- 427 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BU GÜN GÜNLERDEN CUMARTESİ
Bugün Günlerden Cumartesi
Güneş iyice yükselmiş, evlerin gölgeleri kısalmıştı. Bize oynayacak gölgelik kalmamak üzereydi, zaten terlemiştik, bırakıp oyunu eve gitmek istiyorduk.
Emin:
-Abi gidelim mi artık?
Mehmet:
- Gidelim Emin’im.
Böyle konuşup dururken, İbrahimlerin evinin köşesinden Babam göründü, nefes nefeseydi, terlemiş ve bitkindi:
- Bizim gelin, Fadime diye seslendi Anneme ve yengeme.
Sırayla önce Annem, sonra yengem göründü evin hayatında.
Annem:
-Ne oldu, ne bu halin? Kötü bir şey yok inşallah Halil İbrahim! dedi.
Yengem:
- Bir yol soluklan da anlat hayır mı? Şer mi?
Babamın dizinin bağı çözülmüş, duvarın dibine çömeldi:
-Babamı çıkardık hastaneden, Derbent Durağı’na getirdik. Durumu iyi değil, öküz arabasını hazırlayıp Babamı almaya gideceğim.
Annem, hazırlarız şimdi, dedi ya, yürümekte zorlanıyordu. Hamileydi, akşam sabah doğum bekleniyordu.
Emin’e döndüm, yürü yardım edelim, dedim. Koşa koşa ahıra vardık. Babam da gelmişti. Daha sonra yengem ve Annem de geldi. Hep birlikte öküzleri kağnı arabasına koştuk ve evin önüne çıkardık.
Babam:
- Döşek, minder, battaniye getirin, dedi.
Babamın gözlerine, niye der gibi baktık.
Babam:
-Oğlum dedeniz çok hasta, oturacak durumda değil, yatarak getireceğiz. Bu yüzden döşek, minder lâzım dedi.
Annem ve yengem getirdiler. Yatak gibi hazırladık kağnı arabasının üstünü, biz hemen oturduk. Çok hoşumuza gitmişti.
Babam, anneme dönerek:
- Bir testi de su verin lâzım olur, dedi.
Sonra da bize baktı:
- Benimle gelin ama, dönüşte yürüyerek gelirsiniz, dedi.
Biz dünden razıydık zaten; inmedik kağnı arabasından. Annem bir testi suyu da getirdi ve koyulduk yola. Derbent Durağı, İzmir-Ankara yolu üzerinde bulunan Derbent Köyü idi. Bizim köyümüze uzaklığı üç kilometre civarındaydı. Kuşluk vakti çoktan geçmiş, güneş iyice tepemize gelmişti. Gökyüzünde az miktarda beyaz bulutlar vardı ve hafif hafif esen gün yeli bizi serinletiyordu. Bizim için bu yolculuğu en zevkli yanı kağnı arabasının tekerleklerinin gıcırtısını dinlemekti. Kağnı arabaları genellikle tarlalardan harman yerlerine biçilmiş ekini taşımak için kullanılırdı. Yazın çok sıcak günlerde, köylüler ekin taşıma işini gece yaparlardı. Hele bir de ayın şavkı varsa daha rahat olurdu. Gecenin sessizliği ile kağnı arabasının tekerleklerinin gıcırtısı öyle hoş gelirdi ki kulaklarımıza, sanki sihirli bir ses gibiydi.
Babam yol boyunca bize hiç seslenmedi. Biz kendi aramızda konuştuk Emin’le. Babam çok düşünceliydi, yüzünü pek göremiyordum. Çünkü sırtı bize dönüktü. Arada bir öküzlerin daha hızlı yürümeleri için elindeki sopayla onlara hafiften dokunuyordu. Babam böyle yolculuklarda genellikle türkü söylerdi, bize şakalar yapardı. Ama bu kez hiç seslenmiyordu.
Bir saatlik bir yolculuğun ardından Derbent Durağı’na vardık. Derbent köylüleri, yolcuların beklerken dinlenmeleri, yağmurdan, güneşten korunmaları için bir bekleme yeri yapmışlar. Dedem ve amcam altlarına gazete sermişler burada oturuyorlardı. Amcam tıpkı Babam gibi düşünceliydi, suratı asıktı. Bize gülümsemedi ve konuşmadı. Dedeme koştuk sarıldık, dedem bizi öptü, yavrularım dedi ve hıçkırıklara boğuldu. İyice zayıflamış, sakalları hafif uzamış, rengi soluktu. Her zaman asabi bir suratı olan dedem, son derece sevecen bakıyordu bize. Ama arada bir suratı asılıyordu. Acı çektiği belliydi. Babam kısık ve ağlamaklı bir sesle amcama seslendi.
- Abi hadi geç kalmayalım, sıcağa kalmayalım.
- Tamam dedi amcam.
Amcam ve babam dedemi kucakladılar ve kağnı üzerine yaptığımız yatağa yatırdılar. Bu kez daha iyi görmüştüm dedemin ne kadar zayıfladığını. Sonra getirdiğimiz çarşaflardan birini kullanarak dedeme gölge yaptılar.
Babam seslendi:
- Baba rahat mısın?
Dedem kısık bir sesle:
- Allah razı olsun, iyiyim oğlum dedi ve yola koyulduk.
