- 864 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
342 - EL ÂHİR
Onur BİLGE
Bunca yaratılan arasında Semiray’ın ne önemi vardı? Hiç… Dünya bir hiçti! İçinde dönüp durduğu boşlukta, toz bulutunun seçilmesi imkânsız bir zerresi… Ben, kendim için önemliydim, en yakınlarım için dahi olamadığı, olamayacağı kadar… Hayatımı en ince detaylarına kadar inerek yazmak gerektiğini duyuyor, tek tük anılara basa basa, anıdan anıya sıçraya sıçraya bebekliğimin sahiline kadar iniyordum. O anılar, beynimde sürekli tekrarlandıkları için unutulmayan koca koca kayalar… Diğerleri kumla… Kumlada tek kum tanesi, her biri… Seçilmesi mümkün değil.
Annem bile önemsememiş, babamın kutsal bir görevle birkaç günlüğüne Ankara’ya gittiğinde ne kadar olduğumu tam olarak hatırlayamamış. Elime geçen evraklardaki tarihlere baktığımda o zaman tam yedi ay beş günlükmüşüm. Demek ki doğduğum evdeyken... Oysa bu olay, Sofular’daki evimizde geçmişti. O halde, babamın Ankara’ya başka bir nedenle gittiğinde yaşanmış. Bir buçuk iki yaşlarındaymışım.
Nasıl da feryat etmiştim! Annem susturamamış, kendimden geçercesine ağlayışımdan korkup, komşulardan yardım istemiş, kadınları başıma toplamıştı. Sonra çocuklar... Irvasalar yapmışlardı.
İnebildiğim kadar derinine inmek istedim, hayatımı şöyle bir toparlamaya çalışırken. Tesirinden kurtulamadığım bir takım duyguların nedeni o kayalar. Korkularımın nedeni, sevgilerimin kaynağı, ilgi alanlarımın nüvesi… Gerektikçe, yaşantımın deniz seviyesine inip, o görünümü tasvir ettikten ve bahsettiğim kayaları ayrıntılı bir biçimde tanıttıktan sonra bugüne tekrar çıkacağım.
Neydi o ağıt? O denli kendimi paralamamın sebebi neydi? En çok sevdiğimi görmeye alışık olduğum zamanlarda evde görememek, kısa sürede gelemeyeceği kadar uzağa gitmiş olduğunun söylenmesi, onu bir süreliğine de olsa kaybetmiş olduğumu fark edişimin verdiği telaş, sahipsiz ve sevgisiz kalmış olmanın verdiği burukluk… “Gelecek!” denmesi ama bende zaman kavramının tam olarak oluşmaması nedeniyle baş gösteren sabırsızlık… İlkin, sesimi duyar, hemen gelir düşüncesinin oluşmuş olması, sonra sesime ses gelmeyince içine düştüğüm ümitsizlik… Ardından bir bacağımın kesilmiş olması gibi, bir duvarımın yıkılmış olması gibi bir his… Yarım kalmak… Sevgisiz kalmak… İlgisiz…
Ailenin belkemiğinin gitmesi… Boş çuval gibi hissetmek, evi… Baba, karar veren… Baba koruyan… İşleri organize eden… Emirler yağdıran, çalışan, kotaran… Güven veren, her şeyden önce… En etkin, en yetkin kişinin ayrılması… İlk defa aynı sıklıkla ortalıkta görünememesi…
Kimse için o denli değil. Onlar alışık… Ayrılıkla ilk defa karşılaşan benim. Ben… Zamanı anlamaya, akışını kavramaya çalışan, en bilgisiz kişi… Hıçkırıklar arasında: “Baba! Baba!..” sözcüklerim… Sağ elimi kapıya, pencereye doğru uzatışım, avucumu açıp kapatarak “Gel!.. Gel!..” diye haykırışlarımda: “Gelecek! Gelecek! Uyuyup uyanacağız, gelecek!” diye tekrarlayarak ikna etmeye çalışması annenim. Daha sonra komşuların… Mahallenin ayağa kalkması!..
