- 543 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (10)
D. D Ö R C Ü N C Ü B Ö L Ü M
1. BİLECİK NERESİ (üçüncü dönemeç)
Cumhuriyet Bayramında, bütün okul merasime iştirak etmiştik. Henüz, imtihanların neticesi gelmez diye düşünüyordum Bayramdan iki gün sonra, sınıf arkadaşım Necdet Ersoy, sevinç içinde, beni karşılayarak,
—Yusuf ağabey ! leyli- meccani imtihanını kazanmışım! deyince, hem merak, hem de endişeye kapıldım. Acaba , ben de kazanmış mıydım?Yoksa !? Ümidim tekrar mı sönecekti? İlk dersimiz tabiattı. Öğretmen içeri girdikten sonra, sınıfta, gözlerini üzerimize çevirdi ve uzun, uzun gezdirerek:
--Çocuklar! Şimdi size, leyli- meccani imtihanını kazananları bildireceğim ! Kalbim küt, küt atmaya başlamıştı. Elindeki listeden bir kaç isim okuduktan sonra, Benim soy adımı ve baba adımı sordu.
—Tebrik ederim, sen de kazanmışsın, dedi. Artık , sevincime son yoktu. Bu haberle, hayatımın zorlu bir dönemecini daha aşmış , düz ve belirli bir yola çıkmıştım .
Okuyacağım okul, BİLECİK’TE idi. İsterse, Fi zanda olsundu! Benim için fark etmezdi, Sevincimi, hiç bir şey gölgeleyemezdi. Sevicimi, Dayım ve yengem de benimle paylaştılar. Bilhassa dayım çok memnundu. Sanki, benimle gurur duyuyor gibiydi.
Dayım, tren bileti ve harçlık için, bir miktar para verdi:
--İdareli kullan! Nasıl olsa, devlet her türlü masrafını karşılayacak, burası senin evin, tatillerde buraya gelirsin , diyerek, beni kucaklayıp öptü. Yengem de duygularını, dayım gibi ifade etmiş ve başarı dilemişti. Onlar ve kızlarla vedalaşırken, bir hayli duygulanmıştım. Erdem ağabey, şehir dışında vazifede idi. Erkan ise, vedalaşmadan, işine gitmişti. Üzüntü ve duygulu halim trende de devam etmiş, bir ara göz yaşlarımın akmasına mani olamamıştım.
2. BİLECİK ORTA OKULU
İkindiye doğru, tabelasında” BİLECİK” yazan istasyonda indim. Bir istasyon memurunun yanına sokularak:
-Bilecik Orta Okulu nerede diye sorduğumda,
—Burada orta okul yok, cevabını alınca çok şaşırdım. Meğer, benim sandığımın aksine, burası yalnızca istasyonmuş, Bilecik denen vilayet-kasaba- 10 km. içerideymiş.
—Oraya nasıl gidebilirim? soruma karşılık, ilerde duran bir at arabasını göstermişlerdi. Elimde tek bir bavul vardı. Gösterilen yere doğru yürüdüm ve arabacıya:
—Bilecik Orta Okuluna gitmek istiyorum , dedim. Arabacı da” peki” deyip, bavulu elimden aldı. Arabanın üstüne koydu ve
- Sen de şuraya, arabanın üstüne sıçra bakalım, dedi. Bu, demir tekerlekli, bir yük arabasıydı. Cılız, gadiği çıkmış bir at tarafından çekiliyordu. Biraz garibime gitmişti. Böyle bir yerde, başka vasıta yok muydu? Yol yokuşa vurmuş, at zorlanıyordu, yol güya şose idi ama , toz, toprak ve küçüklü, büyüklü taşlarla doluydu. Arabanın demir tekerlekleri, bu taşlara isabet ettikçe, arabayla beraber ben de havalara zıplıyordum. Hava soğuktu ve açık olan arabanın üzerinde, rüzgar iliklerime işlemişti. Yol boyunca, kır yerleri ve tarlalardan başka, ne ev vardı, ne de başka bir yapı. 20-30 dakika gittikten sonra, arabacı, parmağıyla ileriyi göstererek”—İşte Bilecik, ama okul daha yakında “ dedi. Gerçekten, kasabaya varmadan, bir hasta hanenin önünden geçtik ve sonra da , araba, büyük bir binanın bahçe kapısı önünde durdu. Arabacı,
—İşte okul bu, diyerek. Yola atlayıverdi.
Bahçe kapısından içeri girerken, etrafı tetkik ediyordum. Okul, tek başına, büyük bir arazinin içindeydi. Bina üç katlı görünüyordu. Yol tarafında, bakımlı, çiçekli bir bahçe, bahçenin içinde de , fıskiyeli bir havuz vardı. Binanın , ana giriş kapısına,
mermer basamaklı, iki taraflı merdivenlerden çıkılıyordu. Arka tarafta ise, geniş toprak bir düzlük, içinde tek katlı bir kaç bina, daha ileriye doğru ise meyilli geniş bir arazi bulunuyordu.
Henüz talebeler sınıflarındaydı, kimi sınıflardan talebelerin, kiminden ise öğretmenlerin sesleri dışarıya aksediyordu. Bir hademe beni gördü ve müdür muavininin odasına götürdü. Masada, gözlüklü, tıknaz yapıda, Japon’a benzer biri oturuyordu. Başımla selâm vererek:
--Hocam! Ben İzmit orta okulundan geliyorum.
