler vasıtasıyla, okulu asmayı beceriyorlardı.
9. GÖZDE PEŞİNDE
Artık, hafta sonlarını, iple çeker olmuştum. Aslında, Ayça ile aramızda, tam olarak, bir gönül bağı oluşmamıştı. Bakışlar, tebessümler şeklinde, başlangıç safhasından ibaretti. Ama, nedense, hafta sonuna doğru, garip bir heyecan sarıyordu içimi. Hele, Cumartesi, son dersin, biran önce bitmesini, Hocanın, dersi fazla uzatmamasını isterdim. Bazen, öğle yemeğini yemeden, tramvay durağına koştuğum olurdu. İskelede , vapur beklemek ise, bana azap verirdi. Vapura binince, derin bir nefes alırdım. “ İşte beni Ona götürecek, köpüklü, beyaz at “ derdim. Vapur, her iskeleye uğrayıp, yolumu uzattığında, “ zamanımı çalıyor “ diye, kaptana söylenirdim. Acaba, bendeki, bu heyecan ve telaş niçindi? Bir tebessüm, bir göz süzmesi için miydi?
Kış geçip, ilk bahar geldiği zaman, bir Cumartesi günü, aklıma esmiş, Halama, ziyarete gitmiştim. Tesadüf bu ya, orada, Çiğdem de vardı. Eh! Öz halası değil mi, İstanbul’a gelmiş, Ona da uğramış olabilirdi? Meğer işin aslı başkaydı. Çiğdem, hasta olan Ümmühanı ziyarete gelmiş, ziyaretten sonra, İzmit’e dönmeyip, halasında kalmaya karar vermişti.
-Ümmühan, Haydarpaşa, İntaniye, hasta hanesinde yatıyor, dedi. Bu sözü duyduğumda, yüreğimin burkulduğunu Onu görmek arzusuyla, yandığını hissettim. Uzun zamandır, Onu ne görmüş, ne de , doğru dürüst haber almıştım. Sesim titreyerek sordum,
--Durumu nasıl,? Yoksa çok mu hasta?
--Onu iyi gördüm, daha iyi bir bakım ve tedavi için yatırmışlardı. Gerçekten, hemşireler, yakın ilgi gösteriyorlar, hiç olmazsa, emin ve bilgili ellerde, İzmit’e rahat olarak dönebilirim. Diyerek, muhtemelen beni, belki de esas kendini, teselli etmeye çalışıyordu. İkisi, hem akraba, hem de iyi arkadaştılar. Ne kadar üzülse, yeriydi. Benimse, ütopyamdı O ! Pazar günü, Ümmühan’ın ziyaretine gitme kararıyla, halamlardan ayrılıp, okula döndüm. Dönerken de , gözüm hasta hanedeydi., Tramvay, İntaniye’nin hemen yakınından geçiyordu ve bizim okula çok yakındı.
Bu defa, yüreğim, Ümmühan için çarpıyordu. Yüreğimde kabuk bağlamakta olan bir yara varken , şimdi, bu yara tekrar deşilmişti. Ayrıca, hastalık durumunu da merak ediyor ve üzülüyordum. Acaba, Ona gidersem, beni nasıl karşılayacaktı. Ziyaret etmem doğru mu olacaktı? Gizli duygularımı, Ona ne kadar değer verdiğimi anlayacak mıydı? İzmit’teyken, sözler değil, gözlerim bir şeyler söylemek istemiş,, ama , O, gözlere bile geçit vermemişti. Belki de, gurur ve tenezzül meselesiydi. Eniştesinin, ilk okuldaki, fakir bir akrabasıydım çünkü. O kadar!
Acaba, şimdi, sevgiye, aşkıyla çarpan bir kalbe, ihtiyacı var mıydı? Gözlerinde, bir parıltı, bir sıcaklık görebilir miydim?
Bu duygularla, ( Hasta hanenin önünde satılanlardan) bir demet çiçek alarak, Pazar günü, öğleden sonra, hasta haneye gittim. Hemşireler, balkon tarafını gösterdiler. Hava ılık ve güneşliydi. Hasta hanenin güney cephesi, boydan, boya balkondu. Hastalar, balkondaki şezlonglara uzanmışlar, güneşleniyorlardı. O’ da , hastalar arasındaydı. Yanına vardığımda, gözleri kapalıydı. Bir an, tereddüt edince, yanındaki hasta,
--Uyumuyor, seslenin, dedi. Benim seslenmeme gerek kalmadan, gözlerini açtı. Güzel, şahane gözleri, biraz, gölgelenmişti. Beni, karşısında görünce şaşırdı.
-Aaa..! Yusuf, sen misin,? dedi. Ben de,
-Tanımayacaksın diye korkuyordum, neyse ki, korktuğuma uğramadım, diyerek, güya, espri yaptım.
Tebessüm ederken, bembeyaz dişleri, meydana çıkmıştı. Çekine, çekine,
--Nasılsın, Ümmühan,? Burada olduğunu, dün, Çiğdem’den öğrendim.
--Ben de, onun için şaşırmıştım. Benim, burada yattığımı nasıl öğrendin, diye. Bana gelince,
--Şimdi, daha iyiceyim , burada, bize daha iyi bakıyorlar.
Ne konuşmalıydım, acaba? Böyle durumlarda da, konuşma becerim fazla değildi. İzmit ve oradakilerden başka, müşterek konumuz, hemen, hemen yok gibiydi. Onlardan bahis ederek, Onu yormak uygun olmayacaktı.
--Bizim okul çok yakın, burada olduğunu bilseydim, daha önce, ziyaretine gelirdim, diyerek, suskunluğumu bozdum.
--Biliyorum. Senin, Haydarpaşa lisesinde okuduğunu, Çiğdem söylemişti. Zaten, ben de çok olmadı buraya geleli. Böyle bir cevap duyunca sevindim. Demek ki, benimle ilgili, bazı şeyleri biliyordu. Daha fazla kalarak, Onu yormanın anlamı yoktu. Acil şifalar dileyerek, biraz da , içimden atamadığım hüzünle, hasta haneden ayrıldım.
