KARŞIBAĞLI
KARŞIBAĞLI
O gün erkenden kapatmıştı babam dükkânını. Götüreceklerini bir bohça içerisine koyarak düğüm atıp, yün heybenin gözüne yerleştirdi. O tahta kepenklerin çivisini takarken, ben de yularını tutup yedeklemiştim yanı başında merkebi. Yün palanın önündeki kırmızı kuşaktan tutup bir çırpıda usta bir binici edası ile atlamış benim elinden tutarak terkisine alıp “Ya Bismillah ” diyerek yola koyulmuştuk..
Beton zemin üzerinde yankılanan nal sesleri yokuş yukarı biraz yavaşlarken gideceğimiz yerin yukarıdaki mahallede bir yer olduğunu anladım. Sık, sık değirmene arpa öğütmek için gidip geldiğim bu yolun yabancısı değildim. Bazı evler vardır, bazı kapalı mekânlar. Dışardan bakıldığında yüksek duvarların ardında hep bir giz taşıdığı için insanda merak uyandırır ya; gittiğimiz yerde öyle bir yerdi işte. Ana yoldan ayrılıp hâkim bir tepe üzerinde inşa edilmiş eve doğru yöneldiğimizde yıllardır içini merak ettiğim bu evin sırrını çözmüş, merakımı gidermiş olacaktım. Bu yüzden heyecanlıydım.
Kanatlı kapının yanındaki duvar hatılına çakılmış koca demir halkaya merkebi bağlayıp, yemlik torbasını da başına düğümledikten sonra babam kapının üzerinde bulunan iki büyük kapı tokmağından en kalın ve tok ses çıkartanı iki defa tıklamıştı. Heybe omzumda öyle heyecanla beklerken birkaç dakika sonra paslı güllabın sesi ile açılan bir kanadı kanatlı kapıdan gelenin erkek olduğunu tokmak sesinden anladığı için yaşmak tutan ve tanıdık biri olduğu için yaşmağını açarak ismen buyur eden nur yüzlü teyze kapıyı açmıştı.
İçeriye adımımızı atar atmaz genzimizi keskin bir elma kokusu sarmıştı. Şimdi anlamıştım nereye geldiğimizi. Dedemin kadim dostu olup ara sıra bir hasır sepette bize gönderilen ve sağ elmanın bulunduğu eve gelmiştik. Alaca karanlık içerisinde üst kata ulaştıran çift yönlü zerzenbi adı verilen geniş tahtalı merdivenlerden çıkmaya başladık. Merdivenin başında elinde bir çift terlikle, sarı saç perçemleri alnından sarkık, entarisi mor çiçekli ve ayağında mavi naylon terlikli benim yaşlarımda bir kız çocuğu karşıladı bizi. Utangaçlığının yanaklarına çaldığı allık ile “hoş geldiniz” dedi .
Özel bir dekorla renklendirilmiş camlı kapı açılırken hiç görmediğim bir mekân hayranlığı içerisinde, oyma dolap önündeki yatakta yatan ihtiyarın eline yönelen babamı fark etmemiş, ikazı üzerine onun büyük terbiye ile öptüğü elini bende öpmüştüm. İhtiyar vefasından olacak ki sevincinden birkaç kez tekrar ile “hoş geldin ahretliğimin emaneti” diye söyleniyor her söyleyişinde sesinden memnuniyetini belirtiyordu.
Birkaç dakika oturmuştuk ki küçük kız duvardaki ahşap gömme dolaba yöneldi. Dolabın alt gözünden üzeri silik etiketli Pereja yazılı, kapağı yarı kırık cam şişe kolonyadan merasim edası ile ikramda bulunuverdi. Onun da gelen misafirlerin muhabbetinin ve samimiyetinden olacak ki yanağındaki ilk allıklar biraz geçmişti sanki. İşini bitirip dedesinin yatağının dibine iki dizi üstüne çöküverdi. Emre hazır durumda edep ve terbiye içerisinde oturuşundan çok iyi yetiştirildiği belliydi.
