- 1737 Okunma
- 11 Yorum
- 0 Beğeni
Soyut Kadınsallığın Vahasına Sığınmak
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Telefonu eline aldı. Rehberdeki numaralara göz atınca, canı sıkıldı. Her isim aslında bir dünyaydı. Bütün okuduğu isimler, dost olduğu insanlardı. Kime açacağım diye düşündü, düşündü ama karar veremedi. Lise’den arkadaşı Nihal’ın ismini gördü. Üç sene boyunca beraber aynı sınıfta okudukları arkadaşının ismi, onu eski günlere götürmüştü. Lisenin bahçesinde babası Almanya’da çalışan Sevil’in getirdiği walkman ile dinledikleri Gülşen Bubikoğlu, Hülya Kırbağ, Hümeyra, Esmeray şarkılarını kulağında tekrardan duyuyor gibiydi. Korktu. Telefonu tekrar aldığı yere bıraktı. Yapacağı daha bir sürü şey vardı. Fakat hiçbir şey yapmak istemiyordu. Oturdu. Oturmamalıydı! Kalktı. Makinenin içindeki biten çamaşırları alıp, kocasının yeni aldığı kurutmalığın üzerine tek tek sermeye başladı.
Canının sıkılması geçmek bilmiyordu. En son ıslak çorapları da, peteklerin üzerine kuruması için koyduktan sonra, tekli koltuğun yanına doğru yürüdü. Ellerini koltuğun tahta kısımlarında gezdiriyordu. Parmağı dikkatini çekti. Parmaklarındaki mavi damarlar aklına gökyüzünü getirdi. Pencerenin yanına doğru bir çocuğun heyecanı ile koşmaya başladı. Pencerenin camı buğulanmıştı. Sol elinin tersiyle camı silmeye başladı. Cam bir anda masmavi olmuştu. Gözlerini tekrar kırpıp açtığında, elindeki maviliklerden dolayı camı mavi gördüğünü anladı. Üzülmedi. Gök griydi, yağmur yağıyordu ara ara. Televizyonda bir de kar yağacak demişlerdi. Kar da yağacaktı. Beyaz olacaktı her yer yeniden. Tertemiz, hiçbir küslüğün girmediği dostluklar gibi; bembeyaz olacaktı arş. Elindeki mavilikleri yüreğine doğru yaklaştırıp, tekli koltuğa geçti.
Üç gündür annesi ile de görüşmüyordu. Birisi gelip ’En sevdiğin insan kimdir?’ diye sorsaydı, vereceği cevap annesi olurdu. Telefonu bıraktığı sehpanın üzerinden tekrar aldı. 3 tuşuna basıp, c’den annesinin ismini buldu. ’Canım Annem’ yazan kayıtlı numarayı aramak istiyor musun, diye bir ses duydu beyninde. Beyni şişip patlamak üzereydi sanki! Yaşlı annesinin sesiyle kendine gelmişti. ’Anneciğim nasılsın?’ dedi en içten bir şekilde. Konuştu annesiyle beş dakika. Faturalı tarife üzerinden sınırsızca annesiyle konuşabilirdi. Konuşma Süresi: 05.35 yazıyordu. Sıkılmıştı canı. ’Anneciğim görüşürüz o zaman yine, ararım seni; oldu mu?’ dedikten sonra, kapanan telefon ardından bir boşluk hissetti. Yalnız olduğunu, yapayalnız olduğunu düşündü. Aklında dolaşan karıncalar ne kadar da can sıkıcı oluyordu! Sert bir şekilde plastik kaplı telefonunu sehpanın üzerine bıraktı.