Okula doğru yürürken, zihnim, hep, Onunla meşguldü. Elimde imkân olsa, Onun için, neler vermez, neler yapmazdım ki! İsteklerimin sınırı yoktu.
Ne yazık ki, parasızlık ve Onu rahatsız ederim endişesiyle, ziyaretime, bir müddet ara vermiştim. Onu tekrar görmek istediğimde ise, uzaklara, taa, Yakacık taraflarında, Süreyya Paşa, Prevantoryumuna nakledildiğini öğrenmiştim. Benim için, oralara gitmek , bir hayal, bir Ütopya peşinde koşmaktan farklı olmayacaktı. Bunun için her şeyden önce, para ve zaman lazımdı. Bu sebeple, sükutu hayale uğramış ve meyus olarak, okula dönmüştüm.
10... 18 LT.LİK GAZ TENEKELERİ
Okullar kapanmış, lise birinci sınıfını geçmiştim. Ne yazık ki, orta okuldaki başarımı, burada gösterememiştim. Notlarımın çoğunluğu, orta dereceden ibaretti. Kilolarımı da kaybetmiştim. Bana , bir haller olmuştu. Eğer, orta okuldan , bilgi bakımından güçlü gelmemiş olsaydım, belki de, bazı derslerden, eylüle ikmale, kalabilirdim. Beni bu hallere koyan sevda mıydı? Yoksa, kara sevda mıydı?
Eve gittiğim zaman, ablam, düşünceli olduğumu, hemen, fark etmişti. Onun gözünden de, hiç bir şey kaçmıyordu. Yaşantımın hemen, her safhasını biliyordu. Ayçe ile olan ilgimi de, bir ara, bunun, kesintiye uğradığını da. Beni üzgün ve düşünceli görünce,
--Yine ne oldu ki, böyle durgun görünüyorsun.?
--Bir işe girmek , okul harçlığı için, biraz para kazanmak istiyorum, diyerek sorgusunu başka yöne çekmek istemiştim. Ümmühan konusunda, fazla konuşmak istemiyordum,
--Eniştene bi söyleyelim, sana iş bulacak, belki, bir tanıdığı vardır.
Gerçekten, tatilin ilk haftası geçmeden, bana, iş bulunduğu müjdesi verilmişti. Deniz kenarında, bir motor iskelesi vardı. Mavnalarla gelen gazyağı , sahildeki depoya taşınıyor, orada depolanıyordu. Gazyağı, hem aydınlatmada, hem de mutfakta kullanılan ve zor bulunduğu için kıymetli olan bir yakıttı. Çalıştığım yer, ana depo durumundaydı. Hem mavnalarla gelen gaz tenekeleri, buraya taşınıyor, depolanıyor, hem de buradan, satış yapıldığından, , kamyonlara ve mavnalara yükleme işleri eksik olmuyordu. Gaz tenekeleri, 18 litrelikti . tenekenin üstünde, ancak üç parmak girecek büyüklükte, kalın telden , tenekeyi taşıma maksadıyla yapılmış bir kulp vardı. Yani, 18 litrelik tenekeyi, iki veya üç parmakla kaldırıp, 200-300 m. Mesafeye taşımak gerekiyordu. Zaman, zaman dinlenme payı da olsa, sabahtan, akşama kadar teneke taşımak, yorgunluk bir yana, parmaklar için, büyük, çok büyük bir eziyet ve işkenceydi. Tenekeyi taşırken, her ne kadar, sağ elden sol ele , sol elden sağ ele geçirmek suretiyle parmakları dinlendirmek mümkünse de, genel olarak, yük ve baskıdan, parmakların kan devranı azalıyor dolayısıyla morarıyor ve bazen de mahut tel tarafından kesilerek kanıyordu . Böyle kanamaya, biraz da benim elimin durumu sebep oluyordu. Avuçlarımın derileri bu mevsimde, hala soyulmaya dolayısıyla incelmeye devam ediyordu. Üstelik, bu eziyete, temmuzun sıcağı, gazyağı kokusunu teneffüs etmek mecburiyeti ve pisliği ilave edilirse, bu işin ne kadar zor olduğu anlaşılırdı.
Uzaktan bakanlar için, bu işin zorluğunu anlamak mümkün değildi .Onlar için , neticede , taşınan bir gaz tenekesi idi, işte o kadar! Bu işin zorluk ve pisliğinden, benden başka şikayetçi olanlar da vardı. Çalışırken, giysilerim de leke ve pislik içinde kalıyordu. Üstelik, gazyağı kokusu da cabasıydı. .Onları temizletmek veya yıkatmak da ablama kalıyordu. Halbuki, bir tulum giyme imkanı olsaydı, ne kadar iyi olurdu. İşe başlarken onu giymek, işten sonra çıkarmak Ama böyle alışkanlıklar henüz insanlarda yer etmemişti.
Bütün bu zorluklara, parmaklarımın patlamasına, kanamasına, sızım, sızım sızlamasına rağmen, çalışmaya tatil süresince devam ettim. Çünkü, bu kanamaların geçici olduğunu düşünüyordum. Asıl kanama, asıl yara ise kalbimdeydi. Ümmühan’nın ciğerleri, benim ise, kalbim hastaydı. Acaba, Onunki, iyileşir miydi? Benimki için ise, hiç ümit yoktu. Ümit etmek için bir sebepte yoktu. Önümde o kadar belirsizlikler vardı ki! Okulu bitirmem için, daha iki sene gerekiyordu. Bitirsem, ne olacaktı. Gerçi, lise mezunu olmak, 1940 lı yıllarda, oldukça avantajlıydı., ama iş bulunacak mıydı? Çünkü, üniversiteye gitmeyi, hayal bile edemiyordum. Ne ile, hangi imkanla, okumaya devam edebilirdim. Liseden sonra, iş bulabilsem bile, ancak, kendi karnımı doyurabilirdim. Gerçekte, benim istediğim bu değildi ki! Gönlüm, kendime bile itiraf edemediğim şeyler istiyordu. Bu arzu ve istekler ise hayaldi, gerçekleşemeyecek bir hayal!