—Adını, soy adını söyle, şu listeye bi bakalım, diyerek, sumenin altından bir liste çıkardı, listede ismimi buldu ve Hacca hanımı çağırarak,
—Bu çocuğu, yukarıya götür, eşyalarını bir dolaba koysun, yatacağı yeri göster, sonra buraya gelsin, sınıfına götüreceğim. dedi
Sınıfa, O önde,. Ben arkada girdik. Kürsüde, kadın bir hoca ders anlatıyordu. Müdür muavini:
—Hocam! Bu, yeni talebeniz, İzmit’ten geldi , diyerek sınıftan çıkıp gitti. Meraklı gözler benim üzerime çevrilmişti. Hoca Hanım:
—İsmini söyle de arkadaşların duysun. Sonra da geç, boş bir sıraya otur!” dedi. Adımı, soy adımı söyledikten sonra, sağdaki, en arka sırayı tercih ederek oturdum. Hoca hanım, kürsüden, ismimle, seslenerek:
—Yusuf! Coğrafyadan, hangi konuya kadar geldiniz! sorusunu yöneltince, Onun coğrafya öğretmeni olduğunu anlamıştım. Bir taraftan dersi dinliyor, bir taraftan da gözlerimi sınıfta gezdiriyordum. Sınıfta hiç kız talebe yoktu. Arka sıralarda, benden iri , bir kaç arkadaş daha vardı. Diğerleri, bizden küçüktüler. Bu, artık, herkese, ağabeylik taslayamayacağım anlamına geliyordu.
Zil çalınca , yavaş, yavaş dışarı çıktık. Bu , günün son dersiydi. Çocukların bir kısmı arka bahçeye iniyor, bir kısmı da kasabaya gidiyordu. Kasabaya gidenlerin içinde kızlar da vardı.
Aynı sınıftaki arkadaşlarla, okulun arkasındaki düzlükte bir araya geldik. Birbirimizi tanıma merakı ağır basıyordu. İsmen tanımak, nereden ve hangi okuldan gelmiş olduğumuzu öğrenmek çok önemliydi. İzmit’ ten, üç arkadaş daha vardı, Onlar, benden önce gelmişlerdi. Necdet’i tanıyordum, İzmit deyken aynı sınıfta idik. İsmail ve Fikret ise aynı okuldan fakat ayrı sınıflardan geliyorlardı.
Konuşmalarımız sırasında öğrendiğime göre: okulda, üç kategoride talebe vardı. Benim gibi, devlet hesabına, yani, parasız yatılı okuyanlar, ikincisi, paralı yatılı olanlar ve nehariler. Paralı okuyanlar civar kasaba çocuklarıydı. Nehari olanlar ise, kızlı, erkekli , Bilecikli çocuklardı. Benim gibi, devletin okuttuğu çocuklar , Marmara ve Ege bölgesinden gönderilmişlerdi.
Arkadaşlarla muhabbet ederken, vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Zil sesi bizi akşam yemeğine çağırıyordu. Yemek hane, binanın zemin katındaydı. Ayrıca, laboratuarın da bu katta olduğunu öğrenecektim. Çamaşır hane, mutfak, banyo ve tuvaletler, arka bahçe tarafındaydı. Yine arka düzlükte, okul müdürünün ikametine ayrılmış müstakil bir bina mevcuttu.
Biz dört İzmitli, yemek hanede aynı masaya oturmuştuk. Onlar benden küçüktü. Hele Necdet, ufak, tefek, kısa boylu, zayıf gözlüklü, cin gibi bir çocuktu. İsmail, yaşına uygun bir yapıda, fakat hareketleri ağırdı. Fikret ‘in ise, bir kulağının kepçesi yoktu, üstelik kulakları ağır işitiyordu . Ona , bazen kulaksız diye seslendiğimiz oluyordu. Çok sağlıklı görünüyordu. Yüzünden sanki kan damlıyor gibiydi. Yemek yerken, lokmaları ağır, ağır çiğner, en erken yemeğe başladığı halde, yemek masasından en son kalkan O olacaktı.
Yemek masaları, gruplar halinde dizilmişti. Birinci, ikinci ve üçüncü sınıfların masaları ayrı, ayrı dizilmiş, üzerlerine de bu rakamlar yazılmak suretiyle belirtilmişti.
Yemek salonundan çıktıktan bir müddet sonra, mütalaa için sınıflara dönmüştük. Gürültü, şamata devam ediyordu. Okulda, gece nöbetçisi olarak, bir öğretmen bulunduğu halde, talebeleri susturmak, ders çalışmalarını sağlamak baş mümessile kalıyordu. Keza, talebeler arasındaki sürtüşmeyi önlemek, yatak hanelerdeki disiplini sağlamak, adilane yemek tevziatı yaptırmak da baş mümessilin görevleri arasında olduğunu öğrenecektim.. Baş mümessilin halledemediği, aciz kaldığı bir hadise olursa, ancak o zaman, hadise idareye intikal ettirilecek. Fakat Kimse böyle bir şey istemeyecekti. Çünkü, müdür muavini Hüsnü Babanın ( ki arkadaşlar Ona Mr Moto diyorlardı) meşhur olan beş kardeşi işe karışacak, şamarı vururken, Allah yarattı demeyecekti. Baş mümessil , son sınıf talebeleri arasından, sevilen, ve öğreniciler arasında sayılan biri olmak kaydıyla, idare tarafından seçiliyordu. Bu akşam, yemekhanede gördüğüm baş mümessil, Hasan Ak Ova adında, iri , yarı, yüzünde bir kaç sivilce lekesi bulunan, fakat davranışları efendi olan bir son sınıf talebesiydi.
3..SINIF ARKADAŞLARIM - ÖĞRETMENLERİM
Günler geçerken, yavaş, yavaş sınıf arkadaşlarımı ve öğretmenlerimi tanımaya başlamıştım. Bizim sınıf, tamamen, parasız yatılı talebelerden oluşuyordu. Hiç kız talebe yoktu. Onları ancak teneffüslerde, müşterek laboratuar ve müzik derslerinde görüyordum. Bir de müzik hocamızın oluşturduğu, özel müzik grubunda, beş- altı kız talebe bulunuyordu.
