- 1288 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
KURUYAN YAPRAKLAR YEŞERMEZ GAYRI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Ablamla birlikte hazırlanmış çıkıyorduk. Dershanede az bir işi vardı. Dairenin kapısını kapatıp koridordaki merdivenlerden bir iki basamak inmiştik ki, yıllar önceki mahalle komşumuz Adnan amcayla karşılaştık.
O zamanlar ben henüz çok küçüktüm. Adnan amca beni çok sever, şekerler, çikolatalar verirdi her zaman.
-Adnan amca? Nerden çıktın sen böyle? Hayırdır inşallah?
-Merhaba kızlar, anneniz evde mi? Dedi başka bir şey demeden.
-Evde. Bir şey mi oldu Adnan amca?
-Yok, yok merak etmeyin. Haydi, siz gideceğiniz yere gidin. Beklemeyin. Ben annenize bir şey sorup gideceğim, diyerek kapının zilini çaldı.
-Gene neyi unuttunuz benim aşık kızlarım, aklınız nerede sizin?
Annem kapıyı açarken söyleniyordu ki, komşumuz Adnan amcayı karşısında görünce o da bizim gibi şaşırdı.
-Aa, Adnan Bey? Hoş geldiniz. Bu ne sürpriz?
Biz de merak içindeydik. Ablamla bekliyorduk.
-Anne, Adnan amcam sana bir şey soracakmış da, merak ettik biz de.
-Geç kalacaksınız kızım. Hadi siz işinize bakın, diyerek Adnan amcaya döndü. Adnan Bey içeri geçmeyecek misiniz? Buyurun.
-Yok yok, Esma Hanım. İçeri geçmeyeyim. Bir başka zamana inşallah.
-Buyurun, hayrola? Ne diyecektiniz?
Ben heyecanla araya girdim.
-Evet Adnan amca, ne diyecektin anneme?
-Kızlar siz gitmeyecek misiniz? Diye söylendi annem yeniden.
-Anne, merak ettik.
-Esma Hanım, diye başladı Adnan amca. Ya kusura bakmayın, uzun zamandır sizi de arayıp soramadık. Cengiz Bey ortadan kaybolduğundan bu yana doğru dürüst ilgilenemedik. Bu yüzden de biraz mahcubum size karşı. Ama işte biliyorsunuz Zeynep’in durumunu.
-Rica ederim Adnan Bey. Olur mu öyle şey? Kaç kere arayıp sordunuz telefonda. Unuttum sanmayın. Asıl siz kusura bakmayın. Ben de uzun zamandır Zeynep Hanımı arayıp sormadım. Nasıl şimdi durumu, iyi mi?
-Biraz bundan dolayı geldim buraya Esma Hanım. Zeynepten dolayı değil de. Yani şöyle anlatayım. Bir hafta önce Zeynep’in doktoru kendisini Manisa Ruh ve Sinir Hastanesine götürmemizi istedi. Gidip orada beş gün kaldık. Teşhisler, kontroller, denemeler yaptılar işte.
-Geçmiş olsun. E, nasıl şimdi? Kötü bir şey yoktur umarım.
-Yok, şimdilik durumu normalmiş. Ama asıl konu o değil. Esma Hanım, ya ben orada çok ilginç, inanamayacağınız bir durumla karşılaştım. Doğrusunu isterseniz şu anda bile tam olarak emin değilim ama doğruysa da gördüklerim, hem çok üzüldüm hem de ne bileyim işte size haber vereyim dedim.
-Neye üzüldünüz? Ne haberi?
-Esma Hanım, orada, yani o hastanede bir odada tek başına kalan birini gördüm. Cengiz Bey’e o kadar benziyordu ki. İçim el vermedi durup uzun uzun bakmaya, kendisiyle konuşmaya ama oydu sanırım. Tanıdım sanki. Tam olarak emin olmasam da.
-Ne? Babamı mı gördün orada Adnan amca?
-Kızlar, heyecanlanmayın. Kesin bir şey diyemem ama benzettim babanıza. En azından bakışlarından tanıdım onu.
-Adnan bey, ne diyorsunuz siz? Altı yıl geçti aradan. Biz artık tüm ümidimizi kesmişken. Üstelik devlet bile onu nerdeyse artık ölmüş diye ilan etti. Hem biz…
Cümlesini tamamlayamadan olduğu yere yığıldı annem.
Ablamla taşıdık içeriye. Adnan amca da içeriye girip bekledi.
Birkaç dakika sonra annemi kolonya, serin su marifetiyle uyandırdık.
Epey bir süre daha kaldı Adnan amca bizde.
Gece geç vakte kadar annemle konuştuk.
-Kızlar, iyi mi oldu bu kötü mü oldu bilmiyorum. Artık tüm acılarımızı geride bırakıp her şeye alışmışken, kendimize yeni düzen kurmuşken duyduğumuz bu haber daha şimdiden aklımızı allak bullak etti. Adnan Bey’in gördüğü kişi gerçekten babanız mı değil mi ondan bile emin değilken henüz, bakın yaşamımız, moralimiz, duygularımız hemen de etkileniverdi bundan. Hem de olumsuz anlamda. Bakın bugün dershaneye gidemediniz. Gece yarısı oldu hiç birimiz henüz bir bardak su dahi içemedik. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor.
