- 3199 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
ÖLDÜRÜLEN ŞAİRLER(3):Figânî
Ey Şiir!!!
Biliyorsun ki, eşeğe ters bindirip sokak sokak gezdirdiğin ve sonra öldürdüğün Figâni, son kurbanın değildi. O, Osmanlı döneminin ilk kurbanıydı...
Figânilerin bitip tükeneceğini mi sanıyorsun? Figâniler bitmez, tükenmez elbette... Vezirler, krallar, despot idareler, halkın rızasının hilâfına karar vericiler, düzen-intizam dağıtmak adına zulüm, işkence ve eziyet dağıtıcılar yaşadıkça, Figâniler de yaşayacaktır. İbrahim Paşaların icraatları ayyuka çıktıkça, Figânilerin söylemleri de çoğalacak. Çoğaldıkça da gündemin birinci sırasına oturacaktır.
Çünkü, arada sen varsın.
Figâni’ yi ölüme sürükleyensin.
Alnına silinmez yazıyla mıhlanmışsın.
Ne yaptı Figani? Söyler misin? Suçu ne idi?..
*
Figâni…
1505 yılında Trabzon da doğdu. Kendi gayretiyle Arapça ve Farsçayı öğrendi. Genç yaşta seninle tanıştı. Seni yazmaya başladı. Ona Hüseynî mahlasını taktın. Ama bir süre sonra o mahlastan vaz geçti. Yine Figâni adını kullandı.
İstanbul ve sen… Şiir ve İstanbul yani… Ayrılmaz ikilisiniz. Ayığı sarhoş edersiniz, başını döndürürsünüz bütün insanlığın ve kendinize âşık edersiniz. Boğazıyla İstanbul, Boğaz suyu ışıltısına uzanan kasırların, servilerin, köşklerin serin gölgeleriyle, yedi tepesinde yedi minaresiyle, tarihiyle bir efsunkâr güzel olan İstanbul ve sen şiir, kaç şairin kanına girdiniz… Sayısını siz dahi bilemezsiniz…
Ulu hakan Kanuni Sultan Sultan Süleyman döneminde yaşayan Figâni, İstanbul’un baygın gözlerinin içinde seninle sarhoş oldu hep ve sonunda içkiye müptelâ oldu. Toplumun kurallarına ters düştü. Saraya ve Osmanlı paşalarına yakındı. Sen yakın ettin ey şiir onu saraya, sen!! Seninle senin dilinle bazan methiyeler düzdü ihsanlar aldı. Bazan hicvetti sağı solu!..Genç yaşta şöhrete ulaştı… Edebiyat sohbetlerinin en parlak yıldızıydı.
Kanuninin şehzadeleri, MUSTAFA, MEHMET ve SELİM’İN 1530 yılındaki sünnet düğününde yazdığı “SÜRİYYE” kasidesiyle ününü daha da artırdı. Ne oldu artırdı da?... Kıskançlıklar arttı. Kavgacı mizacı insanların düşmanlığını kazanmasına sebep oldu. Şairin, ozanın kavgacısını seversin sen, korkusuzunu. Gözünü budaktan sözünü makamdan esirgemeyeni; Hakk’ı ve hakikatı sonunda ölüm bile olsa haykıranı seversin… Öldürülen şairler-ozanlar hep bu haykırıştan hep feryat-figân oluşlarından can verdiler. Susmadılar, susturmak için öldürüldüler…
Bu sırada Kanuni’nin Veziri Azam’ı Pargalı İbrahim paşa, Mohaç zaferinden dönüşünde Budin’den getirdiği heykelleri, kendi sarayının karşısına, At Meydanına diktirmişti. Bu heykellere, halk tepki göstermiş, eskiden beri gelen İslâm ve put-heykel anlayışını, bu heykellere getirtip oturtmuştu. Elbette ki, toplumsal düzeni bozmak isteyenler de bu durumu tahrik etmişler, bunu fırsat bilip içten içe ayrık otlarını insanlar içine atmaya başlamışlardı.
Sarayda, çarşıda güncel konuydu Pargalı’ nın heykelleri… Şair, ozan günceli yakalamalı. Yaşamak ve gelecek çağlara adını taşımak istiyorsa bir şair günü ve günceli yaşamalı, yakalamalı. Şair, liderdir; düşünce adamıdır. Şairlerdir devrimlerin önderi. Şairi olmayan devrime devrim denemez. Şair devrimin motor gücüdür. Bugünü yaşamayan, bugünü şiir dilinde çağdaş bir anlayışla ve orijinal yepyeni imgelerle nakışlayamayan şair, ölü doğmuş şairlerin anasıdır. Bu bakımdan şairle tarihçi arasında bir benzerlik vardır. Şu kadarla ki, tarihçi taş gibidir, karton dillidir; tadı-tuzu yoktur yazdıklarının; anın soğuk resmini yazıp geleceğe aktarırken; şair-ozan onun içine ruhunu, yüreğini ve halkın ortak aklını, nabzını, halkın can evini nakışlamıştır. Şairin geleceğe taşıdığı olaylar mısraların süslü kaftanı arasındadır. Şairin tarihçiliği daha bir hoş ve daha bir güzel ve gizemlidir.