Bizden üst sınıfların, bize karşı davranışları oldukça iyi idi. Yalnız, dershaneleri normal olarak ayrı olduğu gibi, yatak haneleri ve hatta yemek hanedeki , masaları da ayrılmıştı.
Bizim sınıfta, bana enteresan gelen ve göze çarpan tipler vardı. Örneğin: Bolu’lu SAİM, iri vücutlu, dalyan gibiydi. Gören Onu pehlivan zannederdi. Buna mukabil, sakin tabiatlı, uysal, kimsenin işine karışmayan, fakat derslerine de fazla önem vermeyen biri idi. ELMAS, O da iri yapılıydı. Atak, aynı zaman da heyecanlı hareketlere sahipti. Sanki, herkesle, hatta öğretmenlerle kavga etmeye hazır vaziyetteydi. “ Sınıfın en güçlüsü benim “ der gibiydi Sporda da aynı davranışları sürdürüyordu. RAMİZ: Benim gibi, burnu iri olanlardandı. Sanki, kökeninde, Kara denizlilik var gibiydi. Ama şivesi, hiç o tarafı çalmıyordu. Onun da hareketleri telaşlı, üstelik, her şeyde, heyecanlı ve aceleciydi. Çok çalışıyor pozundaydı, gizli , gizli sigara da içiyordu. HÜSEYİN: Orta boylu, sakin , efendi bir insandı. Herkesle iyi geçinirdi, tabii benimle de öyle. Onunla iyi arkadaş olmuştuk. Haklı olduğum konularda , benim tarafımı tutar ve savunurdu. KÂZIM: Orta boylu, kırmızı yanaklı, burnu biraz çarpıkça, fakat efendi bir çocuktu. Sınıfın en çalışkanlarındandı. Matematiği iyi idi.” Ben mühendis olacağım” derdi. İbadetine çok düşkündü. O yaşta namaz kılar ve aksatmazdı. Derslerini aksatmadığı için de kimse ses çıkarmazdı. En erken kalkanımız O idi. Etliye, sütlüye karışmazdı. Üstelik, Ankara’nın Koç Hisar kazasından olduğu için hemşehri de sayılırdık. MEHMET EMİN : Bodur denilecek kadar ufaktı. Yassı bir kafa yapısı vardı. Cin gibi akıllıydı. Matematiğe kafası çok iyi çalışıyordu Buna mukabil sakindi ( daha sonra Onunla kan kardeşi olacaktık) MEHMET ALİ DURAN.: Yakışıklı, boyu posu yerindeydi. Kendisi de bunu bildiğinden, yürüyüşü, duruşu, fiyakalıydı. Derslerde de oldukça iddialıydı. Merasimlerde ve toplu fotoğraf çekimlerinde, en önde bulunmak isterdi. CEMAL: Yakışıklı, orta boylu, kendine has poz ve davranışları vardı. Birazcık da şairdi. Denemelerini, zaman, zaman bize dinletirdi. ALAEDDİN: Çenesinin uzunluğu ve müzik bilgisiyle meşhurdu. Oluşturulan müzik grubunun, iyi mandolin çalanlarındandı. Sakin huylu , iyi bir arkadaştı. Aynı grupta, ben de mandolin çaldığım için, iyi anlaşıyorduk. SELAHATTİN: Bolu- Seben’dendi. Esmer, zayıf, kısa boylu, içinden sinirli ve heyecanlı olup dıştan sakin görünen bir yapısı vardı. Derslerine iyi çalışmakla beraber , fazla iddialı değildi. İzmitlilerle beraber, O da benim himayemdeydi. (Daha sonraki yıllarda, benim en sevdiğim arkadaşım olacaktı)
Öğretmenlere gelince: Okul müdürü CEMAL Beydi. Gururlu, kibar bir hali vardı. Karısı da okulda öğretmendi. O yılkı seçimlerde, Bilecik’ten adaylığını koymuş, Millet Vekili seçilince de okuldan ayrılmıştı. MUZAFFER BEY: Orta boylu, sarışın, hareketli, canlı bir insandı. Beni en çok etkileyen tarih hocamızdı. Tarihi, bir hikaye gibi, fakat teferruatlı anlatırdı. Tarih dersinde, en önemli şeyin, sebep ve netice ilişkisi kurmak olduğunu söylerdi.” Bu ilişkiyi bilip kavrarsan, aklında tutabilirsen, tarih dersini de öğrenmiş olursun” derdi Bize tarih derslerini sevdirmek için, tarihî mekanlara geziler tertiplerdi. Örneğin, Bilecik’te bulunan, Şeyh EDEBALİ’NİN türbesine götürmüştü. Burası kasabanın güneydoğu yamacında, kasabadan biraz uzakçaydı .Edebalinin yaşadığı bu evin bir odasına kendisi ve yakınları , sandukalar içinde gömülü bulunmaktaydılar. Ev tamamen türbe ( müze ) haline getirilmişti. Tarih hocamız, Osmanlı İmparatorluğun kurucusu, Osman beyle, Şeyh Edebalinin nasıl tanıştıklarını, Osman Beyin sabrını denemek için buluşma taleplerini birkaç defa geri çevirdiğini, Osman beyin, dünyaya kök salmış şeklinde gördüğü ulu çınar rüyasını tefsir ediş şeklini, aralarında geçen muhavereyi ve Onun kızı BALA hatunla nasıl evlendiğini anlatmıştı. Ayrıca Söğüt kasabasına götürerek, Osmanlı imparatorluğunun ilk temellerinin atıldığı yerleri, Yürük Türklerinin , kuruluş yıldönümlerinde çadırlar kurarak, merasimler yaparak ananelerini nasıl yaşattıklarını göstermişti.
