16
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2314
Okunma
Adam fısıldadı:
“ tanrım konuş benimle.”
Ve bir kuş cıvıldadı ağaçta.
Ama adam duymadı.
Sonra adam bağırdı:
“ tanrım konuş benimle.”
Ve gökyüzünde bir şimşek çaktı.
Ama adam dinlemedi onu.
Adam etrafına bakındı ve
“ tanrım seni görmeme izin ver” dedi.
Ve bir yıldız parladı gökyüzünde.
Ama adam farkına varmadı.
Ve yüksek sesle haykırdı:
“ tanrım bana bir mucize göster”
Ve bir bebek doğdu bir yerlerde.
Ama adam bunu bilemedi.
Sonra çaresizlik içinde sızlandı:
“ dokun bana tanrım ve burada olduğunu anlamamı sağla, ne olur! ”
Bir kelebek kondu adamın omzuna.
Ve adam kelebeği elinin tersiyle uzaklaştırdı.
HALİL CİBRAN
Kum rengi duvarların arasında sessiz dolanışları, umumiyetle gecenin ilerleyen saatlerine tekabül ederdi. Yatağının başucunda ki radyodan yükselen yurttan sesler korosunun seslendirdiği türkünün tınısı duvarları yalayıp geçer, kulağına konuk olurdu. Sokak lambasının loş aydınlığı; üç odalı evin her bir odasına doğru uzanır, cılız aydınlığı pencerede asılı duran tülün dokunuşlarından süzülerek hırsız misali içeriye süzülürdü.
Yarım kalmış aydınlığa eşlik eden eksik ve huzursuz uykunun uyanışında, yüzündeki siyahî renk kızıla çalarken mavi gözlerinin kor hali sinir bozucuydu. Asabiyetin her daim yüzüne nakşettiği sertlik her hal ölürken dahi oracıkta duracak gibiydi. Sol gözünün altında beş vakit seğiren minik damar canlı oluşunun göstergesi gibi salınıp duruyordu. En çok delirip sinirlendiğinde yüzünün kararmasıyla beraber seğiren damar, koştukça rüzgârda yeleleri uçuşup giden tay gibiydi.
Acelesi varmış gibi.
Kendi bedeninin bir uzvu haline gelen pilli radyonun yan devrilmiş bedeni, beyazdan griye dönmüş çarşafın üzerinde öylece yatıyordu. Gece bülteninden TRTnin haber spikerinin sesi yükselince bir hışımla radyoya bir tekme savurdu. Ardından peşi sıra gelen okkalı bir küfür, Suriyedeki tüm muhaliflerin analarının eteklerini savurdu.
Adamın hiddetinden nasibini alan yorgan yere doğru savruldu. Yaşından beklenmedik bir çeviklikle ayağa kalkıp pencereye doğru seğirtti.
Uykusuz ve uzun bir gece onu bekliyordu.
Çocukluğuna dair hatırladığı tek anısı dahi yoktu. Sanki hiç çocuk olmamış gibiydi. Gizli müstehcen duygularını yaşadığı gençliğinin toy hallerinde, çoğu kez rüyalarına giren kızların saçlarının sarı saçlı oluşlarına şaşırıp kalırdı. Çok sonraları; sarı saçlı kadınları gurbette yaşadığı yıllarında tanımıştı. Sütün gibi bacakları olan altın sarısı saçlı Alman kadınları soğuk yatağına misafir olup bedenine şehvet salmışlardı. Bu ecnebi kadınları utanma nedir bilmiyorlardı. Perdesiz olmayı onlardan öğrenmişti.
Arsız ve tatminsiz oluşu değil miydi? Üç kişilik ailesinin her bir ferdini bu duygularına tutuklu etmesi…
Pencereye dayadığı anlı buz gibi olmuştu.
Hissetmedi.