Hasta olduğu halde ağrılarına rağmen arada bir elinde tuttuğu gümüş imameli doksan dokuzluk kehribar tespihin boncuklarını devrederken bu insanın onurlu duruşu bakışlarındaki dürüstlük ve arada bir dalan suskunluğu beni çok etkilemişti. Yatağının hemen üzerinde asılı duran çok eskiden hatıra kaldığı belli olan Fransız sarması dolma çifteyi en ince noktasına kadar incelerken kim bilir hangi muharebelere girmiş çıkmış diye düşünüyordum.
Dedesinin ikazı üzerine odadan çıkan evin kızı biraz sonra kenarı tırtıllı bir yayvan bakır tabak içinde sağ elmalar ile içeriye girmişti. Hasta ihtiyar kemerinde takılı el yapımı bıçağını babama uzatıp “istersen kabuğunu soy” dedi. Elmayı soyarak yeme işinin sadece büyüklere ait olduğunu sandığımdan ısırdığım elmalardan ağız şapırtısı çıkmaması için diri, diri boğularak yuttuğumdan gözlerimin yaşardığı, evin kızının gözünden kaçmamış olacak ki iki elmayı dörde bölerek yanıma çaktırmadan koymuştu.
Az konuşan bu ihtiyarın hatırını ve bir isteği olup olmadığını sorup kalkmak için müsaade istediğimizde ihtiyarın gözlerinin gitmememiz için yalvardığını, fakat bir şey diyemediğini fark eden babam bir hürmeti yerine getirmenin rahatlığı ile dışarıya çıkarken vefasına karşılık ihtiyar “selametle yadigâr selametle” diye arkamızdan seslenmişti.
Eve yabancı olmadığı her tarafını iyi bildiği belli olan babam evin hanımına bir isteği olup olmadığını sordu. Tebessümün içerisinde şükrün en mütevazı kelimeleri döküle vermişti dilinden. “Hamdolsun. Salıncakta bir yıl yetecek tandır ekmeğimiz var. Ambarda bir göz ihtiyat unluğumuz, gendimemiz, on düğün yapacak bulgurumuz. Hamdolsun. Yeter ki Allah sıhhat versin.” Kızını göstererek evimin bereketi önümde elim ayağım oluyor benim. En büyük ihtiyacım bu yaşta hizmet. Sağ olsun onu da bu altın kızım yapıyor inşallah ömrüm mürüvvetine yeter.”diyordu.
Kar gibi beyaz tülbendinin içinde nur yüzü yine gülümserken ihtiyarın hastalığına çok üzüldüğü belli etmeme telaşında idi. Biraz kısık sesle babama “İçi yanıyor demek ki. Durmadan “ah bir salkım üzüm olsa” diyor. Bu mevsimde nerede bulunur ki. Belki de son isteği, içinin sızısından ne dediğini bilmiyor, konuşuyor işte ”demişti.
Evin eyvan kısmından geçtiğimizde gelirken erzak koyduğumuz yün heybenin iki gözü de o meşhur sağ elma ile dolu olduğunu gördüm. Evin kızının kaldırmak için çabaladığını gören babamın işareti ile atılarak heybeyi ben yüklenmiştim. Yaşımdan beklenmeyen bir kuvvet heybeyi kaldırdığımı gören evin hanımı sırtımı sıvazlayarak “pehlivan gibi maşallah” dedi. Takdirin gururu ile cümle kapısını açarak bizleri yolcu eden evin kızı ile göz göze geldiğimde gülümseyerek “güle, güle pehlivan” demesi ile kıpkırmızı kesilmiştim. Merkebe yüklemek için omzumdan heybeyi alan babam bana takılarak "“çok mu ağırdı neden kızardın” dediğinde utancım daha da artmıştı.