ALAEDDİN BEY: Matematik hocamızdı. İri ve geniş yapılı, vücudu gibi, yüzü de geniş ve kırmızıydı. Talebelere, icabında sert, icabında yumuşak davranmasını biliyordu. Gerektiğinde Bizi koruma ve müdafaaya çalışan yürekli efendi bir insandı.
Tabiat bilgisi HOCAMIZ da enteresan tiplerdendi. Orta boylu, tombul, tam bir Bulgar göçmeniydi. Şivesi, Trakya’dan göç edenlerin şivesi gibi özeldi. Kulak ve ayak temizliği konusunda verdiği eğitici öğütlerini hayat boyu unutmayacaktım. Kulaklar, bilhassa banyodan çıktıktan sonra, kibrit çöpü gibi sivri şeylerle değil, bir parça pamuk inceltilip, sivriltilmek suretiyle kulağın içine sokulmalı, baş yana eğilerek, pamuk üzerindeki parmakla sağa, sola hareket sağlanmalıydı. Böylece hem kulağa kaçan su kurulanmış, hem de kulağın kiri temizlenmiş oluyordu. Sivri cisme pamuk sarmak suretiyle kulağı temizlemek de sakıncalıydı, pamuk içerde kalabilir tehlike yaratabilirdi. Diğer bir konu da ayaklardı. Ayaklar yıkandıktan, bilhassa kış aylarında , banyodan çıktıktan sonra, parmak araları , çok iyi kurulanmalıydı. Aksi halde, rutubetten, mantar , ayrıca çatlaklar oluşabilir, insana hem sızı verir hem de uğraştırabilirdi. Bu arada, Bulgaristan’ın daha temiz tutulduğundan söz etmeyi, methini de ihmal etmezdi.
İHSAN BEY: Müzik hocamızdı. Zayıf, ince yapılı, kabarık saçlarıyla, tam bir müzisyen görünümündeydi. Ne yazık ki kulakları ağır işitiyordu. Sesleri iyi duyabilmek için. Elini , bazen megafon gibi kulağına koyardı. Benim kulağımın ve sesimin uygun olduğunu anlayınca , müzik grubuna seçmişti. Hoş, ben de gönüllüydüm ya! Hem sesle türkülere eşlik ediyor, hem de- öğrendikten sonra- mandolin çalıyordum. Okul korosunda erkek talebelerden maada, beş, altı da kız talebe vardı. Kelebek misali, O mu güzel, Bu mu güzel diye, gönlüm, bir ONA, bir BUNA konmak isterdi. Fakat tereddüt eder, bir türlü cesaret edemezdi. Çünkü, güzellik hakkındaki değer yargılarıma, hiç biri tam olarak uymuyordu...... Özel ve millî bayram günlerinde, Bilecik halkına ciddî, ciddî konserler verirdik. En çok seslendirdiğimiz .
“ oğlan adın İsmail, ismine oldum nail.....”
“Meşeli, dağlar meşeli, kül oldum ben bu aşka düşeli...”
“Bursanın ufak, tefek taşları, keman olmuş, O yarimin kaşları...” gibi türkülerdi. Bu türküleri hatasız icra edersek, müzik hocamız çok sevinir, gururlanırdı.
4. İSYANLARIM
Harp zamanıydı. “ Harbe girecek miyiz, girmeyecek miyiz” haberleri, radyodan, zaman, zaman dinliyor , aramızda da konuşuyorduk. Böyle kritik bir dönemde, verilen yemekler bizi doyurmuyordu. Porsiyonlar hem az çıkıyor, hem de devamlı, kuru fasulye, mercimek, güm pür le idareye çalışıyorlardı. Biz ise tam gelişme ve yeme çağında idik. Cumartesi, Pazar günleri, kasabaya indiğimizde, bazı arkadaşlar, peynir, zeytin, reçel gibi, bazı ihtiyaçlarını alabiliyorlardı. Benim ise, harçlığım kıt, param hesaplıydı. İşte böyle zamanlarda, fakirliğin acısını, yüreğimde, daha fazla hissediyordum. Zaman, zaman, Tanrıya isyan, anama, babama küfür ettiğim oluyordu.
-Zevk için, beni meydana getirdiniz, netice ne oldu? Biriniz ölüp gitti, bana dikili bir ağaç bile bırakamadı, diğeriniz , beni bebekken terk etti, anne sevgisini tattırmadı. Diyerek, kızar, bağırır, ağlardım. Tabii, bunu , yalnız olduğum zamanlarda yapardım. Bazen, düşüne, taşına fırından, sıcak bir ekmek alır, şehirden, okula gelinceye kadar, yavan ekmeği, büyük bir iştahla, yer, bitirirdim. Ki o zaman ekmekler okkalıktı.
Tanrıya isyanım ise:
-Neden beni yarattın! Madem yaratacaktın, neden, zengin bir ailenin çocuğu olarak yaratmadın ? şeklinde idi. İşte o zamanlar, kendi, kendime söz vermiştim.” Zengin olmadığım takdirde, evlensem bile, çocuk yapmayacaktım.” Çocuğumun da benim gibi, sıkıntı çekmesini istemiyordum. ( Tanrı, bu isteğimi duymuş olmalıydı).
Bir gün, müdür muavini beni çağırttı ve,
-Senin velin kim ? Adını, adresini ver de, mektup yazacağım. Dedi. Dayımın ismini ve adresini vermiştim, ama, neden mektup yazacak acaba diye de merak etmiştim. Beni mi şikayet edecekti? Bu şüphe ve endişem epey devam etmiş, derslerin hay- huyu içinde unutmuştum.......
Artık, okullar kapanmak üzereydi. Devamlı, sözlü ve yazılı sınavlar yapılmakta, bizler de harıl, harıl çalışmaktaydık.