Gülmek istiyordu, fakat gülmek için bir sebebi yoktu. Fütursuzca dönen bir dünyadan atlamak ve ölmek istiyordu. Ölmek mi istiyordu? Ama biliyordu ki, bir insan canına kıyarsa, Allah onu uff yapar. Çocukluğunda annesinden duyduğu bu söz ne kadar da masumcaydı! Ölmek ister miydi acaba gerçekten? Pencereyi açıp, üç kat aşağı kendisini atsaydı; ölür müydü gerçekten? Ya da buzdolabında bekleyen onlarca haptan bir avuç dolusu ağzına alıp, yutabilirdi de! Kimin umurundaydık ki? Kim onu düşünüyordu? Yalnızdı. Yalnızlığın faturası 110 metrekarelik bir evde gece olup, uyumayı beklemek miydi? Her gün, her gün aynı şeyleri tekrar etmekten sıkılıyordu. Ara ara arkadaşlarının çağırdığı sohbetlere gidiyor, gelen kadın hocanın söyledikleri ile rahatlıyordu. Ama her gün o sohbeti yapamazlardı, o da her gün sohbete gidemezdi zaten! Can sıkıntısını atmak için ne yapabilirdi ki?
Oturduğu koltukta esnemeye başladı. Zaten son günlerde uykularından sağlıklı olarak uyanamıyordu. Uyuklamak üzereydi. Koltuğa iyice yaslandı.
Uyumuştu.
Rüya görüyordu. Rüyasında insan kaç defa rüya gördüğünü anlayabilirdi ki? Anlıyordu bu sefer. Rüya görüyordu, ama rüyadan çıkamayacağını da iyi biliyordu. Bir balkonda boş bir masa vardı. Meşeden yapılmış, sağlam bir masaydı. Yavaşça yürümeye başladı. Yürüdükçe gördüğü manzara belirginleşmeye başlıyordu. Deniz vardı, fakat hangi deniz olduğunu bir türlü çözemiyordu. Alsancak’da yıllarca baktığı denize de benziyordu, Haliç’ten bakındığı denizi de. Belki de hiç bilmediği bir yerdi. Ama deniz maviydi. Sandalyenin birine oturdu. Hâlâ deniz maviydi. Gözlerinin kenarında kararan bulutları itmek istercesine, saçlarını omzunun gerisine doğru attı. Gülüyordu sanki. Güldüğünü yine de anlamak istemiyordu. Gülmek istemiyordu.
Masada başka bir sandalye daha vardı, ama dakikalardır kimsenin gelip gittiği yoktu. Fakat bir kandırmacanın ortasında olduğunun farkındaydı. Aslında birkaç saniyelik rüyası, ona dakikalarca geliyordu. Denize doğru başını çevirdi. Tekrar masaya gözünü çevirdi. Başı hep denize dönük durmak istiyordu. Birden boş bir bardağın masanın üzerinde olduğunu fark etti. Gelen giden kimse yoktu. Bardağın içerisinde çay içildiği belliydi. Fakat bu kadar büyük bardakla kim çay içmiş olabilir ki, diye düşündü. Başını yine denize çevirdiğinde, masmavi deniz birden simsiyah olmuştu. Ayağa kalkıp, kaçmak istemişti oradan. Ama kalkamıyordu. Rüyasını anlayabiliyordu, her şeyin sahte olduğunun farkındaydı . Hiçbir şekilde denizin siyah olması karşısında bir şey yapamıyordu. Parmaklarına bakınca, korkusu daha da artmaya başladı. Mavi damarlarından dışarıya kırmızı bir duman yükseliyordu.Duman gözlerine doğru yükseliyordu. Duman gözlerine ulaşınca, kırmızı dumanın içinde yüzler gördüğünü fark etti. Yüzleri tam olarak seçemiyordu. Ellerini hareket ettirmek istiyordu. Birden ayağa kalktı. Ama ellerinin kontrolü hâlâ kendinde değildi. Duman yükselmeye devam ediyordu. Başını yukarı doğru kaldırdığında, göğün yemyeşil bir renkte olduğunu gördü. Korkusunu da kontrol edemiyordu. Deniz üzerindeki siyah sessizlik devam ederken, bulunduğu balkonun yeşil gök içerisinde uçmaya başladığını anladı. Uçuyordu. Ellerini kontrol edemiyor, yeşil bir göğün altında, önü gri, altı siyah bir resimde yolculuk yapıyor gibiydi.
