- 25332 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
YAHYA KEMAL'iN ŞİİR ANLAYIŞI
“Şiir, kalpten geçen bir hadisenin lisan halinde tecelli edişidir; hissin birden bire lisan oluşu ve lisan halinde kalışıdır. Düşündüklerimizi vezinle ve lisanla ifade edişimiz şiir değildir. Bir mısraın şiir olup olmadığı gayet âşikardır. Deruni ahenk ile ifade edilmişse, şiirdir. Şiir bir nağmedir. Lâkin Frenklerin kuğu nağmesi dedikleri çok nadir ve halis bir cevherdir. Bu nağmeyi ifade etmek için vezin ve lisan ancak ve ancak bir alettir. Şiirde nefes ve ses iki unsurdur. Mısraın ayakları yerden kopmazsa, yahut en hafif bir kulağı bir ses gibi doldurmazsa, halis şiir değildir. Benim için mısraın üzerinde günlerce, haftalarda durmak zarûreti hasıl olmuştur. Bu tarz uğraşış, bana gittikçe şiirin keşfedilmesi güç bir cevher olduğu duygusunu verdi.”
Çağdaş Türk şiirine iç musiki dediğimiz nağmeyi yerleştiren Yahya Kemal Beyatlı, Tanzimat Edebiyatı’nın tortusunu silip süpüren adamdır dense abartı olmaz. Tanzimatçıların getirdiği sığ sese boğulan edebiyatı kendi özüne döndürdü ve ortaya çok daha etkili bir şiir ekolü çıkardı. Üstelik, bunları yaparken, Divan edebiyatının yaşayabilecek bütün imkânlarını da kullanmayı da ihmal etmedi.Ahmet Hamdi Tanpınar, Ondan söz ederken, “ Yahya Kemal güzeli, nadide ve uçucu hayallerde arayan şairlerden değildir. Onun şiirlerindeki güzellik, çıplak bir güzelliktir. Denebilir ki, bu büyük adamın içinde eski bir heykeltıraş ruhu vardır.Lisanı bir mermer kitlesini yontar gibi geniş ve cesur hamlelerle işler. Söze mermerin ve tuncun güzelliğini verir. Onun içindir ki, her mısraı âdeta yekpâre bir güzellik sahibidir”,der. Tarihi bir geçmiş zaman medeniyeti olarak algılayan, onu seven ve sevdiren Yahya Kemal, şiirine bu muhteşem mazinin ayak seslerini getirirken, bir bakarsınız, Akınlarda çocuklar gibi şen olur, bir bakarsınız, Kosova’nın vefasızlığından ıstırap duyar. Eserlerine kendi kimliğini ve kişiliğini oturtan bu insan, tarihi edebiyat yoluyla destanlaştırmanın sırlarını da fısıldar. Ayrıca tarihin arkaik zenginliği yanında denizin sonsuzluğu ifade eden özelliğini de biz onun şiirleriyle tanıdık. “Madem ki deniz ruhuna sır verdi sesinden, / Gel, kurtul o dar varlığının hendesesinden” Son zevki aşk olan adamın bunun tadını alabilmesi için umman dediği denize karışması gerektiğini söyleyen Şair, “Ummana çıkar Burda bugün beklediğin yol, / At kalbini girdâbâ, açıl engine ruh ol!” beytiyle bizi sonsuzluğun mistik ortamına taşır. Ruhumuzu ateşler, pişirir, yakıp kül eder…Deniz denilen bin başlı ejderi, bir med zamanı kurşunla örtülü gökyüzünün kasveti altında yine de denize özlem duyan bu insan, öyle sanıyorum ki, tarihle tabiatın gizli izdivacını kendi hicranında yaşar… Denizin onun şiirine bu kadar sinmesi, kendi içindeki med ve cezrini denizlerle birleştirmesinden olsa gerektir…
RİNDLERİN ÖLÜMÜ
Hâfızın kabri olan bahçede bir gül varmış:
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış,
Eski Şiraz’ı hayâl ettiren ahengiyle.
Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter …
Yahya Kemal, şiirin önce kalpten geçen duygunun lisan haline gelişi olarak anlıyor. Onunla da yetinmiyor onun şiir olabilmesi için vezinle ve lisanla ifade edilmesinin yetmediğini, hissin lisan oluşu ve lisan halinde kalışı olarak tanımlıyor. Şiirde ahenk olacak ama o derûnî bir hal alacaktır. Yani gönülden gelecek ses ve nefes halinde ifşa edilecektir. Mısra ayaklarını yerden kesecek, kulağı sesle dolduracaktır. Onun şiirde iç musiki dediği şey budur.
Yahya Kemal, bizim şiirimizde, Divan Edebiyatıyla modern şiir arasında köprülük görevi üstlenmiştir. “Ok” şiiri hariç, şiirlerinin tamamını aruzla yazdı. Gazel tarzında olsun, kaside tarzında olsun, hatta koşma görünümü versin, fark etmez, bunların hepsinde aruzu ustalıkla kullanmış ve şiirden beklediği ahengi ancak bununla devam ettirmiştir. Onun böyle bir tavrı bize, sade dille aruzun yazılacağını göstermesi bakımından da önemlidir. Gerçi “Eski Şiirin Rüzgârıyla”da, Osmanlıca terkipler ve kelimeler de vardır. Ama bunlar anlaşılmayacak cinsten değildir. Yahya Kemal, oradaki şiirlerinde, “Ben gerekseydi bu dille de şiirler yazardım” dercesine bunları kullanmış ama o daha çok sade Türkçe’siyle yazdığı şiirlerinde zirveye çıkmıştır. Çünkü o “Türkçe, ağzımda anamın sütü gibidir.” demektedir. Bunu söyleyen bir insanın eski kelimelerde ısrar etmesi mümkün değildir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Şiir bir iç kale sanatıdır. Çünkü dil, vasıta olarak değil malzeme olarak kullanıldığı zaman milletin iç kalesidir. Böyle alınınca, şiir bir milletin insanının, tarihinin, kültürünün ta kendisidir. Köpüğüdür, çiçeğidir, tacıdır…” görüşünün bütün hususiyetleriyle yer aldığı şiiri Yahya Kemal’in şiiridir.
İnsanlar yaşadıkları ortamın tabiî bir parçasıdır… Şahsiyetlerinin oluşmasında aile ve sokak okulla birlikte tamamlayıcı etkin güç olarak görülür. Bu bakımdan, Yahya Kemal’in aile ortamı çok önemlidir. Görüyoruz ki, Üsküp’te doğan şairimiz iyi bir aile terbiyesi gördü. Ne var ki, daha lise eğitimini tamamlamadan annesini kaybetti, babasının ikinci evliliği mutluluk getirmedi. Genç yaşta gurbete savruldu ve İstanbul’a gelerek yatılı okudu. Sağlam bir tarih kültürü ve bilincine ulaştı. Türk milletinin geçmişinden koparılamayacağı düşüncesiyle, Osmanlı kültür ve medeniyetine önem verdi. Şiirlerinin tarihi derinliği buralara uzanır. Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet kadrolarındaki tarih düşmanlığına rağmen siyasi erkin bu açmazına aldırış etmedi, kendisini o tuzağa düşürmeden mazimizin bize kazandırdığı birikimleri şiirine yansıttı. Resmî ideolojinin bu tarih şuuru yüzünden kendisini dışlama tehdidine rağmen kişiliğini korudu ve iç örgüsünü geçmişin zenginlikleriyle geleceğin idealizmine taşıma arzusuyla oluşturdu. Reddi miras anlayışının devletin bütün müesseselerine yerleşmeye çalıştığı bir dönemde, bu