Bu arada, harp bitti, bitecek haberleri, kulaklarımızı doldurmaya başlamıştı. Almanlar yenilmişler, teslim olacaklardı......
5. İLK YAZ TATİLİ
Okullar tatil oldu. Karnelerimizi aldık, Allaha şükür, resim hariç, aldığım notların hepsi pek iyi idi. Diğer arkadaşlarla vedalaşarak, dört İzmitli, iki de Bolulu, Saim ve Selahattin , istasyonun yolunu tutmuştuk. Bolu’lu arkadaşlar, Arif iye’de indiler, Trende, İzmit’e yaklaşırken, içimde , az da olsa bir heyecan mevcuttu. Acaba , beni nasıl karşılayacaklardı. Epey zaman geçmiş, bu zaman zarfında, ancak, bir kaç mektup yazabilmiştim.
Daha, yolun köşesini dönüp, uzaktan evi görür, görmez , leydi’nin sesini duydum. Sanki, uzaklardan kokumu almıştı. Bahçe kapısını açar, açmaz, üzerime atladı. Çılgın gibi, ellerimi yalıyor, etrafımda, fırıl, fırıl dönerek, sevinç gösterisi yapıyordu. Bunca zaman geçmiş, beni unutmamıştı. Köpek de olsa, doğrusu, beni duygulandırmıştı.
Erkan hariç, yengem ve kızlar , beni iyi karşılamışlardı. Erdem ise, görevi icabı, şehir dışındaydı. Dayımın ise, akşam eve geldiğinde, yüzü gülüyordu. Daha , yanıma gelmeden,
Hoş geldim, oğlum! Gel, seni kucaklayıp, tebrik edeyim , derslerinde, çok başarılı imişsin, okuldan, takdirname yazısı geldi” dedi. Ve kucaklayıp, yanaklarımdan öptü,. Biraz şaşırmıştım . Getirip yazıyı gösterdi. Gerçekten, yazı okul müdürlüğünden yazılmıştı, yazıyı okuyunca, ne de olsa göğsüm kabarmıştı .
Yaz tatilini, çalışarak değerlendirmek istediğimden, Dayım, kağıt fabrikasında, bana iş bulmuştu. Ne kadar çok para biriktirirsem, benim için o kadar iyiydi. Okulda harçlığa ihtiyacım oluyordu. Dayımdan okul harçlığı istemeye çekiniyordum. Ev o kadar kalabalık, gelen gidenin ve akrabaların haddi - hesabı yoktu.
Fabrikada işim oldukça kolaydı. Bazen işçilere su taşıyor, bazen de , dekovil üzerinde yürüyen küçük vagonlarla, kazılardan çıkan toprakları, bir taraftan, diğer tarafa, taşıyıp döküyordum.
İşten çıkıp, eve geldikten sonra, bahçeyle ilgileniyordum. Bahçe , oldukça, bakımsız kalmıştı. Yediğim ekmeğin karşılığını ödemek istiyordum ama, pek de onu karşılamıyordu. Açıkça sı, çalışmam, yengemin, çamaşırlarımı yıkamasının, karşılığı bile olamazdı. Gerçi, Dilsiz Emine teyze gibi yardımcı kadınlar, ev işlerine ve çamaşıra yardım ediyorlardı ama, evin asıl yükü, yengemin üzerindeydi. Kızlardan, pek de yardım görmüyordu. Bu da herhalde, Yengemin, Onlara karşı kendi tutumundan kaynaklanıyordu. Her işi kendim yaparım veya yaptırırım düşüncesindeydi. Onlara pek kıyamıyordu galiba!
Sayılı günler çabuk gelip , geçmişti. Okul, artık, benim için bir sığınma yeriydi. Burada, kendimi, bazılarının bilhassa Erkan’ın hissettirdiği gibi, biraz da sığıntı kabul ediyordum. Aslında, Dayım da, yengem de böyle düşünmüyorlardı. Onlar, can-ı gönülden, bana destek olmuşlardı ve destek olmaya devam ediyorlardı.
Bu defa, İzmit’ten ayrılmam, bana, fazla üzüntü vermedi. Artık, önceki duygusallığım yoktu. Ayrılık duygusuyla, trende de ağlamamıştım. Üstelik, okula gidiyorum diye, sanki, içimde bir sevinç vardı.
Okulda, ilk haftanın rehaveti, gelip, geçmişti. Öğretmenlerimizin hepsi de iyi insanlardı. Dersleri de çok iyi öğretiyorlardı. Genellikle, bizlere davranışları iyiydi. Müzik çalışmalarımıza, yeniden başlamıştık. Kendi enstrümanları olup, yaz tatilinde, evlerinde, çalışanlar, bu işte daha başarılı idiler. Benim ise, böyle bir imkânım yoktu. Yengem, genç kızken, ud dersi almıştı, Udunu getirip, bana da öğretmek istemişti. Ama hem iyi nota bilmiyordu, hem de udun çalınışı, mandolinden farklıydı bu sebeple, başaramamıştım. Bu iş için uzun zamana ve gayrete ihtiyaç vardı.
6..İKİNCİ ŞAMAR
Okul açılalı bir ayı geçmişti. Okula iki öğretmen tayin olup gelmişti. Biri erkek, biri kadındı. Anladığımıza göre, ikisi de bekârdı. Erkek, otuz yaşlarında, açık tenli yakışıklı, biraz da benim gibi, burnu büyük cinstendi. Ayrıca, her şeyi ben bilirim pozundaydı. Talebelere, bir kürsü farkından , çok daha yukarılardan bakardı. Kadın ise, 20-25 yaşlarındaydı. Yüzü, biraz tatarımsı olmasına rağmen, oldukça, güzeldi. Anlaşılan, öğretmen okulundan, yeni mezun olup gelmişti. Fazla deneyimi yoktu. Talebelere, nasıl davranacağı hakkında, tereddüt geçiriyordu. Acaba, sıcak mı davran sındı, yoksa, soğuk mu davran sındı ?
