- 932 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
341 - EL EVVEL
Onur BİLGE
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Nedense hep böyle başlardı masallar. Ben bu giriş kısmına takılır kalırdım, çoğu zaman. Evvel ve zaman… Zaman ve öncesi… Zamanın öncesi nereye kadar gider? Hep bunu düşünürdüm. O ilk anı bulmaya zorlardım kendimi, mümkünmüş gibi… Bir kalbur canlanırdı gözlerimin önünde… İri delikli kocaman bir elek… Bir de altın sarısı samanlarla dolu bir samanlık… Kalbur, saman yığınının üstünde… Üstünde samanlar… Kaldırılsa aralıklardan akacaklar… Saman mı eler kalburlar?
Kalbur denince aklıma önce kambur gelirdi ilk zamanlar. Kambur bakkalımız vardı. Evimize çok yakındı. Ne babacan adamdı! Beş kuruşa balık şeklinde çikolatalar satardı. Rengârenk parlak kâğıtlara sarılmış ‘çuku’lar… Satın almaya değer bir onları bilirdim. Paramın karşılığı hep onlar olurdu.
Zaman ilerledikçe balıklı çukular geride kaldı. Onların yerini pek çok şey aldı. Kalbur, yine samanlıkta kaldı. Yalbır yalbır samanlar arasında… Semiray büyüdü, serpildi, yetişkin bir insan halini aldı zamanlar arasında…
Bir gün, Para Banka dersinde konu zamandan açıldı. Tesadüf bu ya derse girenin adı Erol Parasız… Dedim ki:
“Bir zamansızlık denizinden geldik, tekrar ona dalacağız. Göz açıp kapayıncaya kadar yaşanacak hayat denilen aldatmaca… Bir balığın sudan çıkışı ve tekrar batışı kadar kısa bir zaman dilimi, ne kadar uzun olursa olsun! Öncesi zamansızlık, sonrası zamansızlık…”
“Kaynak?” dedi bana.
“Kaynak benim! Benim düşüncem bu! Benden önce, benim için zaman yoktu. Benden sonra da olmayacak.”
“Zaman, biz olmasak da olacak.”
“Olsa da beni ilgilendirmeyecek. İçinde olmayacağım için olmayacak.”
“İlginç…” dedi.
En geriye gittiğimde gazoz kapaklarından mutfak araç gereçlerimi anımsıyorum. Saçlarımı atkuyruğu yapıyor, tepemde topluyorlar. Kucakta geziyorum. Komşumuz İsmet Hanım’ın beş yaşlarındaki oğlu Enver, sokakta tavuklarına darı serpiyor. Kısacık bir tekerleme söylüyor ablam, olaya uygun:
“Enver Enver! Tavuklara yem ver!”
Ezberimde kalıyor ama ben tekrar edemiyorum. R leri söyleyemiyorum. Konuşmamda en çok o harf üzerinde duruyorlar. Beş yaşında düzelteceğim. Bilmiyor, acele ediyorlar. Boşa çaba sarf ediyorlar.
Ablam, sandalyeye oturtmuş, resmimi çiziyor, suluboyayla boyuyor. Üzerimde, yeşil beyaz çizgili, belden büzgülü, askılı bir elbise var. O karton, uzun zaman saklanıyor. Sonra zamanla yıpranan her şey gibi kırışıyor, soluyor, parçalanıp sobaya sokuluyor.
Annem köfte yaparken: ““A!.. Daha pişmedi! O öyle yenmez!” demeye kalmıyor, birisini alıp ağzıma atıyorum. Seslenmiyor artık. Olan olmuş, nasılsa! “Yesin bari! Ne yapalım?” diye işine devam ediyor. Tadı hiç de güzel değil. Sadece soğan ve maydanozun lezzeti…
Artık yürüyorum. Komşu ziyaretlerine gidiyoruz. Ayten Terzi boyuna dikiş dikiyor. Makineden hiç kalkmıyor. Bana, ipe dizilmiş irili ufaklı boş tahta makaralar uzatıyor. Elime bile almıyorum. Onlarla oynanmaz ki! Elimde mi sallayacağım? Boynuma mı takacağım? “İstemedi… Bu yaştaki çocuklar oynar bununla, hâlbuki!” diye söylenerek makinesinin altındaki delikten içeriye, yerine koyuyor. Ben onun oyuncak olmadığını biliyorum. Artık ev değiştirirken atıldığı için çok istememe rağmen bir türlü kavuşamadığım gazoz kapağından tabaklarımı, tencerelerimi aramıyorum.