Pargalının heykelleri…
Resime, heykele ve şiire İslâm’ı karşı imiş gibi gösterenlere yazıklar olsun.
İslâm güzelliği tercih eder, en güzel ve en mütekâmil din oluşunda sanata ve sanatçıya evliyâlar mertebesine yakın bir makam verişindendir. Ona, art niyetli “yobaz” ve “karanlık kafalar” sanatı ve sanatçıyı yaklaştırmamak için asırlarca cahil toplumlarda ellerinden geleni yaptılar. Sanata “gâvurluk”, sanatçıya “gâvur” diyen anlayış İslâmî anlayış olamaz.
*
“Taş, mermer, bronz, ağaç vb. gibi malzemeler kullanılarak yapılan üç boyutlu düzenlemelere heykel deniyorsa, yani heykelin figüratif olması bir zorunluluk değilse, Osmanlı dünyasında da mezar taşlarından dikilitaşlara, çeşmelerden sebillere, selsebillere kadar aynı zamanda heykel niteliği taşıyan binlerce düzenleme -üstelik fonksiyonel- göstermek mümkündür.
Bir ressama poz vererek portresini yaptıran ilk Osmanlı padişahı Fatih’tir. İstanbul’a davet ettiği sanatçılar arasında heykeltıraşların da bulunduğu biliniyorsa da, heykelini yaptırıp yaptırmadığı hakkında bir bilgimiz yok.
Bildiğimiz, heykelini yaptıran ilk padişahın Abdülaziz olduğudur. Fransa seyahati sırasında bir büstünü, İstanbul’da da at üzerinde bir heykelini yaptırarak Beylerbeyi Sarayı’na koydurmuştur. Bu heykel oradan Topkapı Sarayı’na, daha sonra son halife Abdülmecid’in Bağlarbaşı’ndaki köşküne götürülür. Bir süre sonra tekrar Beylerbeyi Sarayı’na taşınan heykel, Cumhuriyet’ten sonra Topkapı Sarayı Müzesi’nde karar kılacaktır.
Heykel sanatı bizde Sanayi-i Nefise Mektebi açıldıktan sonra yaygınlaştı. Bu mektebin heykeltıraşlık hocası Yervant Oskan Efendi adında, Roma ve Paris’te eğitim görmüş Ermeni bir sanatçıydı. Sanayi-i Nefise’nin Heykeltıraşlık Şubesi’ne kaydını yaptıran ilk Müslüman öğrenci, dolayısıyla ilk Müslüman heykeltıraş İhsan Bey’dir.
Bir gün Barbaros Parkı’na yolunuz düşerse orada bir heykel göreceksiniz: Yahya Kemal heykeli... Hüseyin Gezer’in eseri olan bu heykel bir zamanlar Maçka Parkı’nın kuytu bir köşesindeymiş, fakat başına olmadık işler geldiği için buraya nakledilmiş.
Hüseyin Gezer’in "Yahya Kemal Anıtı" başlıklı yazısında anlattığına göre, Maçka Parkı’ndaki kaidesine oturtulmak üzere heykelin ceraskal’la kaldırıldığı sırada civardaki apartmanlardan birinde oturan bir "muhbir" vatandaş durumdan vazife çıkararak telefona sarılıp "Atatürk heykelini ipe çekiyorlar!" diye polisi arar. Derhal olay yerine intikal eden polisler işin aslını öğrenince ihbarcı vatandaşa söylene söylene çekip giderler. Aradan zaman geçer; heykeli gören bazı dostları, şairin bir harekette bulunacakmış gibi boşlukta duran sol elinin ne anlama geldiğini Hüseyin Gezer’e sormaya başlarlar. Bundan bir şey anlamayan sanatçı, gidip eserini görünce hayretler içinde kalır: Hırsızlar şairin bastonunu demir testeresiyle kesip götürdükleri için sol el anlamsız bir şekilde boşlukta kalmıştır. Yerine önce bakırdan, sonra ağaçtan bastonlar yapılarak konur, fakat hepsi çalınır. Sonunda çare heykeli Barbaros Parkı’na nakletmekte bulunur. “(1)
*
İbrahim Paşa’nın heykelleri, koskoca İstanbul’un, İstanbulluların dilindeydi…
Figâni durur mu?
Günü ve günceli yakalayıp, halkın ortak nabzı olmalıydı.
Dedi ki :
“Dü İbrâhîm âmed be-dâr-ı cihân
Yekî büt şiken şûd yekî büt nişân.”
Yani : İki İbrahim geldi cihana, biri putları kırdı, Öbürü put dikti.
*
Bu mısralar dilden dile dolaşmaya başladı.
Herkes Figâni’ye atfediyor ve bu iki mısraı Figânî yazmıştır diyordu. Figanî ise, bunu kendisinin yazmadığını, ancak, “beyitteki dar-ı cihan terkibindeki dar kelimesi yerine ikinci mısrada put kelimesi geçtiği için “deyr” dense daha iyi olur” diyordu.
Hattâ, bu beytin Gazneli Mahmut zamanında söylendiğine dair de rivayetler vardı.