Sınıfta ders anlatırken, bazı arkadaşların yaptığı gibi, ben de Ona bakarak, dalar giderdim . Toplu fotoğraf çekimlerinde, Onun yanında bulunmak isterdim. Aynı devrede tayin olup gelen, edebiyat Öğretmeni’nin, Ona karşı ilgi duyduğu, benim gibi, bir çok arkadaşın gözünden kaçmıyordu. Teneffüslerde, sık, sık bir araya gelerek , yana, yana dolaşırlardı.
Bir yerlerde okumuştum, sakız çiğnemenin, diş ve diş etlerine faydalı olduğunu. Zaten köyde de, bir bitkinin öz suyundan sakız yapar çiğnerdik. Dolaysıyla, bu yönde alışkanlığım vardı. Okulda da bu alışkanlığımı devam ettiriyordum.
Bir gün, teneffüsten sonra, sınıfa , sakız çiğneyerek girmiştim . Henüz yerime oturtamamıştım ki, yeni edebiyat öğretmeni sınıfa girmişti. Sıraya otururken Onu gördüm, sakızı ağzımdan çıkarayım mı, yoksa , çıkarmayıp yutayım mı diye bir an tereddütten sonra onu çıkarıp ovucuma aldım. Öğretmenin gözü bende ve hareketlerimde olmalı ki, bana doğru gelerek,
- Nedir, o ağzından çıkardığın, dedi ovucumu açıp, göstermek mecburiyetinde kalmıştım. Ovucuma bakmakla, tokadı yemem bir oldu . Bu hayatta yediğim ikinci tokattı. İkisi de sudan sebeplerdendi. Çok bozulmuştum. O kadar arkadaş içinde tokat yemem, çok ağrıma gitmişti. Ama asıl sebebin, sakız çiğnemek değil , başka bir şey olduğunu tahmin etmek pek de güç değildi. Bunu düşünerek, biraz da olsa teselli olmuştum.
Okulda, tokat yiyen çok arkadaş görmüştüm. Onlar, daha ziyade, sigara yasağı yüzünden, böyle bir muameleye maruz kalıyorlardı. Müdür muavini ve yeni gelen edebiyat öğretmeni gibiler, zaman, zaman tuvaletlere baskın yaparlardı. Ve yakaladıklarına, Allah yarattı demeden, sille tokat girişirlerdi. Sigara içen talebelerin çoğu paralı okuyanlardı. İçlerinde iyi arkadaşlar da vardı. O kadar sopaya, aşağılanmalarına rağmen, neden sigarayı bırakmadıklarına veya bırakamadıklarına şaşar, hayret ederdim.
7.RESİM HOCAMIZ
Resim yapma kabiliyetim pek yoktu. Resim hocamız, çok güzel, otoriter ve aynı zamanda, hanım efendiydi. Bir gün, resim dersinde, kürsünün üzerine koyduğu vazonun ve içindeki çiçeklerin resmini yapmamızı istemişti. Ben, yine , arka sıralarda oturuyordum. Hocamız, bir müddet sonra, sıraları dolaşmaya başladı. Kimine “iyi” diyor, kimine, “ biraz daha çalış, şöyle yap, böyle yap “ diyerek ilgi gösteriyordu. Sıra bana gelmişti. Yaptığıma, şöyle bi baktı, anlaşılan, bir şeye benzetememişti. Yanıma oturdu. Bana , yeni ve temiz bir resim kağıdı çıkarttı. İzah ede, ede, vazonun ve çiçeklerin resmini kendisi yapmaya başladı. O resim yaparken, ben de Onun sıcaklığını hissediyordum. Bu hissettiğim, acaba, duymadığım anne sıcaklığımıydı ? Yoksa, bana değer verdiğini düşünmemden mi ileri geliyordu? Artık , resim derslerinin gelmesini, dört gözle bekler olmuştum. Çünkü, her derste yanıma oturur, bana çizimlerde yardım ederdi. Ne yazık ki, resim dersleri, haftada bir saat ile sınırlıydı. 8.ÖRNEK TALEBELER
Bir gün, müdür muavini, Hüsnü Baba,- ki genellikle böyle derdik-, beni, Hüseyin’i ve Saim’i yanına çağırtmıştı. Merakla, birbirimizin yüzüne baktık ve sonra da odasına gittik. Masasının arkasında, gözlüklerinin altından, bizi ilk defa görüyormuş gibi bakarak,
-Siz, üçünüz, okulun, en ahlaklı talebesi seçildiniz. Okulun disiplin kurulu, böyle bir karar aldı . Bu günden itibaren, karma sınıfta ders görecek, oradaki ahlaksız talebelere örnek olacaksınız, dedi. Bizi, peşine takıp, karma sınıfa götürerek, içeri girdi ve
-Bu üç arkadaşınız, badema bu sınıfta ders görecekler, diyerek , Hocaya, hiç bir izahatta bulunmadan çıkıp gitti .. Bilahare, karma sınıfta paralı olarak okuyan üç arkadaşımız, bizim sınıfa nakledilmişlerdi.
Tevatüre göre: Onlar, kız talebelerin içinde, kız talebelerden ziyade, kısa boylu, şişman, uzun yıllarını bu mesleğe vermiş, kadın bir öğretmeni, ahlaka aykırı davranışlarıyla taciz etmişlerdi. Hoca da , Onları, idareye , şikayet etmek mecburiyetinde kalmıştı. Okulun disiplin kurulu toplanarak, çare olarak, böyle bir uygulamayı münasip görmüştü.