Bütün bunlara rağmen, aklım ve mantığım, her şeyi unutup,, okul devresini kazasız bitirmemi emrediyordu. Yangına körükle değil, onu soğutacak, söndürecek bir yol bulmalıydım. Bu da derslere, kendimi vermekle, dört elle sarılmakla mümkündü. İşte, lise ikinci sınıfa bu düşünce ve kararla başlamıştım.
11. . İKİ SEVDA- BİR GÖNÜLDE
Hafta sonları, yine, ablamlar’a gitmeye devam ediyordum. Bazen, Enişte Beyle aynı vapurda karşılaşıyorduk. O, her zaman, üst güvertede, açık yerde oturuyordu. Elinde, akşam gazetesi, açık ve rüzgarlı olan güvertede, yol boyunca, gazete okumaya devam ediyordu. Gelip, yanına oturduğum zamanlar,
--Ooo.!! .Sende mi buradasın? Ne var, ne yok, diye bir kaç kelime konuşur, sonra gazetesine gömülürdü. Gide, gele, göre, göre bıkmış olmalıydı ki, etrafına pek bakmazdı. Halbuki, boğaz manzarası, kadın ve kızlar dahil, zevk alınacak o kadar güzellikler vardı ki! Acaba, vapurla, her gün, gidip, gelsem, ben de mi öyle ilgisiz olurdum ki?
Üsküdar’dan bindiğim vapur, genellikle Çengel Köye uğrar,, kıyıya çok yakın, Kuleli, Askerî Lisesinin çok yakınından geçerdi. Bazen, üniformalı talebeleri, kıyıda veya bahçede dolaşırken görür, gıpta ile bakardım, Askerî orta okula girememem, hala, yüreğimde bir ukde olarak kalmıştı. Kan kardeşimin kabul edilmesine, her ne kadar sevinmişsem de, beni, okula kabul etmemelerini haksızlık olarak görüyordum.
Hafta sonları, her eve gelişimde, Ayça’yı, pencerede, görür olmuştum. Öyle, orada dikilmiş, beni beklediği belliydi. Bazen, enişte bey, beraber eve gelirken, bu durumun farkına varır, bıyık altından güler, sanki, bize, “ Sizi gidi acemi aşıklar,”diyormuş hissini verirdi.
Gönül bu ya!- Nasıl gönülse! Ümmühan’dan ümidimi kesilmeye yüz tutunca , yine Ayça’ya meyil etmeye başlamıştı. Sanki, gönlüm ikiye bölünmüştü. Bir tarafta gerçek; Ayça, diğer tarafta, hayal,; Ümmühanı. Ayça, acaba, bu durumu biliyor muydu veya hissediyor muydu? Hareketleriyle, beni, kendine çekmeye çalışıyordu.
Bir zaman sonra, bunda da muvaffak olmuştu. Artık, Pazar günleri, havalar güzel olduğunda, bazı yerlerde, buluşmaya başlamıştık. Her ne kadar, sokak çeşmesinden su doldururken, yan yana ve göz, göze geliyorsak da, ilk buluşmamız, evin üst tarafındaki, fındık - incir bahçesinde olmuştu. Burası, Onların katından görülmeyecek kadar yüksek, oturduğumuz kattan görülmesine de, ağaçlar mani oluyordu.
Amfi gibi, set, set olan bu bahçede, fındık ağaçları mey anında, incir ağaçları da vardı. Bu bahçenin tanziminde, epey emeğim geçmişti. Ekimin ilk haftasında, güneşli, güzel bir havaydı. Ağaçların üzerinde, Hâlâ, tek, tük incirler görülüyordu. Bir kısmı da buruşmuş gibiydi. Onlardan birkaç tanesini toplamaya başlamıştım ki, yavaş, yavaş Ayçanın, bana doğru yaklaştığını fark ettim. Demek ki, benim bahçeye çıktığımı görmüştü. Epey yaklaşınca, ilk söze başlayan O oldu.
--İncirlerin üzerinde, kiracıların da hakkı olmalı, değil mi? Böyle söylerken, üzüm gibi, kara gözlerinin içi gülüyordu. Biraz da, gelirken, sanki, süslenmiş gibiydi, çünkü, üzerinde gördüğüm, ev kıyafeti değildi.
--Tabii , gel, beraber toplayalım, sonra, yarı, yarıya bölüşürüz. Senin uzanamadığın dalları, bana bırak, diye cevap vermiştim. İşte orası, ellerimizin tutuştuğu, nefeslerimizin, birbirine karıştığı ilk yerdi. Ne yazık ki, ne kadar ağırdan alsak da, ağaçta fazla incir yoktu. Bu sebepten, bu ilk beraberliğimiz fazla uzun sürmemişti. Ama, gelecek hafta sonu için, kasabanın en yüksek yerindeki kayalıklarda buluşmak üzere sözleşmiştik. Arzumuz hilafına, geldiği gibi, sessizce, ilk ayrılan da kendisi olmuştu. Götürdüğü incirler de, yapraklara sarılı, , 10-15 taneyi geçmiyordu. Götürdüğü, sadece incirler değil, kalbimden de bir şeyleri , alıp gitmişti.
Hafta sonunu, daha doğrusu, ikinci buluşma gününü, iple çekiyordum. Allah vere de, içerde ve dışarıda, hava durumu kötü olup bir aksilik çıkarmasaydı.! Hava iyi olursa, tepedeki kayalıklara , kötü olursa, sinemaya gitmeye karar vermiştik. Benim tercihim, tepedeki kayalıklardı.
Benim evden çıkmam nispeten kolay olurdu da, O, ne bahane bulacaktı acaba?, Sözleşirken, bunu hiç düşünmemiş, sormamıştım.