-Ne yapalım anne? Ne yapmamızı önerirsin? Bildiğin bir şey varsa söyle, dedi ablam.
-Kızlarım, bu durumda benimle sizlerin durumu arasında fark var elbette. Söz konusu olan, haberini duyduğunuz kişi sizin babanız. Benimle ilgili kısmına bakmıyorum bile. Benim derdim sizsiniz. Bu yüzden bırakın benim düşüncelerimi de, asıl siz ne düşünüyorsunuz onu söyleyin bana, dedi annem.
Benim kafamdan geçen şeyleri ablam da düşünüyormuş. Ben düşüncemi söyleyince beklemeden evet, dedi.
-Gidelim anne. Gidip babamızı görelim. En azından yaşadığını görmek, bilmek istiyorum.
-Böyle söyleyeceğinizi biliyordum, dedi annem. Ama kızlarım bunun iyi bir şey olabileceğini sanmıyorum. İnanın bana o kişinin babanız olup olmadığını bile henüz bilmiyorken ki babanız olsa da olmasa da Adnan Bey’in gördüğü kişi, bu sizi çok üzecektir. Bakın ikiniz de kocaman kızlar oldunuz. Bugüne kadar ne güzel sorunsuz bir hayatınız vardı. Unutmuştunuz her şeyi. Şimdi okulunuzu da, derslerinizi de çok etkileyecek bu durum.
İki gün boyunca bu konuşmalar sürüp gitti.
Okula gidiyorduk ama aklımız fikrimiz babamızı görmekteydi.
Annemi yalnız başımıza gitmeye ikna edemedik. Hem kendisi eşlik etti bize hem de annemin dayısı.
Annemin dayısının arabasıyla yola çıktık.
Saatler sonra hüzün, heyecan, burukluk ve daha bir sürü garip duygular yoğunluğunda varmıştık Manisa’ya.
Babamla ilgili, onun gidişiyle ilgili anlattıklarımızı dinleyen başhekim bizzat ilgilendi bizimle. Demir parmaklıkları olan bir odanın önüne götürdü bizi.
Birbirine yapışmış sımsıkı dudaklarına, buğulanmış yaşların gerisindeki garip, acıklı, adeta yalvaran bir ifadeye boğulmuş gözlerine baktım, parmaklıklar ardındaki adamın.
Beton zeminin üzerine dizlerinin üzerine çökmüş, bir eliyle dizine dayanıp kalkmaya çalışırken diğer elini bana doğru uzatırken, o çıkardığı garip iniltide acıları verdi bana. Üzerinde kahverengi epeyce eskimiş kirli bir hırka vardı. Hırkanın kolları uzundu ve elleri ikide bir hırkanın kolları içinde kayboluyordu. Ayakları çıplaktı. Eski bir çift ayakkabı orta yerde duruyordu rastgele. Hırkasının üst düğmeleri açıktı. Belki de düğmeleri yoktu. Aradan çıplak ve ağarmış göğüs kılları görünüyordu. Adeta sert bir kayanın üzerine yağmış kar taneleri görünümündeydi.
Bana acı veriyordu ve benim bu acıya verecek karşılığım yoktu. Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bilemiyordum. Aramızda parmaklıklar olmasa bir anda hiçbir şey düşünmeden bir ok gibi fırlayıp onun yanına gitmek, üşümüş ellerini avuçlarımın içerisine alıp belki bu yolla acısını paylaşmak istedim. Çünkü karşımdaki acı denen ifade soyut bir şey değildi. Babamdı. Onun gözleriydi. Onun bakışlarıydı acıyı içerisinde saklamadan haykıran.
Bir türlü toparlayıp kalkamadığı bacağındaydı acı belki de. O bacağındaki acı yüreğindekiyle birleşiyor, damarlarının tam ortasından akıp beynine oradan gözlerine yansıyor ve okunuyordu gözyaşlarından buğulanmış dünyanın en güzel mavi gözlerinin içerisinden. Acıydı bu. Dayanılmaz bir acıydı.
Biz doktorun söylediklerini heyecan ve merakla dinlerken babam sağa sola korkan gözlerle bakıyor, sırtını duvarlara dayayarak iki büklüm bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Ellerini yanaklarına dayayarak, adeta sakallarını yolarcasına parmaklarıyla kavrıyor, ağlar gibi, inler gibi garip garip sesler çıkarıyordu. Bize en yakın noktaya gelip dikildi. Olduğum yerden büyülenmiş gibi ona bakıyordum. Tam da o an gözlerimin derinliklerine baktığını hissettim. Bu bakışlar bir iğne gibi, hani vücuda batan iğne kendisine yol bulup ilerlermiş diye bir inanç vardır ya, işte o bakışlar ilerledi bedenimde bir bıçak gibi gelip kalbimin içerisine saplandı. O acıyı tarif etmem mümkün değil.