Her ne ise, halk böyle istemişti. Figânî’ ye yakıştırmıştı. Bu yüzden, Pargalı İbrahim paşaya gammazlanan Figâni’yi İstanbul Subaşısı Tahtakale’de tutuklatmış, eşeğe ters bindirip, ibret olsun diye, sokaklarda dolaştırılmış sonunda iskeleye götürüp dövülmüş ve 1532 baharında asılarak öldürülmüştü.
*
İki heykel diktim, tam iki heykel
Yüreğimin ortasına; gel de yık.
Toz et, parçala, savur küllerini
Olmaz olsun Itırbanu ayrılık…
Aramıza okyanuslar dizmişsin
Giyin gel, karanlığın ışığını
Gayri türkülerde yak âşığını
Koyma önüme sultan eşiğini
Olmaz olsun Itırbanu ayrılık.
Belli, sen de bu hayattan bezmişsin.
Yaralıyım biliyorsun kuş misal
Son bulmasın şom dağlarda bu masal
Çek kılıcın işte boynum gel de çal
Olmaz olsun Itırbanu ayrılık.
Gurbetleri alnına mı çizmişsin?..
İbrahim ol,
Ver kararın,
Derimi yüz.
……Nasıl olsa her ikimiz zeytin dalı bülbülüyüz.
İki heykel diktim, tam iki heykel
Yüreğimin ortasına; gel de yık.
Tut ellerimi tut, bırakma sakın
Sokul bana Itırbanu birazcık.
Canını da boş yere sen üzmüşsün.
Bak ki Figâniler kanımda yürür
Durağan mendilde su bile çürür
Biliyorsun âşık, gözsüzken görür
Sokul bana Itırbanu birazcık.
Sere serpe saraylarda gezmişsin…
Mustafa CEYLAN
----------------------------------------------------------------------
(1)AYVAZOĞLU, Beşir; Zaman Gazetesi, Heykel Hikâyeleri.
YORUMLAR
' ÖLDÜRÜLEN ŞAİRLER(3): Figânî ' Ve Yorumum
Gülce edebî çalışmalarımız içinde ayrı bir yeri ve önemi olan âşıklarımız-ozanlarımızla ilgili ve ciddi bir araştırmanın ürünü olan 'ÖLDÜRÜLEN ŞAİRLER(3): ' serisinin 'Figâni ayağında değerli hocamız Sayın, Mustafa Ceylan, öyle derin ve çarpıcı söylemlerle konuya vurgu yapmış ki; etkilenmemek mümkün değil! Geçmişten günümüze uzanan sürüncemeli derin bir konuya atıfla yazmış olduğu bu oldukça dikkat çekici yazısından önemli pasajlarla, ona ilâveten nakışlanmış muhteşem dizeleri ve Kendi naçizâne düşüncelerimi -değerli hocamızın engin hoşgörüleriyle- siz değerli okur dostlarla paylaşmadan edemedim..
1.' Ey Şiir!!!
...
Figânilerin bitip tükeneceğini mi sanıyorsun? Figâniler bitmez, tükenmez elbette... Vezirler, krallar, despot idareler, halkın rızasının hilâfına karar vericiler, düzen-intizam dağıtmak adına zulüm, işkence ve eziyet dağıtıcılar yaşadıkça, Figâniler de yaşayacaktır. İbrahim Paşaların icraatları ayyuka çıktıkça, Figânilerin söylemleri de çoğalacak. Çoğaldıkça da gündemin birinci sırasına oturacaktır.
Çünkü, arada sen varsın.
Figâni’ yi ölüme sürükleyensin. '
2.' İstanbul ve sen… Şiir ve İstanbul yani… Ayrılmaz ikilisiniz. Ayığı sarhoş edersiniz, başını döndürürsünüz bütün insanlığın ve kendinize âşık edersiniz. Boğazıyla İstanbul, Boğaz suyu ışıltısına uzanan kasırların, servilerin, köşklerin serin gölgeleriyle, yedi tepesinde yedi minaresiyle, tarihiyle bir efsunkâr güzel olan İstanbul ve sen şiir, kaç şairin kanına girdiniz…'
3.' Şairin, ozanın kavgacısını seversin sen, korkusuzunu. Gözünü budaktan sözünü makamdan esirgemeyeni; Hakk’ı ve hakikatı sonunda ölüm bile olsa haykıranı seversin… Öldürülen şairler-ozanlar hep bu haykırıştan hep feryat-figân oluşlarından can verdiler. Susmadılar, susturmak için öldürüldüler…'
4.' ...Bu heykellere, halk tepki göstermiş, eskiden beri gelen İslâm ve put-heykel anlayışını, bu heykellere getirtip oturtmuştu. Elbette ki, toplumsal düzeni bozmak isteyenler de bu durumu tahrik etmişler, bunu fırsat bilip içten içe ayrık otlarını insanlar içine atmaya başlamışlardı. '
5.'...Şair, ozan günceli yakalamalı. Yaşamak ve gelecek çağlara adını taşımak istiyorsa bir şair günü ve günceli yaşamalı, yakalamalı. Şair, liderdir; düşünce adamıdır. Şairlerdir devrimlerin önderi. Şairi olmayan devrime devrim denemez. Şair devrimin motor gücüdür. Bugünü yaşamayan, bugünü şiir dilinde çağdaş bir anlayışla ve orijinal yepyeni imgelerle nakışlayamayan şair, ölü doğmuş şairlerin anasıdır. Bu bakımdan şairle tarihçi arasında bir benzerlik vardır. Şu kadarla ki, tarihçi taş gibidir, karton dillidir; tadı-tuzu yoktur yazdıklarının; anın soğuk resmini yazıp geleceğe aktarırken; şair-ozan onun içine ruhunu, yüreğini ve halkın ortak aklını, nabzını, halkın can evini nakışlamıştır. Şairin geleceğe taşıdığı olaylar mısraların süslü kaftanı arasındadır. Şairin tarihçiliği daha bir hoş ve daha bir güzel ve gizemlidir.'