Ekim ayının, güneşli, oldukça sıcak bir Pazar günüydü. Malum, Enişte Bey, yürüyüş tutkusuyla, evde yoktu. Ablam, iki kızıyla, haşır, neşirdi. Onlara banyo yaptıracak, üstlerini, başlarını temizleyecek, Gülcan’ı, pazartesi günü için, okula hazırlayacaktı. Sabahtan, Ona gerekli yardımı yapmıştım ki, öğleden sonrası için, boş kalabileyim .. Nitekim,
--Hava güzel, şöyle bi tur atıp geleyim, dediğimde, şüpheli bakışlarını, üzerimde hissettim. Gerçeği bilmiyordu, ama, belki de bir tahminde bulunuyordu.
Gittiğin yerde fazla oyalanma! Çabuk gel, diyerek müsaade ettiğini gösteriyordu. Evden çıkarken, yüksek sesle,
--Ben gidiyorum, fazla gecikmem, dedim ki, maksadım, aynı evde yaşadığımıza göre, Ayçanın beni duymasını sağlamaktı.
Yavaş, yavaş mezarlıklara doğru yürüdüm, tepeye, en kestirme yol, mezarlıktan geçiyordu. Kayalıklara yaklaşırken, acaba, gelecek mi? Nasıl gelecek? diye merak ediyordum. Gelirse, beni, nerede daha iyi görebilir, nerede durmalıyım diye düşünürken, Bir anda, Onu karşımda görünce şaşkına döndüm. Hayretle,
-Nasıl geldin? Ne zaman geldin? Diye sormadan edemedim.
--On beş dakika oldu geleli, evden nasıl çıktığım ise sır. Neyse, sana açıklayabilirim.
--Bu işi, dünden ayarladım. Dün eve gelirken, beni pencerede gördün mü? Gerçekten görmemiştim. Biraz da bozulmuştum galiba!.
--Hayır görmedim.
--Göremezdin, çünkü, evde yoktum. Mezarlığın karşısında, bizimkilerin, aziz dostları oturuyor. Cumartesi günü, Onlarda kalmak istediğimi söyledim. Onların tek kızı, benim arkadaşım, O, aynı zamanda benim sırdaşım. İkimiz ayarladık bu işi. Hatta, O, seni buraya gelirken, görmüştür bile. Çünkü, merak ediyordu. Seni, Ona tarif ettim. Bunları, Onun ağzından duyunca, rahatlamıştım artık, şimdi, büyük bir kayaya yaslanarak, yan, yana oturup, kuşbakışı, kasabayı, paşa bahçeyi, Yeni köyü, Tarabya’yı, boğazın şahane güzelliğini seyredebilir, el ele tutuşarak, bu güzelliği, içimizde hissedebilirdik. Önümüzde, sanki, büyük bir havuz vardı. Şahane güzellikleri de, havuzun etrafında, kıyılarında. Burası, asudeydi, rüzgarın esintisinden başka, ses duyulmuyordu. Sanki, Adem ile Havva gibi yalnızdık.
Artık, birbirimizi tanıma zamanı gelmişti. Önce ben, kısaca, geçmişimden söz ettim. Beni dinlerken, gözlerinin buğulandığını fark etmiştim. Sıra Ona gelince:
Onun hayatı da, benimkinden, pek farklı değildi. Ancak, çocukluğu, çok iyi geçmişti. Kastamonu’da yaşıyorlardı. Babası, ticaretle uğraşıyordu. Annesi, zengin bir ailenin tek kızı ve mirasçısıydı. Miras olarak, bağlar, bahçeler ve apartmanlar kalmıştı. Ayçe’nin her istediği yerine getiriliyordu. İlk okulu bitirdiği zaman işler değişmişti. Babası, bir sevgili bulmuş, önce, saf, temiz duygulu annesinden umumî vekaletname almış, sonra neredeyse, bütün malları üzerine geçirtmişti. Çok geçmeden de annesini boşayarak, mallarını satmış ve sevgilisiyle, terk-i diyar etmişti. Ancak, oturmakta oldukları evin tahliyesi için, mahkeme karırıyla, haciz memurları geldiğinde durumdan haberdar olmuşlardı. İşte çile, o zaman başlamıştı. Annesi, bileziklerini, altınlarını satarak, geçimlerini sağlamaya çalışmıştı Ayça, 12-13 yaşlarındayken, annesi, bu acı ve ihanete tahammül edemeyerek rahmetli olmuştu. Kimsesiz kalan Ayça’ya de, halen yanlarında kalan akrabaları, babasının akrabaları sahip çıkmıştı Onların da üç çocuğu vardı. Ama, ikisi, ince hastalığa yakalandıkları için, havası temiz bir yer aramışlar, bu sebeple, buraya taşınmışlardı. Azda olsa, memleketten para gelmeye devam ediyordu. Akrabalarının yanında, Onlara iş görmek suretiyle, hayatını idame ettiriyordu. Allah razı olsundu, Onlar da olmasaydı, yalnız başına, ne yapar, nasıl yaşardı. Zalim babası, kendisini, hiç aramamıştı.
Bir taraftan hayat hikayesini anlatıyor, bir taraftan da, o eski günleri, tekrar yaşarmışçasına, gözlerinden, yanaklarına, iplik gibi yaşlar süzülüyordu.
Biz buraya ne maksatla gelmiştik. Müşterek acı ve dertler, bizi ne hale getirmişti! Önümüzdeki şahane manzara, bir sis perdesine bürünmüş, artık görülmez olmuştu. Zevklerimiz, şevklerimiz acıya dönüşmüş meyus olmuştuk. Demek, bizi birbirimize yaklaştıran, ortak duygularımız, daha ziyade, bu acı ve çilelerdi. Bu gerçekleri içimizden atmak mümkün müydü?