Büyüdükçe küçülüyor gazoz kapakları, çikolatalar… Büyüdükçe daralıyor odalar… Annem günden güne kısalıyor mu ne? Ne kadar da kısaymış! Oysa dev gibi geliyordu bana. Kucağına aldığında, düşürecek diye ödüm kopardı! Ben büyüdüm, o ufalmadı. Nasıl da değişti zamanla her şey! Hiçbir şey olduğu gibi kalmadı. Ellerimin üstündeki çukurlar yok oldu önce. Sonra o çöpten çelebi beden… Çırpı bacaklar, kollar… Artık kilo almaktan korkan, yediklerine dikkat eden, kültürfizik yapan biriyim.
Zaman mefhumunun başladığı yere gidiyor, düşünce… M harfine benzeyen merdivenli eve… O doğduğum beyaz badanalı binaya… Oradaki bu tek tük anılara… Hayatın başladığı, yaşamanın farkına varıldığı yere… Şarampol’de, sıra sıra dizilmiş tek katlı İzmir biçimi evlerden biri… Önünden arık akan, bahçesi arık suyuyla sulanan… Ortada salon denen bir giriş, sağlı sollu iki oda bir mutfak… Tek tip evler… İki katlısına nadiren rastlanmakta… Hem onlar farklı renklerde boyanmakta…
Beyaz kaputbezinden yapılmış, torba bir salıncakta uyutuluyorum. Bembeyaz patiskalar içindeyim. Yüzüme beyaz bir tülbent örtülmüş, sallandıkça serinlik geliyor. Zamanın ondan ötesi yok. Uyuyorum. Zamana ne olmuş? Uyandığımda bir şeylerin yapıldığını, onu başkalarının yaşadığını fark ediyorum.
Uyumadan önce hep: “Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde…” diye başlayan masallar dinliyorum. Hem varmış, hem yokmuş… Bana tuhaf geliyor. Var oluşuna seviniyor, yokluğuna üzülüyorum. “Bir varmış…” dendiğinde, anlatılacak birisi, birileri, birilerinin varlığı geliyor aklıma, “Bir yokmuş…” dendiğinde masalın bitivereceği… İçim burkuluyor. Döne döne hep aynı masalları anlatıyorlar. Ben bunları ezberledim. Başka masal bilmiyorlar mı?
“Bir varmış, bir yokmuş…” oluveriyor insanlar. Gazoz kapaklarım gibi kayboluveriyorlar. Ne kadar ararsan arayayım, bulamıyorum. Ev mi değiştiriyorlar bizim gibi? Enver de orada kaldı, tavuklar da… İsmet Hanım’ın yerine başka komşularımız oldu. Bir de Hacı Mustafa var. Yaşlı, uzun boylu, hızlı hızlı konuşan biri…
“Size, “Evimden çıkın!” dersem, dilim tutulsun!..” diyor, her uğradığında. Her uğradığında harap olan evinin bir tarafının daha tamir edildiğini görüyor. Parasını da zamanında alıyor. Onun için bizi çok seviyor. Fakat insanoğlu, çiğ süt emmiş. Zaman geliyor, fikir değiştiriyor: “Evimi boşaltın!” diyor. O kadar içten and içmiş ki gerçekten dili şişiyor. Günlerce konuşamıyor. Doktorlara gidiyor, çare arıyorlar. Babam, içinde ev yapılmak üzere su basmanı çıkılmış bir arsa alıyor. Alelacele taş duvarlar örülüyor. Betonarme bir gecekondu ortaya çıkıveriyor. Dört bir yanında kocaman pencereler, güneş içine doğan, içinde batan bir ev. Tipik Antalya evlerinden… Hemen taşınıyoruz.
Artık R leri, üstüne basa basa söylüyorum. Dilim, ağzımın içinde titriyor, hissediyorum. “Ne kadar büyümüş!” diyor eski komşular. Onlar bebekliğimi biliyor. Şermin hâlâ arabamla gezdirmeye çalışıyor beni. Binmemekte direniyorum. Arkası körüklü, icap ettiğinde kapanabilen, altına çantalar, paketler falan konabilen yüksek bir araba…
Çevremi ve çevremdekileri inceliyorum. Olayları gözlüyorum. Hep yeni bir şeyler öğreniyorum. Artık sorular soruyorum. En çok ablama… “Bu arsa önceden kimindi?” “Paflanlı’nındı.” “Biz ondan satın aldık. O kimden almış?” “Ne bileyim ben? Başka birinden…” “O kimden almış?” “O da başkasından…” “Ya! İlk önce kiminmiş? O adamlar almadan önce?” “Devletin…” “Devletten önce?” “Allah’ın…” “Allah kimden almış?” “Allah kimseden almaz. Yaratır.” “Nasıl yaratır?” “Her şeyi nasıl yaratıyorsa öyle…” “Nasıl?” “Bir şeyin olmasını isteyince: “Ol!..” der, o da hemen oluverir.”