6.' Resime, heykele ve şiire İslâm’ı karşı imiş gibi gösterenlere yazıklar olsun.
İslâm güzelliği tercih eder, en güzel ve en mütekâmil din oluşunda sanata ve sanatçıya evliyâlar mertebesine yakın bir makam verişindendir. Ona, art niyetli “yobaz” ve “karanlık kafalar” sanatı ve sanatçıyı yaklaştırmamak için asırlarca cahil toplumlarda ellerinden geleni yaptılar. Sanata “gâvurluk”, sanatçıya “gâvur” diyen anlayış İslâmî anlayış olamaz.'
7.' Taş, mermer, bronz, ağaç vb. gibi malzemeler kullanılarak yapılan üç boyutlu düzenlemelere heykel deniyorsa, yani heykelin figüratif olması bir zorunluluk değilse, Osmanlı dünyasında da mezar taşlarından dikilitaşlara, çeşmelerden sebillere, selsebillere kadar aynı zamanda heykel niteliği taşıyan binlerce düzenleme -üstelik fonksiyonel- göstermek mümkündür. '
8.' Bir ressama poz vererek portresini yaptıran ilk Osmanlı padişahı Fatih’tir...'
9.' Bildiğimiz, heykelini yaptıran ilk padişahın Abdülaziz olduğudur...'
10.' Heykel sanatı bizde Sanayi-i Nefise Mektebi açıldıktan sonra yaygınlaştı. Bu mektebin heykeltıraşlık hocası Yervant Oskan Efendi adında, Roma ve Paris’te eğitim görmüş Ermeni bir sanatçıydı. Sanayi-i Nefise’nin Heykeltıraşlık Şubesi’ne kaydını yaptıran ilk Müslüman öğrenci, dolayısıyla ilk Müslüman heykeltıraş İhsan Bey’dir. '
11.' Bir gün Barbaros Parkı’na yolunuz düşerse orada bir heykel göreceksiniz: Yahya Kemal heykeli... Hüseyin Gezer’in eseri olan bu heykel bir zamanlar Maçka Parkı’nın kuytu bir köşesindeymiş, fakat başına olmadık işler geldiği için buraya nakledilmiş. '
12.' Hüseyin Gezer’in 'Yahya Kemal Anıtı' başlıklı yazısında anlattığına göre, Maçka Parkı’ndaki kaidesine oturtulmak üzere heykelin ceraskal’la kaldırıldığı sırada civardaki apartmanlardan birinde oturan bir 'muhbir' vatandaş durumdan vazife çıkararak telefona sarılıp 'Atatürk heykelini ipe çekiyorlar!' diye polisi arar. Derhal olay yerine intikal eden polisler işin aslını öğrenince ihbarcı vatandaşa söylene söylene çekip giderler. Aradan zaman geçer; heykeli gören bazı dostları, şairin bir harekette bulunacakmış gibi boşlukta duran sol elinin ne anlama geldiğini Hüseyin Gezer’e sormaya başlarlar. Bundan bir şey anlamayan sanatçı, gidip eserini görünce hayretler içinde kalır: Hırsızlar şairin bastonunu demir testeresiyle kesip götürdükleri için sol el anlamsız bir şekilde boşlukta kalmıştır. Yerine önce bakırdan, sonra ağaçtan bastonlar yapılarak konur, fakat hepsi çalınır. Sonunda çare heykeli Barbaros Parkı’na nakletmekte bulunur. “(1) '
13.' İbrahim Paşa’nın heykelleri, koskoca İstanbul’un, İstanbulluların dilindeydi…
Figâni durur mu?
Günü ve günceli yakalayıp, halkın ortak nabzı olmalıydı.
Dedi ki :' İki İbrahim geldi cihana, biri putları kırdı, Öbürü put dikti.'
Bu mısralar dilden dile dolaşmaya başladı.
Herkes Figâni’ye atfediyor ve bu iki mısraı Figânî yazmıştır diyordu. Figanî ise, bunu kendisinin yazmadığını, ancak, “beyitteki dar-ı cihan terkibindeki dar kelimesi yerine ikinci mısrada put kelimesi geçtiği için “deyr” dense daha iyi olur” diyordu. '
14.' Her ne ise, halk böyle istemişti. Figânî’ ye yakıştırmıştı. Bu yüzden, Pargalı İbrahim paşaya gammazlanan Figâni’yi İstanbul Subaşısı Tahtakale’de tutuklatmış, eşeğe ters bindirip, ibret olsun diye, sokaklarda dolaştırılmış sonunda iskeleye götürüp dövülmüş ve 1532 baharında asılarak öldürülmüştü. '
***
Şiir ve insan...Şiir ve özgürlük...Şiir ve hakkaniyet...Şiir ve edebî sanat...Şiir ve kadın, şiir ve adam...Şiir ve çocuk...Şiir ve doğa...Şiir ve tarih...Şiir ve hayat...Şiir ve gerçek...Ve şair...