Anlamsız şekillerin balkonun zeminde oluşmaya başladığını görünce, üstünde uçtuğu siyah denize karşı olan korkusu hafiflemişti. Karanlık içerisinde geziyordu. Ellerinde kırmızı bir duman, gözlerindeki yüzler hızla film şeridi gibi geçmeye devam ediyordu. Manası ne olabilir diye düşündü. Gereksiz gördüğü hayatının manası, ne olabilirdi ki?
Düşünce yemişlerinin ezelden gelen melekler tarafından beynine yerleştirebileceği düşüncesi hoşuna gitti. Hikmetlice düşündüğü an, her sönüş ardınca parlayışın sonsuzluğun sönmeyen ışığı olabileceği fikrinin gülümseyişi yüzüne tutundu. Gülüyordu.
Birden kırmızı dumanın yeşil göğe doğru yükseldiğini gördü. Duman yeşil gök içerisine karışırken, sarı renkte yumurta gibi bir cismin kendisine göründüğünü fark etti. ’Sarı yumurtanın üzerinde bir kuş mu var acaba?’ diye düşünürken, kırmızı dumanın bittiği yerde rengârenk bir kuşun oturduğunu gördü. Bulut gibiydi. Kuşun kanatları zümrüt yeşilleri ile dolu, gövdesi altında kahverengi uzun bir şerit vardı. Gözlerinin içi simsiyahtı. Kanatlarının altında ise bembeyaz üç tüy vardı. Kuyruğu ise turuncu ve fuşya rengiyle sarılmış, füme rengine benzer bir sayfayı andırıyordu. Yanakları pembeydi. Ayakları bir insan ayağını andırıyordu. Kanatlarını çırpmak için, oturan kuşun ayağa kalktığını gördü. Kuş göğün ortasında kıyama durmuşçasına yükseldiğini anda, kanatları çırpışı bütün göğün titreyişe getirmişti. Kuşun ağzından milyonlarca huri kanatlanarak yetmiş kat renge bulanmaya başladı. Gök bildiği sofra, bir mumun sönüşü gibiydi. Milyonlarca hurinin gözü yeşil saydamlığın ardı sıra ona bakıyordu. Sadece gözler vardı. Fakat her göz, insanın ruhunun derinliklerine nüksedecek bir bakış gibiydi. Bir anda hurilerin gözlerinden renksiz damlalar akmaya başladı. Kadın ellerini hareket ettirmek istedi. Artık kontrol kendindeydi. Rahatça ellerini hareket ettirebiliyordu. Yağan yaşlar saçlarını ıslatmıştı. Elleriyle saçlarını geriye doğru attı. Yanaklarından ellerini hurilerin gözyaşlarıyla yıkıyordu. Ama damlalar sadece ellerini ve yüzünü ıslatıyordu. Gözlerine inanmıyordu. Simsiyah denize doğru bakınca, yeşil çimenliklerin sonsuz mesafede uzadığını ve içinde binlerce meyve ağaçlarının ortaya çıktığına şahit oldu. Gözlerine inanmıyordu. Her çeşit meyve ağacından yüzlercesi gözlerinin önündeydi. Ellerini öpen yaşlardan avucunda biriktirip, içmek isteyince birden elini ağzına götürüp, esnediğini fark etti.
Uyandı.