Gaz lambasının altında Mahmure Öğretmenimin bilemediğim için ceza olarak verdiği kerrat cetvelinin yedilerini hatasız yazma telaşında iken, yatmak için odasına geçen babamın, anneme “oğlanı yarın erken yatırasın Cumartesi Hudu köyüne göndereceğim” talimatını duydum. Yaşım küçük olduğu için ilçeye yakın köylere aile samimiyetimiz olan hanelere ticaret mahiyetli merkeple gidip geliyordum. Bu seferki oldukça uzak bir köydü ve ilk defa gidecektim. Ne içindi? ,Ne alacaktım? Bilmiyordum. Günlük öğünü verilen merkebe birkaç üsküre fazla arpa ezmesi döküldüğünden yolun hayli uzak olduğu belli idi.
Bizim merkebin iki palanı vardı. Biri günlük işlerde kullandığımız, diğeri uzun yolculuk içindi. Sabah yola çıkmak için değişik palan ile giydirilmiş görünce işin yük arzı olmadığını anlamıştım. Hava soğuk olduğundan devetüyü filik papak başlığımı ve yün çoraplarımı da üşümeyeyim diye sıkı, sıkı giydirmişti annem.
Babam son talimatları verirken üzümü ile meşhur olan Hudu köyüne gideceğimi ve Küşat Hocanın oğlu Ali’den hasta için heybenin gözündeki eski solvent tenekesine birkaç salkım üzüm koyarak akşama kadar dönmemi istiyordu. Elindeki pusulayı gideceğim yerin hane sahibine verme mi de tembihlemişti. Giderken yol üstünde bulunan su pınarlarından bir kaçının ismini sayarak bindiğim hayvana su vererek, Kurukahveci Hasan Efendi’den aldığı kavrulmuş kahve, iki paket çay, kıtlama şeker ile Ayakkabıcı Fikri’nin özel yapımı olan tabanı mumlu ibrişimle sırınmış yemeniyi heybenin gözüne yerleştirerek yolculaşmıştı beni.
Bir müddet şoseden devam eden yolun kestirmelerine sapınca binek hayvanımın bu yola hiç yabancı olmadığını fark edip rahatlamıştım. Hayatımda ilk defa sorumluluk almanın mesuliyeti içerisinde biran evvel tarif edilen köye varmak için iki de bir yol kenarında beğendiği gokkoz dikenlerine ağız atan merkebi sıkıştırıyordum. Bazen inatlaşıp yularını tüm gücümle çekmeme rağmen birkaçını dili ile bir araya getirip koparmayı başarıyordu. Yol boyunda keçilerine kavak burcu yediren sürü sahiplerine rast gelmiştim. Selam verdikten sonra sürüye refakat eden davar köpeklerinin hışmına uğramayayım diye temkinli olarak biraz daha hızlanıyordum. Issız derelerden geçerken yalnızlığın verdiği korku ile içimden değer mi birkaç salkım üzüm için değer mi bunca yol diyordum. Dik bir yokuşun sonundaki tepenin ardından gelen kaideli öğlen ezanının sesini duyduğumda köye çok yaklaştığımı anlamıştım.
Camiden en son çıkan cemaatten ayaküstü sohbete dalan iki ihtiyara Küşat Ali’nin evini sorduğumda iki katlı büyükçe bir ev gösterildi. Köyün içerisinde coşkulu akan su kurununun yanından inerek elimi yüzümü yıkayıp harareti düşsün diye merkebe de su verip yularını yedekle dikten sonra evin kapısı önündeki büyük kapıdan içeri girdim. Evin ortanca oğlu beni hemen tanımıştı. Koşarak hayvanın yularını alıp duvar dibindeki içi korunga otu dolu olan müsüre bağladı.
Tüm açlığı ile müsürdeki yeme saldıran merkebin üzerindeki heybeyi alarak beni karşılayan genç in buyur ettiği odaya yöneldim. Küşat Ali Amca O yörenin en güzel üzümlerini yetiştiren güler yüzlü bir insandı. Üzüm zamanı üzümleri sepet içerisine koyar atlara yükler Kemah’a satmaya getirirdi. Onun yolu üzerinde olduğumuzdan ve okul gidişlerinde denk gelişinden rastlaşır idik. Hepimize küçük, küçük salkımlar verir tatmamızı sağlardı. Bizde buna karşılık, peynircilikte yaptığından kurban bayramı kestiğimiz koyunların şirdenlerini peynir mayası yapması için kendisine saklar verirdik. Böylece ödeşirdik.