Şimdi, iki sevgiliden ziyade, sanki yıllarca, birbirini tanıyan, iki dost gibiydik. Birbirimizin dertlerini paylaşmış, bir hayli de rahatlamıştık. Aşk ve sevgi sözleri, yerini, teselli sözlerine bırakmıştı. İkimiz de, yerimizden sanki, dayak yemiş gibi kalktık. Yan yana, patikadan yürürken, söyleyecek söz bulamıyorduk. Onu, duygu ve düşünceleriyle, arkadaşının evine kadar götürmüş, Ben de çok üzgün olarak, eve dönmüştüm.
Daha sonraki hafta sonlarında da, bilhassa güzel havalarda, ayça ile, böyle buluşmalarımız olmuştu. Genellikle, Paşa Bahçe rakı fabrikasının yanındaki denize nazır tepede, çamların altında buluşuyorduk. Buraya kadar, bazen otobüsle, bazen de yaya olarak gelir, çamların altında oturur muhabbet eder, veya hiç konuşmadan, boğazın güzelliğini seyrederdik. Onun yanında olmaktan büyük zevk alırdım. Onun da aynı zevki duyduğundan emindim, aksi takdirde, bu kadar yolu niye kat etsin, bu kadar zahmete niye katlansın ki?. Ancak, öyle zaman oldu ki, hafta sonları eve gelmem , dolayısıyla, buluşmamız da seyrekleşmişti.
12 . . GEMİLERDE PUANTÖRLÜK
Lise üçüncü sınıfa geçtiğimde , aldığım karne, geçen seneye nazaran, daha iyi idi. Yani, iyi notlar çoğunluktaydı.
Yaz tatilinde, yine iş peşindeydim. Bu defa, Enişte Bey’in sayesinde, rahat bir iş bulunmuştu. Arkadaşı, TMO ( Toprak Mahsulleri Ofisin) de baş puantör olarak çalışıyordu. TMO’ nin merkez binası, Karaköy’de bankalar caddesi üzerinde idi. Ama, ben, büroda değil, gemilerde çalışacaktım.
1940, lı yıllarda, Türkiye, iktisaden, kendini, hâlâ toparlayamamıştı. Nüfus artıyor fakat üretilen mahsul, Türkiye nüfusunu besleyemiyordu. Henüz, makineleşme yoktu. Üretim sistemleri, hâlâ ilkeldi. Dolayısıyla, bilhassa, Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere, muhtelif memleketlerden, buğday, nohut, mercimek gibi, hububat ithal ediliyordu. Satın alınan hububat, limanlara, gemilerle taşınıyordu. Nakliyatı yapan firmalar içinde, maalesef, Türkler azılıkta idi.. Çünkü, Türk ticaret gemileri yok denecek kadar azdı.
İlk tecrübemi, Salı pazarı rıhtımına yanaşan bir gemide yaşamıştım. Cihat Ağabey, bana işi bizzat öğretmek için, meşgul olmuş, bana yardım etmişti. Dost ve arkadaşça davranışı hoşuma gitmiş, beni onurlandırmıştı. Cana yakın bir insandı.( Bu dostluğumuz, sonraki yıllarda da sürecek, rahmetli oluncaya kadar devam edecekti.)
Yabancı gemiler limana gelince, belli bir süre içinde, yüklerinin boşaltılması gerekiyordu. Aksi takdirde, adlaşmalara göre navlun ücreti cezalı olarak tahsil ediliyordu.
Hububat taşıyan nakliye gemilerinin ambarları göz , göz ayrılmış, buralara hububat doldurulmuştu. Böyle yüklenmesi bir nevi emniyet içindi. Aksi takdirde, hububatın geniş ambar içinde, bir taraftan diğer tarafa kayarak, geminin dengesini bozması ve batmasına sebep olması mümkündü.
Gemi ambarlarından, hububat çuvallara doldurularak, gemiye yanaşan, mavnalara taşınıyordu. Bu işi, geçici olarak tutulan, işçiler yapıyordu. Ben ve benim gibi, lise veya orta okul talebesi bir kaç arkadaş da, puantör olarak, bu taşınan çuvalları sayıyorduk. Puantörlerin içinde, kadrolu olan yaşlı başlı kişilerde vardı. İşin zamanında bitmesi bakımından, gece, gündüz üç vardiya halinde çalışmamız gerekiyordu. Ben, torpilli olduğumdan, genellikle gündüz vardiyasında çalışıyor, gece ise, geminin, uygun bir yerini bulup uyuyordum. Yeme, içme, her şey gemiye aitti. Gemi tahliye olduktan sonra, raporlar tanzim ediliyor, Baş puantör’e veriliyordu. Bilahare, karaya çıkıyor, ikinci bir gemi geliciye kadar serbest kalıyorduk. İkinci geminin ne zaman geleceği, önceden biliniyordu. Buna göre, arada uzun süre varsa, evlerimize gidebiliyorduk.
İşte böyle bir boşluktan yararlanarak, eve gittiğimde, Ayça ile bir kere daha buluşma fırsatı yakalamıştık. Yine buluşma yerimiz, ulu çam ağaçlarının altı idi. Burada, gözlerden uzak, Onun sıcaklığını duya, duya, uzun süre dertleşmiştik. Konuşmalarımızda, ne bir aşk, ne de vaat vardı. Hayalden ziyade, gerçeklere daha yakındık. İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur muydu ki? Gönüllerin de bunu istediğinden, artık tam olarak emin değildik. Üstelik, mal yok, mülk yok neye güvenecektik!. Buna rağmen, ayrılırken, tekrar buluşmak ümidimiz vardı. ( Bunun son buluşmamız olacağını ikimiz de bilemezdik ki. Kader, insanların yollarını nasıl birleştiriyorsa, öyle de ayırabiliyordu. Gemilerde çalışmam dolayısıyla, O yaz , ablamlar’a pek gelememiştim. Lise üçüncü sınıfa başladığım zamanda, derslerin sıkışıklığı, ve bitirme imtihanları derken, ayda bir veya iki defa hafta sonu eve gelebiliyordum. Ama eve yaklaşırken ne zaman pencereye baksam. Hayal gibi, Onu görürdüm. Liseyi bitirip tahsil için uzaklara gittiğimde, artık yollarımız, tamamen ayrılmış oluyordu. Seneler sonra, kendinden oldukça yaşlı ve bedence sakat bir insanla, evlendirildiğini duyunca, yüreğim cız etmişti. Üstelik, -- ablam sanki her şeyi biliyordum dercesine, Onun beyaz gelinlikle çekilmiş , kocasıyla dans eden fotoğrafını vermiş olacak ki, -- albümü her karıştırdığımda,Onun hiç de mutlu görülmeyen haline bakarak üzüntü duyacaktım. Onun mutlu olmasını ne kadar isterdim)
Baş Puantör çok çalışkan, titiz, aynı zamanda, vesveseli bir insandı. Her işin mükemmel ve çabuk olmasın isterdi. İşler, istediği gibi gitmezse, çalışanları, bayağı haşlar, kırardı. Kendisi olmadığı zamanlar, görevi, yaşlı bir insan olan yardımcısı alırdı. Yardımcısı, Onun kadar titiz davranmaz, daha hoş görülü olurdu.