Bunlar gibi daha bir çok bağıntı kurulabilir şiirle.
Öncelikle şiir nedir, şair kime denir? Bunlara bakalım.
Öteden beri bilinen basit tanımıyla şair; şiir yazan, söyleyen, harfleri mısralara nakış nakış işleyen söz ustasıdır diye biliriz. Halk şairi,bu tanımdan sazıyla ayrılır. Yani; 'halkın içinden gelen, genelde sazıyla deyişlerini dillendiren, sözlü şiir geleneğine bağlı ' özelliğiyle...
Sözlük anlamıyla şair, bir çok tanımlarla tanımlandırılmaya çalışılmışsa da sözlüklerde; tıpkı şiirin tanımında olduğu gibi şairin de tam olarak tanımı yapılamamış; ancak, şu ortak söylemlerle bir ölçüye kadar tanımlanmaya çalışılmıştır :
' İlkçağlardan günümüze kadar toplumun ileri gelenlerinden, bilici ve sözcü olduğu için toplumun kutsadığı, toplumun ortak duygu ve duyarlıklarının kaynağı olarak görülen ilerici ve dönüştürücü bir kişidir. '
' şair kendi toplumunda düşünen, güzel söz söyleyen ve sözü dinlenen kabul ve saygı görmüş kişidir.'
' Şair yaşadığı dünyayı, olayları ve insanları herkesten farklı algılayan bir kişidir.İzlenimlerini halka aktarırken diğer sanatçılar kadar rahat değildir. Çünkü ne günlük konuşma dilini kullanabilir ne de düzyazı tekdüzeliğini. Şairin dili diğer tüm yazın türlerinin dilinden üstün ve zahmet vericidir.'
' Şair, şiirin peşinde yılmadan, yorulmadan koşan; yazdığı hem ses hem de mana itibariyle kulağa ve akla hoş gelen insandır. Ancak bunları yapabilmek için dalıyla ilgili belli bir bilgi birikime sahip olmalıdır.'
Şair, evrensel ve ulusal kültürü özümsemiş; devamlı bir araştırma ve deneme içerisinde olup; mısralarında duygu, düşünce ve hayalleri nasıl daha etkileyici anlatabileceğinin endişesini taşıyandır. Kısacası şair, toplumun vicdanı, yaşadığı çağın tanığıdır. Şiir bir ayna ise, şair de topluma, olaylara, çağa bakışıyla; ruhumuza, benliğimize, kendi yüzümüze bütün gerçekliğiyle ayna tutandır. Diğer bir ifadeyle şair; görünmeyeni gördüren göz...
Gerçek anlamda şairlik mertebesine erişmiş bir insan kendisine asla 'şairim' demez. Ona şairlik sıfatını ortaya koyduklarıyla; toplum, tarih kazandırır.
Kısacası şair; toplumsal duyarlılık, sorumluluk taşıyan, düzene muhalif ve bunu mısralarla okura anlatabilen farkındalıklı, hayatın anlamnını kavrayıcılığıyla insanlara da yaşama erinci aşılayan yaratıcı ve güzel insandır.
Peki, şiir nedir? Genel geçer anlamda hepimizin bildiği tanım, şiirin kısa ve özlü sözcüklerle çok şey anlatması, duygu ve düşüncelerin ifadesidir.
Şiirin tam bir tanımını yapmak zor olsa da, sözlükler şöyle tanımlar:
1.'duygu ve düşüncelerin, okuyan ya da dinleyenlerde güzellik duygusu uyandıracak biçimde aktarılması'
2.'Dizelerin ses uyumu, ölçü, uyak gibi öğelerin yer aldığı yapı...'
3.' Dizeler içine serpiştirilen seslerle süslenen duygu, düşünce ve hayalin ahenkli bir biçimde aktarılması...'
Bunun gibi daha binlerce tanımla tanımlayabiliriz şiiri. Fakat, yine de tam olarak ya da tek tanımla ifade edemeyiz şiiri. Çünkü şiir; çağa, topluma, felsefenin temeline, yaşanılan hayata, insana ve felsefî anlamda düşün farklılıkları gösterebilen bir ifade şeklidir.
Okuduğum bir yazıda Montaigne' nın şiir hakkındaki bir söylemi oldukça dikkatimi çekmişti.: ''Şiirin orta hallicesi beylik ölçülerle, sanat bilgisi ile yargılanabilir; ama şiirin iyisi olağanı aşan kuralların ve aklın üstündedir. Onun güzelliğini sağlam ve olgun bir görüşle fark eden, bir şimşeğin parıltısı kadar görebilir ancak. O güzellik aklımızı işletmez, başımızdan alır, allak bullak eder.'' demiş. Çok da doğru demiş!
Şiir, doğruya, güzele ulaşma isteği olduğuna göre; şiirsiz bir yaşam çorak bir yaşamdır; yeşermeyeceği gibi, yeşertmez de. İnsan özü sevgisiz kalır, hayalsiz, düşsüz, paylaşımsız...