Uzunca “hoş geldin kâtip” deyip bütün misafirperverliğini göstererek beni odasında başköşeye oturttu. Hemen oğluna sıcak çorba getirmesini söyledi. Ben heybemdeki emanetleri ona verip babamın kendisine yazdığı pusulayı verdim. Yazılanları okurken muhabbetten doğan memnuniyet yüzünde hemen belirmişti. Gelen sıcak tarhana çorbasını kaşıklarken oğluna “çabuk kır atı çek aşağı çaydaki damın dip odasında saklı üzümden şu tenekeye koy getir” diye tembihliyor, talimatı yavaştan alan Oğluna “Sallanma tez ol” diyordu. Oğlunu gönderdikten sonra “hey gidi demek Ramis bey çok hasta öylemi! Şifa olur inşallah, Şifa olur İnşallah”demişti.
Çorbanın üzerine içtiğim demli çay beni kendime getirmişti. Bu arada aşağı dereden gelecek oğlunu görmek için iki de bir pencereden bakan Ali Amca ‘ya merakımdan üzümlerin bu mevsime kadar nasıl saklandığını sormuştum. Oda bu üzümleri hiç incitmeden toplayıp çöplerinden tavana astıklarını böylece üç beş ay kadar kaldığını uzun, uzun anlatmış anlatımında aralara daha birçok mevzu dışı konular katmıştı. Bende anlamış gibi başımı sallamıştım. Ali amcanın oğlu hemen gelmiş, istenilen emaneti heybenin bir gözüne koyup diğerine kocaman bir balkabağı ile denklemişlerdi. Ali Dayı Palanın gevşemiş kolanını iyice sıkılayarak paldunun ipini kontrol etmişti. Vaktin geç olduğunu hiç oyalanmamı tembih edip köyü çıkıncaya kadar oğlunu da bana eşlik ettirerek yolculamıştı beni. İkindi yaklaşıyordu. Güney yamaçlarda aniden ürken kekliklerin kanat seslerinden bir kaç kez düşme tehlikesi geçirmiştim. Ali dayının hayvanın gevşemiş golanını ani ürkmelerde düşmemem için neden sıktığını şimdi anlamıştım.
Dinginliği kaybolan merkebimi daha hızlı gitmesi için zorlamadığımda direnci ile karşılaşıyordum. Akşam ezanına yakın geçen posta trenine denk geldiğimde daha epey yolumun olduğu ve karanlığa kaldığımı anlamıştım. Merkebimin ne denli tecrübeli olduğunu bilmediğimden içimde yavaş, yavaş korkular oluşmaya, uzun kış gecelerinde babaannemin anlattığı alkarısı, sıtara hikâyeleri aklıma gelmeye başlamıştı. Yol boyu önümde giden sancılı bir tilkinin feryadı da korkularıma tuz biber olmuştu. İçimden değer mi diyordum bu kadar yol iki salkım üzüm için değer mi?.
Uzakta şehrin ışıklarını gördüğümde korkularım sanki biraz geçmişti. Kendime cesaret vermek için o günlerin en meşhur türküsü olan Yaylalar türküsünü çağırırken kayalardan akseden yankıdan ürperip biraz sonra türkü söylemekten de vazgeçmiştim. Gecenin karanlığında odaklanmış olduğum ışığın yavaş, yavaş kendime doğru yaklaştığını hissettiğimde sevincime diyecek yoktu. Birilerinin yakınımda olması büyük cesaret vermişti. Saatlerce üzerinde geldiğim hayvanın bile vasat yürüyüşü değişmiş, hızlanmıştı. Belki de bana öyle gelmişti.