O tarihlerde, en makbul şeylerden biri, yabancı sigaraydı. Gemi kaptanı veya yardımcısı, bunu bildiklerinden, geminin bir an önce boşaltılması için, iş bitiricilere, hediye olarak, karton, karton sigaralar, çikolatalar, bisküviler hediye ederlerdi. Bu arada, böyle hediyelerden, benim payıma düşen de oluyordu. Sigara içmediğim için, almak istemezdim, fakat “içmesen bile, tanıdıklarına verirsin “ diye beni, ikna ederlerdi.
Aradan zaman geçtikten sonra, bu defa gemi tahliyesine, Haydarpaşa limanında başladık, Bu sefer, hububat, mavnalara değil, silolara taşınıyordu. Burada iş biraz daha zordu, çünkü gemiden karaya, oradan da siloya taşınması işi oldukça zorlaştırıyordu. Üstelik gemiler, arka, arkaya gelmiş, iş sıraya binmişti. Geçici işçi bulmak da oldukça zaman isteyen bir işti. Dolaysıyla, Cihat Ağabey, üzülüyor, gemilerin peşi sıra gelmelerine de kızıyordu. Neden zamanında haber verilmiyordu?. Halbuki, daha şimdiden, 2 Ağustosta gelecek geminin haberini almıştı bile.
Haydarpaşa limanında üç hafta çalışmıştık. Yakın olduğu için, boş kaldığım günler, halamı ziyarete gidiyordum. Halam (Dayımın kız kardeşi) Kurbağalı dere kenarında, Ankara’da evli olan kız kardeşinin evinde oturuyordu. Kız kardeşine de bu ev , evlatlık olarak verildiği aileden kalmıştı. Halam, beni oldukça iyi karşılıyordu. Tabii, elim dolu gittiğim sürece, ne de olsa dul kadındı. Her hangi bir geliri yoktu. Genellikle, kadınların veya erkeklerin tamire ihtiyaç duyulan çoraplarını aynı renk ve kalitede ip veya yünle örmek suretiyle tamir ediyordu. Birileri, Onun bu işi yaptığını öğrenmiş olmalı ki bu gibi tamirlik çorapları toplayarak, sevabına Ona getiriyordu. Bir de camilerle, hocalarla, arası pek iyiydi. Galiba, bilhassa dinî gün ve bayramlarda, oralardan bazı menfaatler sağlıyordu. Ayrıca, İzmit’e gittiği zamanlar, veya ziyarete geldiğinde, ağabeyi, Ona çok destek oluyordu. Ama şimdi kardeşi rahmetli olduğuna göre, oldukça sıkıntı çekiyordu.
Küçük halamı da, Ankara’dan geldiği sırada, orada tanımıştım. Ablasının aksine sarısın, güzel, biraz da kibirli biri idi. İnsanlara, belki de bana, tepeden bakıyordu. Kibar bir hali vardı, sanki hanımefendi görünüyordu. Evlatlık verildiği aileden miras kalan bu evin alt katını ikiye böldürmüş, bir kısmında, kendisi yazları geldiğinde, kullanıyordu. Evin üst katını da, kiraya, yeğenine vermişti. Dul halamın bu kızı, Enişte Beyin şef olarak görev yaptığı şirkette, daktilo olarak çalışıyordu.
pandisit ameliyatı sonrası, nekahet devresini geçirirken, şefini yemeğe çağırarak, yasemin ablamı görmesine ve evlenmelerine sebep olan , hala kızı, işte buydu. Herhalde, ablam, hala kızına müteşekkir olmalıydı? Ancak, bu hala kızı, çok şanslıydı.(Gerçi, sonraki yıllarda bu şansı devam etmeyecek, kocası genç yaşta öldükten, Mühendis olan tek oğlu , uçak kazasında Marmara’ya gömüldükten sonra, acılarla tek başına yaşlanacaktı) Kocası ve kayınvalidesi çok efendi insanlardı, kadir--kıymet bilen kişilerdi. Onu el üstünde tutuyorlar, bir dediğini, iki etmiyorlardı. Aynı zamanda, fedakâr ve misafirperverdiler. Asılları, Balkanlardan göç etmiş, zengin ve asil bir aileydi.
Dul halam da ilk evliliğini, Elazığlı , bir köy ağasıyla yapmıştı. Kocası, geçimsizlik nedeniyle, O’nu terk edip gidince, tek kızıyla, yalnız yaşamaya başlamıştı. Kızını okutmak için, eşin- dostun ve ağabeyinin yardımına ihtiyaç duymuştu. Öyle veya böyle, kızı okulu bitirdikten sonra iş sahibi olmuş ve Rumeli’den gelen bir göçmenle evlenmişti. Bu mozaik evlilikler neticesinde, halamın çok sevdiği erkek torunu, aynı zamanda , hem orta Anadolu, hem Rumeli hem de güney doğulu, olarak tamamen Türkiye’nin gerçeğini , Türkiye’nin mozayık’ını yansıtıyordu.