En çok sevgiye muhtaç bir yüreğin ilk feryadı, ilk yangını, ilk sancısı… Acısı hiç dinmeyecek olan yüreciğimin ilk neşterlenişi… İlk yedi ay beş gün… Kalbimin ilk yarası,o birkaç günlük hasret… O, gitmiş olduğunu ilk hissettiğimde ölürcesine ağlayışım, saatlerce… Bir anneyi çaresiz bırakacak kadar! Ansızın kapkara bulutların sarması gibi gökyüzünü ve ardından şakır şakır boşanması göklerin!.. Ne varsa inmesi, su namına! Sele vermesi her yeri… Tipik Antalya yağmuru gibi… İyice uhunetini aldıktan sonra yavaş yavaş kesilmesi… Yarım saat geçmeden güneşin tüm ihtişamıyla çıkması, aheste aheste salınmaya başlaması, her zamanki gibi gülen yüzüyle…
O zamandan beri aynı olaya iki kere üzülmedim. İlk acımı bıçak yarası gibi çektim, ağladım. Ne varsa, tamamını… Tek kalemde ödedim. Taksit taksit değil…
Babalar gidebilirmiş. Olağan bir şeymiş. Terk ediş de değilmiş üstelik. Yine gidebilirmiş. Kabullenilmeliymiş. O kadar önem vermemeliymiş. Çok da büyük bir eksiklik değilmiş. Abartmış olmak hataymış, gereksizmiş. Önemi azaltılmalıymış. Tamamen önemsizleştirilmesi imkânsızmış. Baba sevgisi, kızlar için aşk benzeri bir şeymiş. Sevgi karşılıklı olurmuş. Demek ki babası kızını çok sevmiş.
Hayat akışını tökezleten, ayrıklıkmış. O günden sonra bir ad koymaya çalıştığım olayın adı ayrılıkmış. Girişte, sokak kapısının karşısındaki duvara raptedilmiş işlemeli beyaz keten örtülü rafın üstündeki üç dalgalı, lambalı radyodan yükselen seslerden hüzzam makamında bir şarkı yayılıyordu. “Ayrılık, ümitlerin ötesinde bir şehir…” Selahaddin Pınar’ın tamburu inliyordu. Annem dinliyordu. Dinlerken iştirak ediyordu. Ben sözcükleri anlamaya çalışıyordum. Zaman ilerliyordu. Artık anlıyordum, ne dendiğini. Ayrılık, alevden gömlekmiş.
“Ayrılık yarı ölmekmiş
O bir alevden gömlekmiş”
Neden alevden gömlekmiş? Bembeyaz bir gömlek oluyordu üstümde. O yanıyordu. İçinde ben yanıyordum. Sarı kırmızı alevler içinde kalıyordum. Acı veren bir şeydi ayrılık ama nasıl bir acıydı? Yaşamıştım ve unutmuştum. Hiç yaşamamış gibiydim. Bir daha yanmayacaktım. Bıçak ilk saplandığında acıyordu. Sonra örseleniyordu sinirler. Acıyı iletmez hale geliyor, devre dışı kalıyorlardı. Sonra Sevim Tanürek ve annem bir ağızdan soruyorlardı:
“Ey sevgili sen nerdesin?
Nerdesin ey sevgili?”
“Çerağ” neydi? Alev alev bir şey miydi? Çıra gibi bir şeydi. Çerag… Çirag… Lamba, mum, kandil… Aydınlatan, açan…
Çanakkale Boğazı, Nağra Burnu açıkları… Soğuk bir gece… Uzun bir seferden dönen Dumlupınar denizaltısı, İsveç bandıralı Nabuland şilebi ile çarpışıyor, sulara gömülüyor. Seksen bir mürettebattan yirmi iki kişi geminin arkasına geçerek sağ kalıyor ve zor kurtarılıyor. Oksijeni idareli kullanmak için lüzumsuz konuşmamaları, şarkı türkü söylememeleri ve sigara içmemeleri söyleniyor. Ümitlerin tükendiği son anda, orada, geminin arkasında, karanlıkta beklemekte olanlar kurtarılıyor. Artık konuşabilir, şarkı türkü söyleyebilir, sigara bile içebilirler.