Lüks lambası ışıkla yaklaşanın “Katip”,“Katip” diye seslenişinden ve tanıdık bu sese gecenin yarısında kaidesiz sesi ile merkebin tepki vermesinden babam olduğunu anlamıştım. Yanına yaklaştığımda “ ya çok geç kaldın kâtip iyimi sin ” diye sorması korkumu bir anda atmama yetmişti. Belli etmiyordu ama oda çok tedirgin olup meraklanmıştı. Eve yaklaştığımda Babaannem ve Annemi kapı önünde beni beklerken bulmuştum. Büyük bir görevi yerine getirme edasıyla aşağı atlayıp saatlerce palan üzerinde gelmekten uyuşmuş ayaklarımın üzerinde durmaya çalıştım. Annem halimden etkilenmiş olacakı eline aldığı heybenin gözündeki tenekeyi gösterip “Değer mi Bey iki salkım üzüm için Değer mi “diye sitem ederken babam “değer hanım değer” diye cevap vererek hayvanın üzerindeki terden tenlenmiş palanı çıkarmaya çalışıyordu.
Babaannemin Erzurum işi papağı başımdan çıkartarak göz seviyeme kadar eğilip gözlerimin içine bakarak başımı okşaması bütün yorgunluğumu alıp götürmüştü. Yaptığım işten dolayı memnuniyetini iki kelime ile hemen göstermişti. “Aslan Oğlum, Pehlivan” alışık olduğum Aslan benzetmesi takdirini sürekli söylerdi. Ama onun Pehlivan yakıştırması ile sanki birden bire büyümüş gibiydim. Bu sözler üzerine yürüyüşümün değişmesini sezinleyen babam gururla gülümsüyordu. Evin otoriter lideri olan Babaannemin gözünde pehlivan olmanın ayrı bir anlamı vardı.
Lastik ayakkabımın içerisinde yün çoraplar ayaklarımı sıkmış olacak ki selinti sobasının arkasındaki minder üzerinde uzandığımda sıcaktan hemen mayışmıştım. Önüme konan sıcak cılvıra çorbasından çok sevmeme rağmen bir tas ancak yiyebilmiştim. Birkaç saat öyle uyumuş olacağım ki çok hararetli bir konuşmanın sesinden uyanıverdim. Komşumuz Mihmanların Gazi Hakkı Paşa haneye o akşam misafirliğe gelmiş muhariplik zamanlarından kalma hatıralar ve mevzular konuşulmuş çaylar içilmiş tam geçenlerde ziyaret ettiğimiz haneden getirdiğimiz sah elma yenilirken sahibi Ramis Bey den bahis ederken ben uyanmıştım.
Gazi Paşa Ramis Bey için ‘ ince hastalığı olduğundan dolayı onun tabiri ile harbi istiklal’de askere alınmadığı için onunda takas usulü ticaret yaptığı bu hastalığı sonradan yendiği Kemah tuzu ile Besni üzümünü, Çarık derisini, Karamando bezini becayiş ederek sattığını anlatmıştı. Harp zamanı cephe gerisinde olduğundan dul, ,yetim, öksüze çok sahip çıktığını evinin altındaki yerde yeni harfleri iyi bildiğinden çocukları okuttuğunu anlatmıştı.
Gazi Paşanın Ramis Bey hakkında anlattığı en ilginç konu ise şöyleydi. Arkadaşı olan Tanassurlu Hasan Efendi askere çağrılır. Askerlik celbi zaman daha kırk günlük evlidir. Emin bir insan olduğu için ona gelerek “Ben askere gidiyorum. Belki dönerim. Belki dönemem der. Biriktirdiğim şu yüz altını al eğer kızım olur ise çeyiz parası, oğlum olur ise evlat yarısı sana emanet yetiştirsin vebali günahı sana” diyerek cepheye gider ve gidiş o gidiş bir daha kimse haber alamaz. Çok beklenir ama gelmez. Bir çok harp gaibi gibi onunda ölümü meçhulü gaipten düşülür. Babası gittikten sekiz ay sonra Tanasurlu Hasanın bir oğlu olur. Adını babası istediği için Ali koyarlar. Ali’nin çocukluğu konu komşuya hamur yoğuran ve ekmekçilik yapan annesinin yanında geçer. Sonra Ramis Bey kendi yanına alır. Maharetli ve hevesli olduğunu görünce bir topal ata iki çamlı sandık yaptırarak ayna, kemiktarak, oşkur lastiği, jilet, satmak için onu çerçiliğe başlatır. Ali o kadar ticarette maharetlidir ki bir zaman sonra işi büyütür. Yedeğinde tam iki yüklü at ile beraber divitin, pazen, basma kumaşlar ve lastik zenne ayakkabılar satmaya başlar. Ticarette tam ustalaştığını görüp işin böyle çerçi usulü ile olmayacağını gören Ramis Bey, bir gün Ekmekçi ile oğlu Ali yi yanına çağırarak babasının vasiyetini kendilerine anlatır. Emanette duran ve babasının verdiği yüz altın yanında, yüz de Ali’nin ticaretinden artırdığı toplam eski yüz altını ona vererek kendisine bir manifatura dükkânı açar. Birçokları gibi oda ticarette mekânı değiştirerek vilayette büyük bir mağaza açar.