Halamın kızı da, tabii ki, dul anasına , arada bir yardım ediyordu. Kendisi çalıştığı için , oğluna annesi ve kayınvalidesi bakıp yetiştiriyorlardı. Halamın kızı, annesinden gizli, teyzesine, ev kirasını bile ödüyordu. Annesi bunu duysa, kıyameti koparırdı. O, evde, parasız oturduğunu zannediyordu.
Küçük halam kibirli bir insandı. Kibirli olması, belki de zamanında, evlatlık verilmesinden kaynaklanıyordu. Hiç çocuğu olmamıştı., çocuklara bilhassa, bana davranışı da bu sebeple de olabilirdi.
Dul halam, hava almayı, gezmeyi çok severdi. Bu mevsimde, kuşdili çayırı, cıvıl, cıvıl olurdu. Evinin önünden, dere kenarındaki yoldan, yüzlerce insan gelir geçerdi. Zaten ismi de, gezinti sokaktı. Dere de ise, su halen berraklığını kaybetmemişti., henüz kurbağalar ötmekte, sandallar dolaşmaktaydı.
(Daha sonraki yıllarda, halamların anlattıklarını da nazarı itibara alarak, ÇAYIR VE DERE hakkındaki hislerimi şu dörtlüklerle dile getirecektim.)
“Bir öykü doğadan, hazin ve gerçek.
Şükredelim ki, buluyoruz, bir yudum su, içecek!
Bir zamanlar bilinirdi, çayır ve derenin ünü,
Nasıldı çayır ve derenin , dünü, bu gününü.?
.Kuşların ötüşünden almıştı, çayır adını,,
Piyasa yapardı orada erkeği ve kadını.
Giyilirdi, renkli feraceler ve kırmızı fesler,
Bülbüller öterken dururdu, konuşan sesler.
Yem yeşil çimenleri vardı, ağaçları uluydu.
Öyle bir devir ki, insanlar, padişahın kuluydu.
Civarda, aşı boyalı, beyaz renkli konaklar,
Akşamları, gazinolarda, duyulurdu serenatlar.
Faytonlarda göz süzen, güzel dilberler,,
Erkekler papyonlu, bastonlu, piyasa ederler.
Ünlü gazinolar vardı, kurbağalı dere boyunda,
Dolaşırdı balıklar, sandallar berrak suyunda.
Hafız Burhan okurdu, güzel, içli gazeller,
Dinlemeye gelirdi , taa.. Üsküdar’dan, güzeller.
Sandallar, insanlarla, hep sefer yapardı.
Gazinolar kapılarını, akşamları, çok geç kapardı.
Kuşdili çayırı, artık sarardı, soldu, kalmadı renkler,
Ağaç yerine, pazarcılar için dikildi demir direkler.
Kuşdili çayırının adı oldu şimdi, Salı Pazarı,
Yeşil doğaya değdi, kem gözlerin nazarı.
Yerel yönetimi iş yapar sandık, sanalı,
Kurbağalı dere şimdi oldu, açık su kanalı.
Yaz gelince, artık, çayır, çimen hiç olmaz
Derenin pis kokusundan, civarlarda durulmaz.
Pazar biter, döküntüler, tüm sahayı kaplar,
Gelin, görün, ibret alın, aziz ahbaplar!
Pazar dağılırken, trafik, çirkinlik görülmeye değer,
Avrupalı mıyız? Ne kadar uzak, ne kadar meğer?!
Çimenler dikelim, boş, her karış toprağa,
Özlemimiz, temiz havaya, yeşil yaprağa.
Çöp bidonları her zaman kapalı olsun!
Çöpler sokağa atılmasın, kapalı bidona konsun!”
Çayır ve derenin, o zamanki güzelliğiyle tatmin olmayan halam, Kalamış’taki gazinoları, ve modadaki deniz hamamını tercih ederdi. Beni görünce, vaktiyle Erdem ağabeye yaptığı gibi, kendisini, oralara götürmemi isterdi. Oralara, ya tramvayla, ya da sandal tutarak giderdik. Sandalcılar saatine fazla para istediklerinde,” Ayol! Şurada komşuyuz, Allah’tan korkun “ diyerek pazarlık eder ve Onları , istediği parayı vermeye razı ederdi. Bazen Kalamış’ta gazino da oturur, bazen de deniz hamamına giderek, oradan denize girerdi. Bazen de Fenerbahçe burnuna gider ,ağaçların altında dolaşarak hava alır, götürdüğümüz yiyeceklerle piknik yapardık. İşte o zaman, çok mutlu olur,” Allah, senden razı olsun” diye duasın eksik etmezdi.
Ne zaman halama gitsem, yaptıracak bir iş bulur, Ufak, tefek tamir işleri mey anında, bahçedeki kuyudan su çekip, çiçekleri sulamamı, bahçeyi sulayıp temizlememi isterdi.
Bi defasında, oraya gittiğimde, bahçeyi başkasının suladığını gördüm. Bu Çiğdemdi. Benim şaşırdığım gibi, O’da beni görünce şaşırmıştı.
--Burada ne işin var? Soruma karşılık, her zamanki, hazır cevaplılıkla,
--Asıl, senin, ne işin var? Seni burada göreceğimi hiç beklemiyordum. İzmit, bugünlerde çok sıcaktı. Biraz serinlemek istedim ve halama geldim, diye cevap verdi.
Halam, elimde paketler görünce pek sevinmiş, beni güler bir yüzle karşılamıştı. Ama, yine isteklerini sıralamıştı. Hazır, Çiğdem de varken, çok sevdiği torunuyla , Onları, moda plajına, oradan d a, kalmıştaki gazinoya götürmeliydim. Öyle de yaptım, aksitakdirde, burulması ve darılması boldu. Bu defa , Çiğdem Sayesinde, oldukça da zevkli vakit geçirmiştik. İşte böyle, Halamın , İstek ve emir yağdırmakta üzerine yoktu.