Tüm Türkiye, orada, o çaresiz halde, tevekkülle ölüme yapılan türküyü dinliyor. O yanık ve başı dik türküyü…
”Ah bir ataş ver cigaramı yakayım
Sen sallan gel ben boyuna bakayım.”
Ateş çıkıyordu şarkılardan, türkülerden! Gemilerin direği olurmuş. Direkleri uzun olurmuş. Efeler varmış. Çatal yürekli efeler… Anaların yürekleri yanık olurmuş.
”Vur ataşı gavur sinem ko yansın
Arkadaşlar uykulardan uyansın!”
Her birimiz beden yükü taşıyan hamallardık. Can verilmiş, yaşamaktaydık. Hayatı muhafazaya çalışmaktaydık. Acılarımız vardı, maddi manevi… Yangınlarımız vardı.
Yaşamak, sayılı gündü... Ölüm, Kıyamete kadardı... Kabir dardı. Sıkardı. Fakat ben o zamanlar çok küçüktüm. Ölümden haberim yoktu. Bir ayrılık yıldırımı düşmüştü minicik yüreğime. İlk etkisi, kalbimi durduracaktı, az daha! O raddeye getirmişti. Çoktan geçmişti. O, o zaman yakmıştı. Aynı kişinin ilk gidişi yıldırım tesiri yapıyor, az miktarda da olsa bağışıklık kazandırıyordu.
Ölümü, altı yaşında gördüm. Ali’nin boğulmasıyla… Ömür mefhumunu kavrama dersindeydim. O ölümdeydi, ben hayatta… İkimiz de yol almaktaydık. O benim ters tarafımda ilerlemekteydi, ben onun tersindeydim.
Ahirine gelmişti ömrünün. Benim için henüz evveldi. Daha çok yol vardı önümde. Ne çabuk da bitirmişti işini! Çekip gitmişti, usulca… O anına tanık bırakmadan… Ardından yıldırımlar inmişti yakınlarına! Tesiri uzun süre geçmeyen dağlanmalar… Bağlanmalar… Ah, bağlanmalar…
“Herkes ölecek! Hepimiz öleceğiz. Can taşıyoruz. Kimimiz önce, kimimiz sonra…” diyordu annem. "Kalıcı olan bir Allah!.." “Hüvelbaki!..” diyordu babam. Anlayamıyordum. Açıklıyordu, bıkmadan usanmadan:
“Hüve: Allah… Baki: Kalıcı… Beka: Bulunduğu halde kalma, kalım…”
“Ahretlik!” diyordu kadınlar birbirlerine, laf arasında. Ahirette de dünyadaki gibi arkadaş olmayı diledikleri içinmiş. Ali, ahrete intikal etmiş.
Allah, El Evvel El âhir, Ez Zahir El Batın’mış.
El evvel El Âhir… Ez Zahir El Batın…
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 342
YORUMLAR
Yeni üye olarak yazılarınız okumaya başladım.Anlamlı ve derin,tasavvufi konuları öylesine sevgiyle,içten,akıcı ve anlamlı dile getiriyorsunuz ki hayran olmamak mümkün değil.İnsanı,insan sevgisini,hoşgörü,hayatın gerçeğini ustaca ortaya koymuşsunuz.Bir ayrışın acısını dillendirmişsiniz.Bie bebeğin ayrılığın insanın içini yakan acısını,ibsan ruhunun doğallığı içinde yaşanabileceğini gözler önüne sermişsiniz.