Benim için, bu bir mükafat mıydı? Güzellere bakmayı her zaman seven ben, bundan sonra etrafıma bakamayacak mıydım ? Mamafih, O arkadaşların yaptığı şey çok farklı, düpedüz ahlaksızlıktı.......
9.BAĞLAR KOPUYOR
Okullar tatil olmuş ve biz artık, üçüncü sınıfa geçmiştik. Biz okuldan ayrılırken, son sınıftakiler , bitirme imtihanları için, harıl, harıl çakışıyorlardı. Gelecek sene, Allah kısmet ederse, biz de bu heyecanı ve endişeyi yaşayacaktık.
Aslında, yaz tatilini, okulda geçirebilirdim. Devlet bu imkânı veriyordu., ama , burada kaldığım takdirde, kendimi çok yalnız hissedeceğimden emindim. Köye gitmeyi hiç aklımdan geçirmiyordum. Çünkü orada çektiğim acıları unutmam mümkün değildi. Dolayısıyla, yine, İzmit’e gitmeye karar vermiştim.
Eve vardığımda, bir sürprizle karşılaştım. Ağabeyim, muhittin oradaydı. Yine işsiz kalmış, dayımız bir iş bulur ümidiyle gelmişti. Dayım ise, akşam eve geldiğinde, Onu görünce fena halde bozulmuştu. Yengem, usulce , Onu teselli etti. Yengem, Kel Hasan beye hitaben bir mektup yazacak, Muhittin’e iş vermesini isteyecekti. Kel Hasan bey göçmendi, İşi gücü yokken dayım ve yengem Ona çok yardım etmişlerdi. Dayım, yeni gelen, yatacak yeri olmayan çoğu göçmene, barınak sağlayarak yardım etmişti. Onlardan biri de Hasan beydi. Ama Onun aile içinde özel bir yeri vardı. Yengem, icabında, Onun çamaşırlarını yıkamış, söküğünü tamir etmişti. Hasan bey bir ara askerîye kuru erzak pazarlamış, zengin olmuş, şimdi ise inşaat müteahhitliğine soyunmuştu. Halen, İstanbul, Kara köyde, bir han inşa etmekle meşguldü. Yengemin mektubu sayesinde, Muhittin muhakkak iş bulacaktı. Gerçekten de ertesi gün, Muhittin, cebindeki mektupla, İstanbul’a hareket etmişti.
Bu yaz, piyano sesinden ve onu çalanın yakınlığından, yoksundum. Çünkü, üç kız kardeşler, Ankara’ya taşınmışlardı. Onların yerine, Yengemin ahbapları olan, Tavşancıllı bir aile taşınmıştı. Onların konuşmaları, o yöreye özel ve şiveleri farklıydı. Bizim kızlar, Onları sevmelerine rağmen, konuşmalarını taklit ederek alay ederlerdi. Anlaşılan, insanları Ti ye almak, Onların karakteriydi. Ayrıca, hazır cevap olmakla da övünürlerdi. Hiç bir lâfın altında kalmak istemezlerdi. İyi veya kötü, muhakkak, cevaba, cevapla karşılık vermeleri gerekliydi sanki. Bu yüzden, Bazen babaları ve bilhassa, ağabeyleri Erdemle ters düşer, Onları kızdırırlardı.
Geceleri, yer yatağında, salonda yatıyordum. Dayım yatağından kalkar, salonda dolaşırdı. Seneler önce başlayan nefes darlığı, artan bir şekilde, hâlâ devam ediyordu. Acaba, doktora gitmiyor muydu? Acaba , bunun çaresi yok muydu? Sıkıntıyla dolaştığını görüyordum, O benim uyuduğumu zanneder, ben de uyurmuş gibi davranırdım, ama gerçekten, çok üzülüyordum.
Okulun, yani devletin verdiği kıyafetlerle, artık, üstüm, başım düzgündü. Galiba, kendime, biraz da güven duygusu gelmişti.
Dayım, yine bana, fabrikada iş bulmuştu. Sabah gidip, akşam geliyordum. Bazen, oralarda Erkan’a da rastlardım. Klor fabrikasında, laborant olarak çalışıyordu. Karşılaştığımızda, sanki bir yabancıymışım gibi davranır, burun kıvırır, geçer giderdi. Galiba bir işçi parçasıyla görünmek, Onu utandırıyordu.
Bir akşam üstü, iş dönüşü, yengem çarşıya gitmemi istemişti. Kıyafetlerimi değiştirerek, alış verişi yapıp gelmiştim. Birden, çiçekleri sulamak aklıma gelmiş, fakat, bu arada ayakkabılarımı ıslatmıştım. Kendi, kendime, küfür edip söylenirken, Duvarın üzerinde oturmakta olan Erkan, her zamanki alaylı tavırlarını takınmış, bana lâf atmaya devam ediyordu. Ayakkabılarımı ıslatıp söylendiğimi görünce,
--Ayakkabı senin neyine gerek, sana çıplak ayak yaraşır, ya çıplak ayak dolaşacaksın ya da çarıkla. Çarıkları, gömdüğün yerden çıkarıp, ne zaman köyüne döneceksin, merak ediyorum,” demez mi? Artık Onun acımasız ve alay eden tavırlarından bıkmıştım ve belki de bir birikimin neticesi,
“Senin, dinine, imanına” diyerek suratına, aniden bir yumruk aşk ettim. Neye uğradığını şaşırdı. Galiba burnu kanıyordu. O da bana vurmaya başladı. Yengem ve Tavşancıllılar aramıza girip ayırmaya çalıştılar. Onunki, 120 kiloluk bir vücuttu. Altında kalsam, belki de beni ezerdi. Ceketimi, bıraktığım yerden kaptığım gibi, bahçe kapısından dışarıya fırladım. Yengemin arkamdan,
--Hayvan herif! Neredeyse, çocuğu öldürecektin” diyen sesi kulaklarımda yankılanıyordu.