Şiir içimize öyle akmalı, öyle tesir etmeli ki; sarsılmalı ruhumuz, savrulmalı, alıp başını gitmeli bir başka dünyaya, alt üst olmalı! Var olan düşünce sistemimizi yerle bir ederek yeni düşün ve duygu girdaplarına sürüklemeli bizi.
Şiir depremdir; öz denen toprağımızı delik deşik eder faylarıyla; dönüştürür bambaşka sentezlerle yeni bir toprağa!
Bütün bu ifadelerden şiirin hiç de kolay bir uğraş olmadığını; ciddi bir emek, bilgi, derinlik ve disiplin istediğini anlarız. Ancak bu özellikleriyle etkili ve kalıcı şiir yazılabilir. Aksi halde, sıradan, niteliksiz basit bir kelime yığını olur yazılanlar.
Şiir özgürlüktür, aydınlıktır...Dünde görünenlerin, anlaşılanların; kısa, net, etkili bir anlatımla yarınlara bırakıldığı bugünün fotoğrafıdır. Şair ise, bu fotoğrafı çeken usta fotoğrafçıdır.
Şiir düştür, hayaldir demiştik! Ne güzel düşlemek, hayal etmek, ne güzel hayallerimizin ardından gitmek! Ama her dönemde, her toplumda, her kültürde insanı ve bulunulan çağı ileriye taşımak, sürüklemek, derinlikten yoksun sığ ve yoz alışkanlıkları sarsarak değiştirmek kolay değildir. İşte şairin özünde var olan değiştirici-dönüştürücü özellik, insanların duygu ve düşünce yapısına -şiirle- doğrudan etki ederek devinim yaratır; bir noktadan çok daha farklı bir noktaya sürükler. Bu yüzden şiir ve şair, yüz yıllar boyunca toplumların, insanlığın hatta çağın var olan yapısını dönüştürerek değiştirmiş; bu gerekçelerle şairler, ağır ve -çokça da- haksız bedeller ödemiştir.
Şiirin özünde güzele, iyiye olan özlem, şairi de duyarlı ve yenilikçi, var olan düzenin kurallarına karşı çıkarak toplumun bir adım ilerisinde düşündüren başkaldırıcı, sınırları zorlayarak sarsan, boyun eğmeyi değil insani olanda buluşup paylaşmayı, sorgulamayı, tartışma ve eleştirel söylemlerle yerine konulabilir seçenekler sunmayı amaçlayan devrimci bir kimliğe büründürür.
Bunca tanımların ardından gelelim yoruma dayanak olan konuya; yani, katledilen şairler ve Figâni' ye...
Şiir diline hâkim, hayal gücü zengin, atasözleri ve halk deyimlerini rahatlıkla kullanabilen, sade Türkçe kelimelere yer veren, divan edebiyatının izin verdiği ölçüde yeni buluşlara, mazmunlara ve kavramlara sahip bir sanatkâr olan; çağından başlayarak XIX. yüzyıl sonlarına kadar birçok şiir mecmuasında gazellerine yer verilen; önce dövülüp işkence edilen, sonra da asılarak yaşamına son verilen Figâni, neden öldürülmüştü? Böyle bir sonu haketmiş miydi? Bu acımasız cezalandırmalar gerçekte düşüncenin kendisine, düşünen insanın özüne değil miydi?
Doğası gereği düşünen ve düşündüğünü anlaşılır söz dizimleriyle ifade eden insan; kendi eliyle kendine, kendi düşüncesine kert vuruyor; yıkıcı ve zülmedici tepkisiyle düşünceyi yani yine kendisini ortadan kaldırmaya, yok etmeye çalışıyor. Oysa ki düşüncenin varoluş nedeni insanlıkla doğrudan ilgili olup; insanoğlu var olduğu sürece düşüncenin de var olacağını bilmiyor mu? Bu nasıl bir çelişkidir?
Her düşün şekli farklı açan, farklı kokan ve gelişen bir çiçek gibidir; kimi görünümüyle cezbeder, kimi kokusuyla, kimi hem görünümü hem kokusuyla, kimi de bunun aksi bir çekimle iterek...
Düşünce, merkezine insanı, hakkaniyeti, güzelliği, paylaşımı, özgürlüğü, değişimi almadığı sürece faydadan çok zarar vericidir.
Devinim halinde olan düşünceye vurulan zincir, kalkan her el dönüp dolaşıp yine kendisine dokunmuş, zarar vermiştir. Baskılanmış düşüncenin hüküm sürdüğü toplumlarda insanlık acı çekmiş, çağın dolayısıyla toplumların ilerleyişi engellenmiştir. Bütün bu baskılara, zulümlere rağmen süreç içerisinde tarih zulümleri de düşünceden açan gülleri de yazmış; toplumlar kanatılan düşün çiçekleriyle yepyeni renkler, yeni çiçeklerle yenilenerek açmış; medeniyet denilen uygarlık dünyası -öyle ya da böyle- ilerlemeyi başarmıştır.
Her kim ki düşüncenin karşısında zorbalıkla durmuş; düşünce o kimseyi ya da toplumu bir fiske vuruşuyla savurarak akla hayale gelmeyecek sıkıntılara sürüklemiştir.