milletin asırlar ötesine uzanan dinamizmi onun sayesine yeni nesillere bir sır gibi fısıldandı. Edebiyatımızı Sezai Karakoç’un tabiriyle, “Batılılaşma batağından ilk kurtaran adam oldu!...O şiiriyle, tarihin hastalığını tarihin şifasıyla tedavi etmek istedi.” Tanzimat edebiyatının köksüzlüğüne saplanmadı. Bu edebiyata açıktan tavır almak yerine, pasif bir direniş gösterdi. Eserlerinin çıkış ucunu o edebiyatın üzerinden aşırarak geçmişe bağladı ve varış ucunu da milletimizin gelecekteki beklentilerinin ufkuna taşıdı.. Bu sıcak, sağlam, yumuşak bir ses ve dil köprüsüdür. Onu başardığı için önündeki tuzaklara, mesela Garipçilerin tuzaklarına da düşmedi. Bu ülke insanının estetik duyarlılığını geçmişten besleyip geleceğe kendine özgü bir ekol olarak taşımayı başardı…
“Tarih, Deniz ve İstanbul sembolleri”yle, biraz da ülkenin geleceğinden duyduğu kaygılardan dolmayı içine dönen Yahya Kemal, bu milletin geçmişine ait değerleri yarınlarımıza taşıma sevdâsını fısıldamaya çalıştı. O dönemde, kör bir tarih düşmanlığı vardı. Günü kurtarabilmek için bu milletin geçmişini yok sayan bir zihniyetin devletin bütün organların kullanarak yaptığı baskılara rağmen kendi ırmağında akmayı başardı. O değerleri şiiriyle günümüze taşıdı ve şiirin yalnızca bir duygusal hazz âleti olmadığını, bir kültür ve şuurlanma meselesinin en kalıcı vasıtası olduğunu gösterdi. Deniz, onun ruhunun enginliğini, şiir ufkunun sonsuzluğunu ifade eder. İstanbul, yaşadığı mekanın kudsiyetine giydirilen bir estetik gömlektir. Ayrıca b.ir medeniyetin merkezidir. Dünyaya millî idealizmin ruhu buradan üflendi. Hayatı yaşamaktan çok tanımanın önemi, insanın bulunduğu mekanla bütünleşmesine bağlıdır. Eğer yaşadığınız yerin bir parçası olamıyorsanız, orada her şeyinizle yabancı kalırsınız. İnsanların gurbete giderken kendilerine sağlanan bütün beşerî imkân ve konfora rağmen rahatsızlık duyması bundandır. Onun Üsküp’te doğması, İstanbullu olmasına engel değildir. Çünkü İstanbulla birlikte o gizli ülkü haline gelen deniz ve tarihi de kucaklamış oluyordu. Bunlarla, Türk insanının geçmişteki haşmetini gelecekte de kuracak güçte olduğunu ifade etti.
Şiirimiz üzerinde manevi bir otoritesi olan Yahya Kemal’in hem söyledikleri, hem de şiiri dikkatten uzak tutulamaz. Onda dil ve ahenk şiirin vaz geçilmez iki ana unsuru olarak görülmektedir. Şiiri ileriye taşıyan da bunlardır. Dilde mükemmellik, ifadenin ilmî boyutunu aşarak ruhî ve estetik boyutunu ortaya getirir. Geçmişten farklı bir gelecek elde etmek için insanın, kendi içindeki mistik heyecanı yakalamasının gerekliliğine ancak bu yolla ulaşılacaktır. Nefes ve ses’in iç uyumu, şairin duygularıyla birleşince ortaya “Süleymaniyede Bayram Sabahı” gibi bir şiir çıkmaktadır. Ki, Yahya Kemal’in bütün şiirlerini, bu şiir çapında görmek ve kabullenmekten kendimizi alamayız. Zaten onun, her dönemde yeniliğini ve diriliğini koruması da bundandır…