Dikkat ettim, babam sadece bana bakıyordu. Arada ablama da aynı acıklı bakışlarını yönlendiriyordu. Onun dışında bir kez olsun ne anneme ne de annemin dayısına baktı. Arkasını dönüp adeta gizlice bana bakmaya çalışıyordu.
O an çektiğim, hissettiğim acı da, yanı başımda anneme ablama bir şeyler anlatan doktorun söyledikleri de umurumda değildi. Ben sanki bir daha asla elime geçmeyecek bir fırsat yakalamış gibi babamı, babamda eski günlerdeki halini, beni dizlerinde oynattığı, odanın içerisinde, bahçede koşturduğu anlardaki babamı görmeye çalışıyordum onun acı dolu karmaşık yüzünde.
Gerçekten güzel bir yüzü vardı babamın. İnanılmaz güzel mavi gözleri vardı. Oldukça seyrekleşmiş saçları, geniş alnı, düzgün burnuyla her şeye rağmen birçok insanı kendisine hayran bırakan antik çağ heykel başlarına benziyordu babamın yüzü.
Kimseye aldırmadan tüm dikkatini bana vermişti. Çocukluk günlerimdeki oyunlarını oynamak istiyor gibiydi. Döndü. Gidip odanın ortasında durdu. Bana baktı yeniden. Başıyla hafiften selam verir gibi eğildi. Elleriyle bir çalgı aleti çalar gibi yapıp, sessiz, belki de sadece benim duyabildiğim bir sesle şarkı mırıldandı.
Kuruyan yapraklar yeşermez gayrı
Kırdığın şu kalbim affetmez seni
Boynumu büktün bükeli
Yuvamı yıktın yıkalı
Geri dönüp de gör halimi
Bak neler oldu, perişan oldum.
Serseri dediler gücenmedim
Divane dediler gülüp geçtim
Senin bu yaptıklarına çok içerledim.
En son dokuz yaşımı hatırlıyorum babamla. Dört, beş yaşımdan itibaren bana bu şarkıyı öğretmiş, ezberletmiş ve sık sık söyletirdi. Ferdi Tayfur hayranıydı. Ne zaman öyle bir an olsa mutlaka Ferdi Tayfur’un bir şarkısını söylerdi. Erkek olsaymışım adımı Ferdi hatta iki isimli Ferdi Tayfur koymak istediğini söylerdi. Çok sonralarda, babam gittikten sonra anladım bu şarkının kendisi için ne anlam ifade ettiğini. Güzel bir hayatı vardı babamın. Her şeyi eksiksiz. Sonra, sonra bir şeyler olmuş işte. Bir şeyler ki sadece tahmin edebildiğim ve dillendirmekten hoşlanmadığım, düşünmek bile istemediğim bir şeyler. Sonra şarkıdaki gibi işte, yemyeşil bir yaprakken solduruvermişler babamı. Kırmışlar kalbini. Sırtından bıçaklamışlar. Her şeyini bize bırakmış, üzerinde mevsim gereği tek bir kısa kollu gömleği ile çıkıp gitmiş ve bir daha da ne sesini duyduk ne de haberini. Kaç gün, kaç ay, kaç yıl geçti aradan bilemiyorum. Onu unutmaya çalıştıysak da, içimizde derin bir acı hissettik. Haksızlıktı onu unutmaya çalışmak. Ama hayat işte. Öyle öyle biz de artık babamın ölmüş olabileceğine inandırdık kendimizi.
Ya da kendi kendimizi kandırdık işte.
Kimliksizmiş sokaklardan alınıp buraya getirildiğinde. Hastanede bir isim vermişler kendisine. İsim de sayılmaz. Mavi gözlü demişler kendisine.
Yapabileceğimiz bir şey yok mu? Sorusunu ablam ve ben sorduk başhekime.
Yokmuş. En azından şimdilik yokmuş. Tamamen yitirmiş aklını. Saldırgan olabileceğinden kuşkulanıyorlarmış.
Ayrılmak zorundaydık.
Köklenmiş gibiydim parmaklıkları olan odanın karşısında. Kolumdan çekerek götürdü ablam beni.
En son yine o iniltiye benzer sesleri kaldı kulağımda babamın. Parmaklıklara sarılmış, yalvaran, hüzünlü bakışlarla kaldı orada.
Geceydi yola çıktığımızda.
Arabada kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Babamdı o benim.
Ne güzel isim vermişlerdi kendisine.
Mavi gözlü.
Mavi gözlü devimdi o benim.
Arabanın arkasında büzülmüş, kafamı camdan yana çevirmiş, karanlıkta kimseler görmeden gözyaşlarımı döküyordum yağmur gibi.
Bir yandan mavi gözlü devi düşünürken bir yandan da tam altı yıldır tek başına bize kol kanat olmaya çalışan annemi bundan sonra sevmemekten korkuyordum.
Gece de, asfalt yol da uzayıp gidiyordu bozkırın ortasında…