Demek ki düşünce, yok edilerek değil; özgür bırakılarak, paylaşılarak belli bir disiplin içinde yapıcı ve düşündürücü yapısıyla hayata, dolayısıyla insanlığa katkısıyla desteklenmeli.
Doğusu batısı kadar bizim tarihimizde de nice vakâlar vardır, düşünceye-düşünen insana yönelik; insan onurunun başını eğik kılan, vicdanı kanatan...!
15-16.Yüzyıldaki Ortaçağ Avrupasında sanâta ve sanâtçıya olan karanlık bakış Rönesans'la aşılmış, 1789-1799 ' daki Fransız Devrimi ve 7 Kasım 1917 ' de (Miladi takvime göre) gerçekleşen kanlı Ekin Devrimi (Bolşevik Devrimi) ile insanlık acı bedeller ödeyerek aydınlığa çıkmıştır.
Bu bağlamda kurumlar ve kavramlar süreç içerisinde ödenen vahim bedellerle bugünkü yapıya kavuşturulmuş olsa da; düşünce ve düşünen insan hayata yön vermeye, tarihin akışını değiştirmeye devam edecektir daima.
Şiirin ve şairin güzele, iyiye, sevgiye, paylaşıma dayalı yenilikçi, başkaldırıcı, değiştirici, dönüştürücü özellikleri dolayısıyla her dönem ve her toplumda Figâni gibi özgürlükçü düşünen; düşüncesinin özünde topluma, insana, hayata dönük duyarlı ve sorumlu bir derinlik barındıran sanâtçılar ortaya çıkmış; önceleri anlaşılamamanın yıkıcı gücüyle örselenmiş fakat inandıkları doğruda yürüme kararlılığıyla gerektiğinde canları pahasına bedel ödemişlerdir, cesaret ve derinlikli algılarıyla yazdıkları şiirlerin her bir mısraında iz bırakarak. Zira şair, gerçekler karşısında vicdanının sesine kulak veren, kendi hislenişini hislendirici sözcüklerle söyleme döken yaratıcı, ilerici , yürekli ve derin insandır.
Şairlik, doğuştan olan ve sonradan geliştirilen bir kumaştır; çok farklı nakışı, farklı inceliği, dokusu, rengi olan bir kumaş... Şair o kumaşı kendince türlü biçemlerde kesip biçen terzidir.
Üç kıtaya hükmeden Osmanlı döneminde sanâta ve sanâtçıya önem verilmiş olsa da, bu durum daha çok saray ve çevresiyle sınırlı kalmış; halkın içinden gelen ve / veya var olan düzene başkaldıran şair ve sanatkârlar ne yazık ki türlü biçimlerde takibe alınıp cezalandırılmış, zaman zaman da iş cana kast' a kadar varmıştır. Hicivleriyle usta şair Nefî ve konumuz olan Figâni buna küçük bir örnektir.
Nefi' de Figâni gibi özünde var olan şair kumaşıyla; gördüğünü, duyduğunu, hissettiğini hicvederek korkusuzca dile getirmiş, ancak hazin son ile yine de hayatına kast edilmiştir.
Figâni gibiler isteselerdi çıkarları uğruna eğilerek düzenin adamı olur, sömürürlerdi sessizce! Ama olmadı, olamadı; çünkü o ve onun gibiler Hakk' ı ve hakikati seven, bu uğurda inancının, düşüncesinin ardından korkusuzca giden gözüpek, mert yürekli gerçek şairlerdi!
Sadece Osmanlı döneminde mi? Tabii ki Cumhuriyet döneminde de... Bu tür yıldırmalar, yok etmeler her dönemde ve bütün dünyada olagelmekle birlikte daha çok demokrasi kültürünün gelişmediği, özümsenmediği toplumlarda düşünce ve beraberinde sanât' tan / sanât adamından /şairden korkulmuş ( bu korku daha ziyade gizlenerek beslenmiş) bu değerler örselenmiştir daima.
Dünden günümüz teknoloji ve bilgi çağına değin insanlık tarihinde nice Figâniler var; ortadan kaldırıldıkça çoğalan; Pir Sultan gibi, Nesimi, Hallac-ı Mansur, Sabahattin Ali gibi... Hangi birini diyelim? Moskova' da katledilen Çeçen şair Ruslan Ahtahanov' u mu, Madımak' ta bir çok sanâtçı ve aydınla birlikte diri diri yakılan şair Behçet Aysan' ı mı, Uğur Kaynar' ı mı? Hangi birini...?
Şairin ve şiirin özünde sağ - sol, doğu - batı, siyah - beyaz gibi ayrışma olamaz! Sıfatıyla, inancıyla, etnik kimliğiyle kim ve neci olursa olsun, şair; özündeki sevgi, gerçeğe meyli ve Hak aşkıyla dolu olarak; özgür düşünen, yaşam karşısında insanlığın faydasına çalışan, başı dik ve cesur durması gerektiğini bilen olgun meyve, başlı başına bir tanım, bir kimliktir; şair kimliği...
Zira şair, var olan gerçeği yansıtıcı ayna özelliğiyle; yansır figânlarıyla tek tek nice Figâni' lere.
Şair ve düşünce! Her ikisinin de odağında sevgi ve ışık vardır; karanlığa sızmak isteyen...