Ramis dayı ilgili bu konuyu can kulağı ile dinlemiş onun ne denli muhterem bir insan olduğunu ailemin büyüklerinden söz arasındaki saygı içinde sarf ettikleri olumlu tasdiklerinden anlamıştım. Bu arada Sarı Saçlı Kızının’da üçüncü evliliğinden olduğunu da öğrenmiş olmuştum.
Babaannem evde taziye ve bayramlar haricinde un helvası yaptığı zaman ya bir yere giderdi ya da çok kıymetli bir misafirimiz gelirdi. Sabah erkenden yaktığı ocakta kalaylı bir bakır tava içerisinde şekerini kıvamında yedirdiği helvayı elindeki tahta kaşıkla şekil verip, özenle top, top yaparak bir tepsi üzerinde diziyordu. Hele onun yaptığı helvanın başka bir tadı, başka bir lezzeti vardı sanki. O bir kaç küçük tabak içerisinde dondurur, özel dolabının içinde saklar, bazen hiç ummadığım zaman bana ikram ederdi.
Bana ikram edilen helvayı sıcak, sıcak yerken ağzım yanmış, gözlerim yaşarmıştı. Bu halime kızan babaannem “Kürluk yapma aslanım önünden kaçıran mı var” diye beni azarlamış ardından “ikindi vakti burada ol Hatun Bibi ye gideceğiz” talimatını vermişti.
Hatun Bibi, Ramis Bey‘in karısı oluyordu. Babaannem ile aralarında ahiretlik hukuku olup her derdini birlikte paylaştığı kişi idi. Ramis Bey in ikinci karısı vefat ettikten sonra birazda Babaannemin sebep olması ile Hatun Bibi yi almış, bu evlilikten can şenlikleri kızları olmuştu. Kör topal yaşayıp gidiyorlardı. Vilayette taşındıktan sonra ayda bir ziyaretine gelen Ali de bütün ihtiyaçlarını karşılıyordu.
İkindi vakti Babaannemin çok nadir örttüğü kenarı iğne oyalı dışarılık tülbendi, en yeni elbiselerini giymiş bir şekilde, kucağında işlemeli bir bohça ile beni beklerken buldum.
Sabah bana verdiği para ile Ramis Beyin kızına götürmek için ayak numarasını aynı yaşta olan kız kardeşimin terliğine bakıp otuz iki numara olduğunu tespit ettiğim üzerinde kendi renginde yapışık kurdele deseni olan bir çift ökçeli mavi naylon ayakkabıyı ve ondan habersiz uçlarında mor çiçekleri olan iki tane lastikli toka almıştım.
Babaannemin hazırladığı nevaleleri heybeye koyup bu sefer üzerine binmeyip, yularını yedeklediğim merkebim ile birlikte yola koyulmuştuk. Yol boyunca yıkılmış ve harabe haline gelmiş eski ev kalıntılarında bir zamanlar yaşayan insanları teker, teker aile sanları ile bana saymıştı. Lakabı Tatikler olan evin önünden geçerken sahibinin su geçirmesin diye damların üzerine serdiğimiz şorak toprağı kazarken toprağın altında kaldığını anlatmıştı. Onun hafızasına ve kişileri olayları hatırlamasına bir kez daha hayran kalmıştım.