Beyninin içinde uçuşan kelebeklerin kanat çırpınışlarına kulak verdi. Uzun yıllardır beyninin içinde uğuldayan seslerin dayanılmaz çırpınışlarına son aylarda tahammülü kalmamıştı. Aslında yaşamında hiç bir şeye dayanmaya gücü kalmamıştı. Kendine dahi. Benliğine itiraf edemediği pişmanlıklarının pençesinde can veriyor gibiydi. Gün geçtikçe boğazına dayanan bu duygunun güçlü elinde kıvranırken, gerçekler şamar olup yüzünün her bir yerinde patlıyordu. Hayatındaki insanları elinin tersiyle hiç acımadan sokakların bilinmezliğine bırakırken aklım neredeydi diye düşünüyordu. İşte bu soruya veremediği cevapların cevapsızlığı, kafasının içinin bulanmasını sağlıyor onu bayılacak hale getiriyordu.
Eşinin beyaz yüzü gözünün önüne geldi. Yüzünün beyazlığında ışığı sönmüş bir çift kahverengi bakış hesap soruyordu. Avuçlarından kayıp giden hayatının kokuşmuş yıllarının hesabını bir bir sorguluyordu. Kendisine teslim edilen bedeninin şimdilerdeki durmak bilmez sallanışlarının her biri dil olmuş sesleniyordu. Parkinson’lu vücudu serzenişleriyle yere yıkılmak üzereyken, dermanı kesilmiş titrek adımlarıyla kendine doğru yönelir gibi oldu.
İrkildiğini hissetti.
Bir adım geri kaçmaya çalışırken bu seferde küçük kızının siluetiyle burun buruna geldi. Kendisine doğru salladığı parmağından korunmaya çalıştı. Son altı ay içerisinde avurtları çökmüş ve kırlaşmış saçlarıyla bakire bedeni şaşılacak derecede ihtiyarlamıştı. Dudaklarından dökülen kelâmın altında bir böcek gibi eziliverdi.
“ Evlatlık hakkımı sana helal etmiyorum! ”
Kelimeler başına üşüşüp cinlerinin tepesine getirdiler. Yüzü karardı durdu. Gözünün altında ki damar hızlı seğirmeye başladı. Gözlerinin devinimlerinden başı döner gibi olunca kulaklarına kadar kızardı. El yordamıyla yatağının ucuna ulaştığında tavanda asılı duran avizenin kristal oymalarında büyük kızının yüzü peyda oldu.
Kocaman gülümseyişi kahkahaya dönüştüğünde kulaklarında çınlayan sese tahammülü kalmamıştı. Elleriyle kulaklarını tıkarken üzerine doğru gelen kızın hayali karabasandan farklı değildi.
Radyodan yükselen cazın titrek nağmeleri ile kızın sesi, tavanda cinlerin düğünü gibi cirit atıp oynaşmaya başladığı anda kendini balkona zor attı. Sabahın ilk ışıkları altında havanın serin halini ciğerlerine çekti. Temiz havanın ciğerlerine dolmasıyla beraber yüzüne nüfus eden sıcak kan, canın bedene dönmesine neden oldu. Uzakta ki tepelerde yanan ışıklara uzanıp giden bakışlarının altından sızan bir damla yaş, elinin üzerine düşüp oradan balkondan aşağıya yeni filiz vermiş açelya ağacının ilk yaprağına devrildi.
Sessiz ama ağlayarak…
Sonra çaresizlik içinde sızlandı:
“ dokun bana tanrım ve burada olduğunu anlamamı sağla, ne olur! ”
Bir kelebek kondu adamın omzuna.
Ve adam kelebeği elinin tersiyle uzaklaştırdı.
Dakikalar sonrasında odasına yönelirken dudaklarından dökülen bir çift söz kalan yaşamına selam gibiydi.
“ Ömrümün kalan yarısına günaydın…”
SEVİLAY DİLBER
Gerçek, bir çocuğun en içten gülüşü ya da bir sevgilinin öpüşüyle donanmış olarak seslenir bize; ama biz sevginin kapısını onun suratına çarpar ve sanki düşmanımızmış gibi davranırız.
HALİL CİBRAN.