Rüyasını düşündü birden. Nasıl böyle bir rüya görmüştü farkında dahi değildi. Saate baktığında şaşkınlığı daha fazla arttı. Tam bir saattir uyumuştu. Rüyasında gerçekleşen tüm olayları saniyeler içerisinde yaşadığına inanmıyordu. Bu bir saatte o rüyayı ruhlar âleminde gerçekten yaşadığına inancı tamdı. Ellerine tekrardan baktı. Mavi damarları rahatça görebiliyordu. Azda yeşil bir renk vardı sanki! Kalktı. Pencereye doğru yürüdü. Sildiği cam, tekrar buğulanmıştı. Bir daha sol elinin tersiyle sildi camı. Gök hâlâ griydi. Yağmur durmuştu. Üşüdüğünü hissetti. Sabahları kocasının tavsiyesine uysa iyi olurdu galiba. Tahin ile pekmezi karıştırıp yemeliydi!
Ellerine tekrar baktı. Dudaklarına ellerini götürdüğünde farklı bir koku almıştı burnu. Elinin kokusu tanıdık değildi. Diğer odaya doğru yürümeye başladı. Çocuğunun resim yaparken bıraktığı kalem kutusunu görünce hoşuna gitti. Gülümsedi. Canı resim yapmak istiyordu. Belki altına da bir şeyler yazarım diye düşündü.
Kelimeler mutluydu.
Her sözcük sonlanmak için doğardı. Her doğumun ölüm denen vuslat kapısı ile sonlanması gibi. Uzun bir yol gibi gelen hayat, nihayet bulacağı saatte artık üzerindeki tüm fazlalıkları atıp, kendisine münafi, muhalif olduğu sıfatlarının tezahürlerini gerçek de görüp, hüzün otobüsüne son anda binmeyi tahayyül edecek bir dereceye ulaşırdı.
Ezelden aşina olunan bir nidaydı bu aslında! Duymadığımız o sesin ’Elastü Birabbiküm’ harfleri işlenmişti ruhumuzun en derin temaşa kanatlarına. Aslında ne zaman ’Kalû Belâ’ diyeceğimiz ya da dediğimiz de bu arada mühim olan değildi. Bir insanın sevmesi, laf-ı güzar ise; hikmeti bir rüzgarın tekrar esmesini beklemek kadar uzun olurdu Fani mahbubunun sevgisinde tecelli olup, ta’zim gösterdiği, hürmetiyle sevgisinde vefâ dimağını an be an açmak isteyen bir varlığın, bekleyişi miydi asıl sevgi; yoksa sevgilinin ona cevap vermesi miydi?
Kelimeler heyecanlıydı. Bir çocuğun ilk gülümseyişini, ilk ’anne’ demesini, ilk yürüyüşünü hatırlatan bir vuslata yolculuktu tüm harfler. Sessizdi bu yolculuk ve müctebaydı cümleler. Toplu bir intihar asla, ölümün olduğu bir odada!
Yalnızdı kadın ve yalnızlığını anlatacak o kadar çok şeyi vardı ki; kelimeler uzuyordu her çizgide. Resim çizdiğine şahitti huriler. Tekrardan yağmur yağmaya başladı. Kuş yine esnemişti.
Hissetti. Hissetmeyi özlemişti başkalarını. Yalnızdı ama hissetmeyi hatırladı birden. Onun sesine yoldaş olacak bir âlem vardı, göremese dahi. Denizlerin döşek olup, dalgaların nazlı bir şekilde beşik gibi sallandığı...
Şairin dediği gibi: ’ Susuz çöllerde de kalsan, kılavuzun çalışmanın verdiği ilhamdı!’ Gölgesi vaha olan bir canlıydı. Gecenin ruhuna ümitsizlikle inecek mahrumiyeti, aslında yaşama sevinciydi.
Pencereye koştu. Kar yağmaya başlamıştı. Galiba hurilerin yaşları da yaşlanmıştı. Kendisinden hiç gitmeyecek dostuna derdini anlatmak için, birkaç damlada o döktü yorgun gözlerinden.
Ellerini açıp, gözlerini yumdu. Kendi dudağından öptüğü birkaç dakikası olacaktı. Dua ediyordu.
...