Bir kaç moladan sonra Ramis beyin evine gelmiştik. Kapıda Hatun Bibi Babaannemi karşılamış üç kez sarıldıktan sonra yaşça büyük olduğu için elinden öpmüştü. Biraz dik olan yokuşta onu yormuş olacak ki içeriye girmeden soluklanmak için üzerinde çiçekli bezden yüzlenmiş minder olan ceviz kütüğünün üzerine oturup evin kızından su istedi. Merkebin yularına ne olur ne olmaz diye üç düğüm atıp yemliğini başına taktıktan sonra üzerindeki heybeyi alarak bende yanlarına gitmiştim. Hatun Bibi beni görüp “Hoş geldin Pehlivan” demişti. İkram ettiği suyun içilmesini el pençe bekleyen evin kızı ile göz, göze gelerek bu söz üstüne ikimizde tebessüm etmiştik. Babaannem bakır marşafayı uzatıp “Su gibi aziz ol, geçmişlerin canına altın kızım” diyerek elinde sürahi ile içeriye gitmekte olan kızın arkasından bakıp Hatun Bibiye dönerek “Büyümüş serpilmiş maşallah kocaman olmuş görmeyeli” demişti.
Oturduğu oda kapısından Ramis Beyin hatırın sorup babamın selamını da ileterek hanımlara mahsus odaya geçmiştik. Mahremi olan bu odaya yaşımız küçük olduğundan girmemizde hane hanımefendisi bir mahsur görmemişti
Odanın içerisinde epeyce bir yer kaplayan ve kenarlarında desenli ahşap oyma ile çevrilmiş dolap içerisinde banyo alarak kullanılan yerin kenarında ev halkının yer yatakları çok düzenli ve intizamlı bir şekilde dizilmişti. Hanedeki tertip ve düzen Babaannemin çok hoşuna gitmiş olacak ki ”Maşallah kendin gibi yetiştirmişsin, Allah senden razı olsun gittiği haneyi şen eder inşallah“diyerek memnuniyetini belirterek evin kızını yanına çağırıp bana aldırttığı ayakkabıları ve sandığında özel sakladığı ipekten bir giysiyi ona vermişti.
Epeydir birbirlerini görmeyen bu iki dostun birbirlerine anlatacak çok şeyleri olacak ki. “Hadi sizde alın kerrat cetvellerinizi kapının önünde biraz çalışın bakalım hanginiz ezbere okuyacaksınız.” diye bizi dışarı göndermişlerdi. Kapının önündeki tahta divan üzerinde elimizdeki cetveller ile biraz kendimizi denemiştik ama ikimizde yedilerde takılarak bırakmıştık. Onun için aldığım mor çiçekli lastikli tokaları çıkartarak minderin üzerine koymuştum. “Bunlar senin, sana aldım” dediğimde çok sevinmiş ve kıpkırmızı kesilmişti. Çok teşekkür ederim diyerek sonra takarım diyerek hemen entarisinin cebine koymuştu. Bazen hizmet için içeri gidiyor bazen, kendi için sakladığı en sevdiği meyvelerden bana teker, teker ikram ediyordu. Babasına ikram ettiği üzümü benim getirdiğimi ondan öğrenmiş olacak ki, “Nerden buldun üzümü? Çok uzakta mı idi gittiğin köy? Hiç korkmadın mı? ” gibi sorular soruyordu.
Çoban düzünden gelen inekler evin kapısına vardığında her zaman yemlendikleri müsürde bağlı olan merkep yüzünden ürkmüşlerdi. Hemen merkebi oradan çözerek dışarıdaki söğüt ağacına bağladım. Evin kızı bakır asma kovaların birini almış ineğin altında süt sağmaya başlamıştı bile.