Daha önce de soruyordum. “Ben nerden geldim?” “Annem doğurdu.” “Seni?” “Beni de annem doğurdu.” “Babamı?” “Babaannem…” “Babaannemi?” “Onu da annesi…” “Annesini…” “Onu da onun annesi…” Bu böyle sürüp gidiyor, sonunda ablam bana Âdem ve Havva adlarında iki kişiden bahsediyordu. İlk onların yaratıldıklarından söz ediyordu. Ötesi yoktu. Melekler vardı, onun bildiği… Bir de şeytan…
İlk yaratılan, Allah’tı. Kendisini yaratandı. Kendiliğinden var olan… Ondan evvel yaratılan yoktu. Babam daha karışık anlatıyor, anlamadığım sözcükler kullanarak şöyle ifade ediyordu, hiçbir şey anlayamıyordum:
“Allah, bütün varlıklar üzerine mukaddemdir. Ezelîdir. Varlığının evveli yoktur. Kendisi için başlangıç tasavvur edilemez. Onun için O’na Evvel denir. İkincisi, Sâbık’ı, yani zatından evvel bir varlık sâhibi yoktur.” Ablam dilinin döndüğünce tercüme ediyordu:
“Her şeyden önce olan… Her şeyden önce, öncelerin öncesi, başlangıçların yaratıcısı ve varlığının öncesi olmayan… Her şey üzerine kadim olan; ilk, evveli olmayan Evvel, her varlığın Halimi ve Evveli…”
Yavaş yavaş oluyordu her şey. Her şey sabır işiydi… Büyümek de öyle… Hızla bölünüyordu hücreler. Katlanarak çoğalıyorlardı. Fakat ben hiçbir şey fark etmiyordum. Hiç büyümüyor gibi duruyordum. Acaba geceleri mi uzuyordum? Neden hissetmiyordum?
Yavaş yavaş oluyor gibiydi her şey. Oysa son derece hızla oluyordu, farkına varmadığımız için bize öyle geliyordu. Son derece hızla giden arabalar, sarsmıyorsa hiç gitmiyor gibi geliyordu. Ömür de öyleydi. Çarka takılıyken hızla geçen zaman ruhta sarsıntı meydana getirmiyorsa, geçmiyor gibiydi, aldatıcıydı. Oysa doğarken başlayan geri sayımda rakamlar süratle değişmekte, sermaye tükenmekteydi.
Yavaş yavaş geçiyor gibiydi ağır zaman. Oysa ne kadar da hızla dönüyordu, hantal dünya! Öğle olmadan akşam oluveriyordu. Ne kadar hızla yol alıyordu, güneşin çevresinde! Günler kısaldıkça kısalmakta, yılbaşı yaklaşmaktaydı.
Bulunduğumuz zaman dilimindeki olumsuzluk fırtınalarında, geçmişteki sevgi ortamına döner ve unutulmaz bir huzur limanına sığınır ya ruhlarımız… İşte öyle bir halet-i ruhiye içindeyim. Mümkün olduğunca başa sarmaya çalışıyorum kaseti. Elimden gelse bir damla su olacağım. Bir kan pıhtısı…
Ne kadar büyürsem büyüyeyim, değişen pek bir şey olmuyordu. Düşünce, belli bir yere kadar gidebiliyor, takılıp kalıyor, doruklara çıkamıyordu.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 341
YORUMLAR
Usta Kalem,
Derin bilgi, mükemmel anlatım ile
en önemli konuları en anlaşılır bir dille anlatan,
Değerli Dost Onur BİLGE' yi tebrik ediyor,
TAM PUANLA sağlık ve mutluluk ile başarılı çalışmalarının devamını diliyorum.
Selam Olsun.
Kâinattaki en büyük hakikat değişimdir.
Değişimi inkâr aptallık, ona direnmek ise imkânsızdır.
Çünkü her şey her an değişiyor.
Ya takip edemediğimiz kadar süratli,
Veya fark edemeyeceğimiz kadar ağır, aheste.
Cansızlar ve vasıfsızlar değişir, dönüşürken,
Varlığından ve varlık nedeninden haberdar olanlar
Gönderildikleri alemden verilen sonsuzluk kazandıran emanetlerini,
Gidecekleri ebed alemine uygun hale getirme gayreti içinde gelişiyor ve geliştiriyorlar.
Selam olsun varlığı var edene,
Zaman ve mekanı yaratan zaman ve mekandan Mualla ve Müberra olana.
Selam olsun varlığı ve varlığını var edenden haberdar olanlara.
Varlığını O’na ve O’nun yoluna adayanlara.
Necdet EREM.
Necdet EREM tarafından 2/7/2012 11:05:23 AM zamanında düzenlenmiştir.