Kağnı arabasının üstünde sadece dedem vardı. Babam ve amcam ön tarafta, Babam öküzlerin başına bağlana ipleri tutuyordu, amcam yanında yürüyordu. Biz kağnı arabasının arkasından yürüyorduk. Kağnı arabasının gürültüsünden ses duyulmuyordu ama, görünüşten anlaşılıyordu, Babam ve amcam hiç konuşmuyordu. Durum biz iyice üzmeye başlamıştı ve bizde hiç konuşmuyorduk. Arada bir duruyorduk, dedeme soruyorlardı Babam ve amcam iyi misin, rahat mısın diye, iyiyim rahatım cevabı alındıktan sonra devam ediyorduk.
Bir ara,
Emin ağlamaklı bir sesle:
-Abi, dedeme ne olacak? dedi.
Konuşamadım, hiçbir şey diyemedim, sanki dilim tutulmuştu. Böylece yol bitti ve köye geldik.
Amcam babama:
-Fadime akşam sabah doğum yapacak, eğer kırılmazsan Babamı bizim eve yatıralım dedi.
Hısım akraba, konu komşu toplanmış elbirliği ile dedemi amcamın evine çıkarıp hazırlanan yer yatağına yatırdık. Bizler oturduk. Dedeme bir ihtiyacı olup olmadığı soruldu, dedem yok dedi.
Sonra şöyle bir sağa sola baktı:
-Şehirde karyola diye bir şey var, böyle yüksekte yatıyorsun çok rahat oluyor, dedi.
Amcam:
-Baba yarın tahtalardan sana karyola yapacağım dedi.
Dedemin yüzünün gülümsediğini gördüm.Gelip gidenler eksilmedi akşama kadar. Herkes geçmiş olsuna geliyordu, inşallah iyi olacaksın diyordu. Akşam oldu yengem sofrayı kurdu hadi buyurun dedi.
Babam:
- Fadime nerde bizim gelin dedi.
Yengem:
-Fadime’nin sancısı tuttu, ebe getirdik dedi.
Babam yemek yemeden kalkıp gitti. Biz ne varsa yedik. Amcam dedeme çorba içirmeye çalıştı ama içmedi dedem. Sadece bir bardak soğuk su istedi ve içti.
Sonra dedi ki:
- Ah keşke Şemsi çeşmesinden bir testi su olsaydı da içseydim.
Amcam:
-Sabah getirim baba, dedi.
Amcamın ve bizim ev aynı çatı altındaydı ve duvarları ortaktı, bu nedenle bizim evdeki sesler ve gürültüler geliyordu. Bir ara gitmeye çalıştım, yollamadılar. Daha sonra babam geldi. Babama sordular ne var ne yok Fadime nasıl diye,
Babam:
-Doğum olacak galiba, dedi.
Biraz sonra dedemin suratı asılmaya başladı, ağrıları fazlalaşmıştı belli ki, daha sonra inlemeleri başladı dedemin. Derken akşam yemeğini yiyen komşular gelmeye başladı. Köyümüzün hocası da geldi, dedemin başında dua okumaya başladı. Dedem sürekli inliyordu.
Yanı başında kız kardeşi Hapılı ninemiz ellerini tutmuş:
-Geçecek kardeşim, diyordu.
Aradan epey zaman geçti. Amcamın evinde dedemin inlemeleri, bizim evde annemin bağırmaları herkesi perişan etmişti. Yapılacak bir şey yoktu galiba, herkes dua ediyordu. Garip bir şekilde bir den sesler kesildi. Dedem susmuştu ve bizim evden sesler gelmiyordu.
Babam sordu:
-Baba nasılsın?
Dedem:
-İyiyim oğlum bir şeyim yok, dedi.
Az sonra kapı açıldı, içeri giren Bahriye teyzemdi. Dedeme geçmiş olsun dedikten sonra, Babama, gözün aydın bir oğlun oldu, dedi. Herkes sevinmişti ama bu kısa sürdü.
Dedem:
-Allah’ım Fadime’yi kurtardın beni de kurtar, dedi.
Dedemin bu sözü herkesi yeniden üzüntüye sevk etmişti. Babam kalktı eve gitti, peşinden gitmek istedim beni bırakmadılar. Babam zaten az sonra geldi sessizce oturdu. Evin içinde derin bir sessizlik vardı, sadece hocanın mırıltıyla okuduğu dua duyuluyordu. Bir süre sonra dedem yeniden inlemeye başladı. Dedem bu inlemelerinin arasında arada bir karşı duvara bakarak;
- Allah Allah şu yılanlara bak! Allah Allah şu kekliklere bak, diyordu.
Babam amcama soruyordu kısık sesle:
- Abi babam ne diyor?
Amcam:
- Azrail geldi kardeşim, babamın gözüne Azrail yılan gibi, keklik gibi görünüyor, babam ölecek diyordu.
Evin içi dedemin inlemeleri, hocanın duası ve bizim sessiz ağlayışlarımızla dolup taşıyordu. Bir süre sonra dedem sustu ve yattığı yerden doğruldu, kardeşine döndü, ona sarıldı ve dedi ki:
- Kardeşim bir daha beni göremezsin; hakkını helâl et.
Dedem geri yattı ve hemen köy hocası dedemin çenesini bir tülbentle bağladı. Babam ve amcam ayak başparmaklarını bağladılar. Sonra üstünü örttüler. Ne olduğunu anlayamamıştım. Herkes ağlıyordu, ama bu kez yüksek sesle. Amcam kolundaki saate bakıyordu. Beni yanına çağırdı:
-Buyur amca dedim.
-Şu pencereyi görüyor musun dedi?
-Evet dedim.
-Onun üstündeki tahtaya şöyle yazacaksın: Bugün günlerden cumartesi, bir şubatı iki şubata bağlayan gece, yıl bin dokuz yüz yetmiş, saat onu yirmi geçe dedem öldü.
Mehmet ÇETİN
2006 – ANTALYA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.