Artık eve dönme vakti gelmişti. Ramis Beyin elini öpmek için içeri girdiğim zaman sehpa üzerinde bulunan tabaktaki üzüm salkımının yarısının eksilmiş olduğunu gördüm. Zoraki doğrulduğu yatağından başımı okşayarak meşin kılıf içinde bir el yapımı çakıyı ile sonradan Oltu taşı olduğunu öğrendiğim otuz üçlü tespihi elime tutuşturup hırıltılı bir ses ile “Üzüm için sağ ol delikanlı çok makbule geçti. Bunlarda benden sana babana çok selam götür” demişti. Babaannem ile evin hanımının birbirlerine sıkıca sarılıp musaffa yaparak ayrılmaları ardından tam kapıyı çıkacaktık ki. “Evin kızı bunu unuttunuz.” diye içinde un helvası getirdiğimiz bakır tepsi olan beyaz işleme bohçayı tam karşımda durup heybenin boş olan gözüne koymuştu.
Yüzündeki gülümseme ile “güle, güle Pehlivan” derken yazmasının altından göğsüne sarkıttığı örgülü saçlarının uçlarındaki mor çiçekli tokaları gözüyle bana gösteriyordu.
Bir salkım üzümün bana vermiş olduğu sonsuz bir mutluluk ve huzur ile eve dönüyordum. Gündüz birileri görür diye gururuna yediremediğinden hayvana binmeyen babaannem, yolun uzaklığına gözü kesmemiş olacak ki beni; daha kısa olur diye arazi yoluna saptırıp, az sonra da merkebe binivermişti. Onu evimizin önünde merkepten indirirken, yuları tutan anneme hemen cebimden çıkardığım tespih ve çakımı gösterip “Bunları Ramis Bey bana verdi.“ diye söylediğimde “Bak gittiğine değmiş.” cevabını vermiş, bunun üzerine değneği üzerinde ayaklarının uyuşukluğunun geçmesini bekleyen Babaannem “Değer gelin değer o insan için her şey değer” cevabını vermişti.
Kıbrıs harekâtı senesi evimize aldığımız Grundig marka radyonun ajans saatlerinde hiç ses çıkartmadan bütün ev halkının dinlediği haberler veriliyordu. Babam elinde yeni evimize ait Fen Memuru Nevzat Bey in çizdiği inşaat Planında ev kapısının yerini bir oyanı bir buyanı değiştirme niyetinde. Spiker önce Malta diye bir devlet kurulduğunu uzun, uzun anlatmıştı. Ardından deniz subayı olan eniştemin tatile geldiğinde babama okuması için getirdiği Yaban adlı romanın yazarının öldüğünü söylemişti. Diğer haberlere geçmişti ki Temmuz ayı harekatında ilanların daha iyi yapılması için merkez camisine yeni takılan akülü hoparlörden vakitsiz bir sala verildiğini duymuştuk. Radyoyu kapatmış iyi duymak için pencereyi açmıştık. Cirgişinli hoca nın salayı bitirdikten sonra “İlçemiz eşrafından Karşı bağlı Ramis Bey Hakkın rahmetine kavuşmuştur.” duyurusu ardından babaannem ve babamın “raciun” diye bir şeyler okuyarak hemen son görevi ifa için yola çıktılar.
Kanatlı kapının pervazında başını dayamış küçük bir kızın gözlerinde durağanlaşan sağanaklar gelenin vefasından bir medet umarcasına tekrar çağlıyor, mor çiçekli tokalara damlıyordu. Acısına eşlik ettiğim o gözler arada bir “Bari sen ağlama” değinde “ avucumun içindeki tespihi sıkıp sadece “Değer Ağlamaya Değer.” diyebilmiştim…
YORUMLAR
Zevkle okudum lakin sonunda huzun ve urperti yasadim.“Değer Ağlamaya Değer.”Yuregine saglik abicim..Saygilar,sevgilerimle..
KEMAH_LI
Harika bir hikaye( anı) bu kadar anlaşılır olması yazarının çok güzel ve anlaşılır bir uslube sahip olduğunun göstergesidir. Keyfle okudum ve sonunda çok duygusallaşmıştım bende ağladım sizinle birlikte ve dedim ki; değer evet değer... selam ve saygılar