Bu defa, ok yaydan çıkmıştı. Kendime hakim olamamıştım. İlk aklıma gelen Dayımdı. Ona ihanet etmişim gibi geliyordu. Peki, bundan sonra ne yapacaktım, nereye gidecektim. Sokaklarda, serseri gibi dolaşırken, hava da kararmıştı. Aklıma, ne okul, ne de köy gelmişti. Bir müddet için, Muhittin’in yanına, İstanbul’a gitmeyi düşündüm. Ama, sokaklarda dolaşırken saatler geçivermişti. Bu sefer aklıma Belediye geliverdi. Orada, bekleme odasında bir kanepe vardı, geceyi orada geçirebilir, sabah olunca, bir çare düşünürdüm.
10.ATLATILAN TAHLİKE
Bu düşüncelerle, Belediye binasına doğru yürüdüm. Zabıta memurlarından biri, orada nöbetçiydi ve beni de tanıyordu.
-Bu gece, burada, kalmak istiyorum, bekleme odasında, nasıl olsa bir kanepe var, şöylece uzanır yatarım, dedim. Memur, merak etmiş gibi, --Peki, ama, neden Dayınlarda değilsin? Sorusuna karşılık,
-Erkan ile kavga ettik, Yarın , belki ,tekrar eve giderim, deyince,
--İyi öyleyse, kalabilirsin, dedi. Bekleme odasına girip kanepenin üzerine uzandım . Bütün düşünceler beynime hücum etmişti. Böyle ne kadar zaman geçti, bilmiyordum. Bir ara, dışarıdan, koridordan, sesler geldiğini duydum. Koridoru, loş bir ışık aydınlatıyordu. Şöyle doğrulup baktığımda, zabıta memuru ile bir itfaiyeci konuşuyorlardı. Daha önce ne konuştuklarını duymamıştım ama, şimdi zabıta memurunun sesini duyuyordum.
--Hayır, O kimsesiz çocuklardan değil, Belediyede Onu herkes tanır. Dayısı, burada güçlü bir insan, Bizim de amirimiz, sakın aklına kötü bir şey getirme, diyordu. Badema kulağıma sesler gelmez olmuştu. İkisi de , orada ayakta duruyorlardı, belki de alçak sesle konuşmaya devam ediyorlardı.
İçimi bir korku sarmıştı. Uykuya dalacağım diye ödüm kopuyordu. Bir an önce güneşin doğmasını Tanrıdan dilemeye başlamıştım. Uyumadığımı belirtmek için, zaman, zaman öksürük numarası yapıyordum. Nihayet şafak sökmeye başlamıştı. Şafak söker, sökmez, yavaşça, yattığım yerden doğruldum. İtfaiyeci görünmüyordu, zabıta memuru da, sandalyenin üzerinde kestiriyordu. Seksizce oradan ayrılarak, sabahın seriliğinde, istasyona doğru yürüyüp gittim.
Tren yolculuğu boyunca, hep , Dayımı düşündüm. Olanları öğrenince, kim bilir, ne kadar üzülmüştü. ”Yedir, içir, güven, hatta, eserim diyerek gurur duy, sonra da öz oğluyla kavga etsin! Olacak şey miydi?” Bu , itimadı, suiistimalden başka ne olabilirdi. “Öfke gelir , göz kararır, öfke gider, yüz kızarır” ata sözüne ne kadar uyuyordu bu durumum! Gerçi, Şişkonun, ne kadar acımasız , dalaş kan ve kinci yaradılışta olduğunu bilmeyen yoktu, ama Dayım ve Yengemi düşününce, hiç bir mazeret beni haklı gösteremezdi. Kara köye varınca, bir kaç inşaat dolaşarak, Muhittin’i bulmuştum. Yine patron pozlarındaydı. İşçilere, bir şeyler tarif ediyor, sanki, mal sahibi ibişçesine emirler veriyordu. Torpilli olduğundan, Hasan Bey, Ona, kalfa yardımcılığı ve puantörlük görevi vermişti. Beni görünce şaşırdı,
--Ne işin var senin burada, dedi.
--Erkanla fena halde kapıştık, bu sebeple evden kaçtım. Bir daha oraya dönmek istemiyorum, --Peki, ya Dayı? Onun iyiliğini nasıl unutacaksın?
- Onu hep hatırlayacağım.
--Peki, Şimdi ne yapacaksın?
--Bir müddet, seninle kalırım. Belki de çalışacak bir iş buluyum. Okullar açılınca da Bileciğe dönerim. Muhittin bir müddet sessiz kaldıktan sonra,
--Burada kalamazsın, doğru, dürüst yatacak bir yer bile yok. Ben, burada, inşaatta yatıyorum. Sen en iyisi, Yasemin ablana git. Seni sevdiğini söylüyordun. Belki yaz boyu, orada kalmana müsaade eder, bel ki de seni İzmit’e götürüp, Şişman ile barışmanı sağlar! Ha , ne diyorsun?
Geri dönmeyi artık hiç istemiyordum. Böyle bir davranıştan sonra, Onların yüzüne nasıl bakabilirdim. Fakat Yasemin ablaya gitme fikri bana cazip gelmiş, yeni bir ümit vermişti.
--Haklı olabilirsin, hemen şimdi, oraya gidiyorum, nasıl olsa, yerlerini, yurtlarını biliyorum.
--Al şu 20 lirayı, yanında bulunsun, belki lazım olur.
Hayret! İlk defa bana para veriyordu Benim kazandıklarımı bile elimden alan insan, şimdi bana para veriyordu? Gerçekten de verdiği para işe yarayabilirdi. Gideceğim yerde, kabul görmezsem, okula, geri dönecektim.
Anasayfa
Zorlu 11
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.