13. . SÜPRİZ PİKNİK
Hububat teslim alacağımız üçüncü liman Derince idi. Zaten, geminin geliş zamanı, daha önceden biliniyordu. İşler ona göre ayarlanmıştı. Biz , ekip olarak trenle gidecek, gemiyi orada karşılayacaktık.
Rıhtımda gemiyi, sanki bir merasim havasında karşıladık. Gemiye çıktığımızda, kaptan, bizi oturma salonuna davet etti. Orada bize mükellef yemekler ikram ettiler. Bir ara Cihat Ağabey, “ Sakın ,bunlar, bize domuz eti yedirmiş olmasınlar!”, diyerek, endişesini dile getirdi. Yemekten sonra da, hepimize, daha doğrusu, puantör olanlara , karton, karton sigara, paket içinde çikolata ve bisküvi hediye ettiler. Ayrıca, Cihat Ağabeye orijinal ambalajında iki şişe viski vermişlerdi.
Ben, sigarayı almak istemedimse de, Cihat Ağabey,
--Al, oğlun, al! İçmesen bile, sevdiklerine, tanıdıklarına hediye verirsin, diyerek, beni zorlamıştı.
Bu içki ve sigara konusunun, diğer gemilerde olduğu gibi, bizim işçilerle, gemi personeli arasında, değiş tokuş biçiminde, devam edeceğine şahit olacaktım.
Böyle, ağustos sıcağında, millet terlerken, biz, deniz üstünde, püfür, püfür, serinlikte görev yapıyorduk. Tabii, buğday çuvalı taşıyan , terleyen, işçiler müstesna. Onları ter içinde zorlanır görünce, mazimi, çektiğim sıkıntıları hatırlamazlık edemiyor, üzüntü duyuyordum.
Bu defa, gündüz vardiyasında çalışıyordum. Önümden geçen çuvalları deftere kayıt ederken, bir ara, gözüm, sahile ilişti. Birileri el sallıyorlardı. Dikkatlice bakınca, bana salladıklarını anladım. Aaa! Bunlar, Çiğdem ile Ümmühandı. Ben “ne yapacağım” diye şaşırıp etrafıma bakarken, Cihat ağabey, Hızır gibi, yanımda bitiverdi ..Onları, Cihat ağabey de görmüştü.
--Yusuf, galiba, misafirlerin var, dedi.
--Peki, şimdi ne yapacağım?
-Dur hele! Paniğe kapılma, Ben, içerde uyuyanlardan birini kaldırır, senin yerine koyarım, Sen de , daha sonra, Onun görevini üslenirsin, diyerek, içeri girdi ve gerçekten, dediğini yapmıştı.
kızların yanına giderken, bir taraftan seviniyor, bir taraftan da mahcubiyet duyuyordum.
İkisi de, sahilde, gülerek beni karşılamışlardı.
--Hoş geldiniz, diyerek, tokalaştık. Sonra da ilk sözüm,
--Allah, Allah! Benim, burada olduğumu nereden öğrendiniz,? oldu. Çiğdem, alaylı bir tavırla,
--Yahu, sen, kendin söylemiştin, unuttun mu? Kadıköy de halamlarda. Gerçi, seni zamanında karşılayamadık, ama kusura bakmazsın artık !.
Söyleyecek söz yoktu. Bu, benim için, büyük bir sürpriz olmuştu. Hele, Ümmühanı getirmes
Çiğdem de, zaten öyle düşünmüştü. Ümmühan’a konuyu açmış, “ Gidelim, Yusuf’a bir sürpriz yapalım, hem de orada piknik yaparız demiş, O’ da her nasılsa, bu fikri kabul etmişti. Yanlarında, piknik sepeti de vardı. İlerde, ağaçların altında, çimenlik bir saha gözüme ilişti. Orayı işaret ederek,
--Siz oraya doğru gidin, ben, bir dakika, gemiye gidip, geleceğim, dedim. Maksadım, Çiğdem’e verilen hediyelerden, sigara, Ümmühan’a da çikolata ve bisküvi getirmekti. Çiğdemin, tanıdığımdan beri sigara içtiğini biliyordum. Nitekim, getirdiğim hediyelere, ikisi de sevinmişlerdi.
Gelişlerinden, yengemin de haberi vardı. Piknik sepetinde, yufkasını bizzat, kendisinin açtığı, şahane böreklerden koymuştu. Seneler sonra, o lezzeti tekrar tatma imkanını bulmuştum. Asıl lezzet ise, Ümmühan’ın, daha uysal ve yumuşak bakışlarıydı. Onu, görür, görmez, sönmüş, veya sönmeye yüz tutmuş ateş, yüreğimde, yeniden alevlenmişti. Sanki, korun üzerindeki külleri bir rüzgar gelip savurmuş, için, için yanan kor, meydana çıkmış, kalbimi yakar olmuştu. Artık, Onun, ateşini, sıcaklığını , benliğimde hissediyordum.
Gurup batıncaya kadar, vakit nasıl geçti, neler konuştuk? O’nu seyretmekten büyük zevk duyuyordum, Bazen, bir gonca kadar taze ve güzel, bazen de solmaya yüz tutmuş bir çiçek gibiydi. Onu , öyle hayranlıkla seyrettiğimin, Çiğdem de farkındaydı. Konuşmaya gelince, Galiba, daha ziyade, Çiğdem konuştu, Şaklabanlık etti. Biz, ikimiz de dinledik. Ümmühan, biraz, düşünceli, hüzünlü görünse de zaman, zaman gülmüş, eğlenmiş bir arada olmamızdan zevk almışa benziyordu.
Onları, istasyona götürüp, trene bindirdiğimde, güneş , güzel gurup batmak üzereydi, Tabii, benim gurubum da öyle! Şimdi yanımdan ayrılmış , yavaş, yavaş, İzmit’e doğru uzaklaşıyordu.
index
zorl14
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.