Hele ki şair iyi bir eğitimle kendisini yetiştirmiş, Istanbul' un taşına toprağına niyaz olmuş, yudum yudum içmişse Boğaz' a düşen yakamoz demetlerinde aşk' ı ; kimseler durduramaz elbette onu!
O' nu bazen bir ressam bazen heykeltraş, bazen de özündeki iyi, dürüst, sevecen insanın mısralarıyla; güzellikler uğruna hırçınlaşan, başkaldıran kavgacı bir yurtsever görünümünde görürsünüz,
Şiir onu, o şiiri esir almış; çıkamamıştır her ikisi de şiirin ikliminden. Şairin özü elbette ki önce yerelden başlayarak gelişir kendi millî gerçekliği içinde. Ve ardından evrensel değer anlayışıyla kucaklar bütün insanlığı.
Kendi karanlığından korkan korkaklar, her dönem ve koşulda bu gerçekten yani şairden / şiirden ürkmüş; -kimi ikinci üçüncü şahısların fitne fesat söylemleriyle kimi de doğrudan kendi zaaf ve karanlık düşünce yapılarıyla- şaire mesafeli kalmış, düşünceye zincir vurmuş / vurmaya çalışmış; düşünen insanı ve bu yolda üretilenleri - kendi dehşetcengiz yöntemleriyle - yok etme yollarını aramıştır. En basitinden; insan eliyle yapılan fiğürlerden, resimlerden, heykel ve şiirlerden ürkerek ve bu uğurda siyaseti, dini, dili ve bir çok değerleri alet ederek kendi sığ bencil benliklerine insanlığı kurban etmişseler de; yine de durağan kılamamışlardır devingen düşünceyi .
Kendi bağrından çıkan güllerle açmasını, gelişmesini bilmeyen; bu gülleri soldurarak kendine yer açmaya çalışan nice bencil ve derinliksiz kafalar , süreç içinde kendi karanlıklarında boğulmuşlardır. Zira halk biliyor ki, İslâm dini kötülüğe, çirkinliğe, gericiliğe değil; bilâkis iyiliğe, güzelliğe, paylaşıma, yeniliğe velhasıl; insana, hayata dönük aydınlık bir inanç, bir değerler silsilesidir. Onu bu zalimâne ve de fukara akıl oyunlarıyla karalamaya çalışanlara halkımız daima ders vermesini, doğru yer ve zamanda durdurmasını bilerek sahip çıkmış; inancıyla birlikte o inancın içinden yükselerek açan düşün güllerine.
İşte o güllerden bir demet;
.' İki heykel diktim, tam iki heykel
Yüreğimin ortasına; gel de yık.
Toz et, parçala, savur küllerini
Olmaz olsun Itırbanu ayrılık…
Aramıza okyanuslar dizmişsin' M.Ceylan
Diyerek; meydan okuyor 'ıtırbanu' sembolüyle karşısındakine, dikleniyor şair, korkusuzca! Çünkü, kendi özünden yükselen sevecen duyguları, haksızlığa karşı biriken öfkeyi biliyor ve gücünü bu bilinçten, kendi vicdanından, kendisine saygı ve Yaratan' a sevgiden alıyor.
'İbrahim ol,
Ver kararın,
Derimi yüz.
……Nasıl olsa her ikimiz zeytin dalı bülbülüyüz.
...
...
Bak ki Figâniler kanımda yürür
Durağan mendilde su bile çürür
Biliyorsun âşık, gözsüzken görür
Sokul bana Itırbanu birazcık.
Sere serpe saraylarda gezmişsin…' M.Ceylan
Bu muhteşem söylemiyle şair; Figâni misali taşıdığı kimliği, özü yılmaz gözüpek söylemiyle belirginleştirerek; aslında karşısındakini bir noktada tahrik ediyor, vereceği kararın ne /nasıl olacağı yönünde giz' le sarmalanmış minik bir ışık yakıyor. Ve aslında;
Her ikisinin de birbirinden farklı olamayacağını; kendi doğrularında barışı isteyen bülbül haykırışlarıyla, birbirlerine sırt döndüklerinin farkında olduklarını; bunun yıkılması, bir sonuca varılması gerektiğini vurgulayan etkili söylemlerle, Bir nevi akli selime davet ediyor...
Ve ona; - yaşam içinde her canlı kadar- değerli olduğunu, bunun farkına varması gerektiğini hissettirmeye çalışıyor.
Son derece anlamlı, düşündürücü ve birleştirici kaleme saygı ve dostlukla...
yararlanılan kaynaklar:www.turkceciler.com
RefikaDoğan/GülceEdebîAkı tarafından 2/9/2012 4:22:20 AM zamanında düzenlenmiştir.
MustafaCeylan
Çok teşekkürler...
Gülce Edebiyat Akımı kurucusu ve önderi Refika Doğan'a teşekkürler,
s elamlar, saygılar...
Bu güzel yazı için Yürekten teşekkürler. Bize değerlerimizin
akibetleri hakkında tafsilatlı bilgiler veriyorsunuz. Bu vesile ile
tekrar teşekkürlerimle selam ve saygılarımı sunarım.
MustafaCeylan
Çok teşekkür eediyorum,
Selamlar ve saygılar...