- 612 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (3)
25 .ADETLER ANANELER
Köyümüzün, devamlı uygulanan ananeleri vardı. Bunlardan biri bayramlaşma idi. Bayram namazı kılındıktan sonra, camiden , diğer günlerin aksine, ilk çıkan ihtiyarlar olurdu. Köyün en yaşlısı , meydana gelir dizilir, diğerleri aşağı yukarı yaş sırasına göre Onu takip eder ve el öperek yanında sıraya girerdi. Böylece herkes yaşlılara hürmet göstermiş ve bayramlaşmış olurdu. Bayramlaşma bittikten sonra, toplu halde kabristan ziyaret edilirdi. Herkes kendi yakınının kabri başında kuran okur, dualar yapar, kurban bayramı ise, evine giderek, bir an önce , kurban kesme veya kestirme işine devam ederdi.
Bilahare, her evde , bilhassa , hali vakti yerinde olan evlerde, bir telaştır başlardı. Telaşın sebebi, öğle yemeği hazırlıklarıydı. Her evde, ekonomik durumuna göre, bir yemek tepsisi ( Sinisi ) hazırlanırdı. Yemekler sahanlara doldurularak, tepsilerle, önceden hazırlanıp , tanzim edilmiş, bir harman yerine taşınırdı. Köydeki, çocuklar dahil, bütün erkekler burada toplanırlardı. Yemek sinilerinin, üçü- dördü bir arada olmak üzere , yerlere konur, köylüler tepsilerin etrafına diz çökerek ,gruplar halinde otururlar güle, eğlene, muhabbetle hep bir arada yemek yeme zevkine ererlerdi. Böylelikle, ebemle yaşadığım yıllarda olduğu gibi, fakirlerin, belki de senede ilk defa doğru dürüst karnı doyardı.
26. DÜĞÜNLER
Düğünler, genellikle , bayramlara denk getirilirdi. Böylelikle, şehirlere yerleşenler de gelip düğünlere iştirak edebilirlerdi. İki- üç düğün bir arada yapılırdı; durumu iyi olanlar komşu köylerden de misafirler çağırırlardı.
Önce , çeyizler harmanlarda iplere serilmek suretiyle sergilenirdi. Kına gecesi yapılır, gelin dahil, bütün kadın ve kızlar ellerine, hatta , ayak parmaklarına kına yakarlardı Kına gecesinde , kadınlar , kendi aralarında, kız evinde toplanırlar, hem türkü çığırırlar, hem de oyun oynarlardı. Hanife ablam her düğünde , def çalardı; öyle güzel ve oynak def çalardı ki , isteksizler bile, “ yenim dar, yerim dar “ demez, ortaya çıkarlardı. İçlerinde, ellerinde kaşık, tempo tutarak, oynayan becerikliler de olurdu. Ben ve benim gibi küçükler, kiler(ambar) denen yüksek yerlere kurulur, bu sahneleri, zevkle seyrederdik .
Bazı gecelerde ki, düğün, birkaç gün sürebilirdi, köyün delikanlıları harman yerinde ateş yakar, etrafında , sinsin oyunu oynarlar, biz onları da seyrederdik. Düğün sahibinin, maddî durumuna göre, köye köçekler getirilirdi. Köçekler , taa.., Çorum’dan gelirlerdi. Bunlar erkek olup, özel kıyafetleri içinde, kadın gibi, belki de daha güzel, davul zurna eşliğinde, oynarlardı. İzleyenler de onları büyük bir zevkle seyrederlerdi.
Sonunda, gelini, kırmızı duvağı ile , üzerine darı serpilerek, güvey evine, büyük bir tantana ile görürlerdi. Güvey de , berber İbrahim tarafından tıraş edilir, gerdeğe girerken, akranları tarafından, yumruk yağmuruna tutulurlardı...
27. ÇOCUKLUK EĞLENCELERİ
Kış günleri, bilhassa ebemle yaşarken, bazen kar topu oynardık. Karlar üstünde, yalın ayak, bu zevki nasıl olurda tadardık, anlamak mümkün değildi. Savaş alanı olarak, sokaktan ziyade, düz damları seçerdik. Damın bacaları da kar topundan, sığınacak siperlerimiz olurdu.
Yaz geceleri de, bazen saklambaç oynardık. O karanlık gecelerde, birbirimize nasıl tanırdık, akıl sır almazdı. Gözlerimiz, sanki, kedi gözüydü.
Bazen de, işimiz olmadığı ikindi üstlerinde, harmanlara giderek, takımlar halinde DİRİ- DİRİ (çelik- çomak) dediğimiz köy çocuklarına özel bir oyun oynardık.
Dönme dolap, ve tahterevalli en sevdiğimiz eğlenceydi. Dönme dolap köye özel bir şeydi. Bunların yapımını, büyükler üslenirdi. İki tane , özenle hazırlanmış ağaçtan ibaretti. Kalınlıkları 25-30 cm. çapında olmalıydı; birisinin, bir ucu toprağa gömülecek. Etrafı taşlarla pekiştirilecekti. Bunun diğer ucu , öbür ağacın tam ortasında açılacak deliğe girecek şekilde sivriltilecekti. Öbür ağaç ta 3-4 metre boyunda olacak, tam ortasında bir çukur oyulacak, iki ucu da bizlerin oturmasına uygun hale getirilecekti. Dikine olan ağacın sivri ucuna , öbür ağacın çukur yeri gelince , yere paralel olanın iki ucuna , iki çocuk veya büyük binebilir , birisi tarafından hızla çevrilince, gıcırtılı sesler çıkaran bir dönme dolap olurdu.
İlk baharda , bir de ateş üzerinden atlama şenliğimiz vardı. Bu işi, köyün dışında, harmanlarda yapardık. Oğlanlarla beraber, kızlar da ateş üstünden atlarlardı. Alev ne kadar yüksek olursa, heyecan da o kadar fazla olurdu. Ama, bir seferinde, Ayşe’nin etekleri tutuşuvermişti. Feryat, figan ederken, büyükler yetişmiş, Ayşe’yi yanmaktan kurtarmışlardı. Biz de çok korkmuştuk. Bilahare, bu kaza yüzünden bu adet yasaklanmış, dolayısıyla bu zevkten mahrum kalmıştık. Ama büyükler, düğünlerde ateş üzerinden atlamaya devam edeceklerdi.
28. BİR İYİ NİYET ÖYKÜSÜ
Şehirde yerleşip de bayramlarda köye gelenlerden biri de, H. Avni beydi. Onun köyde kardeşi, Benden büyük ve ben yaşta yeğenleri vardı. Bir seferinde köy çocukları oynasınlar diye bir futbol topu getirmişti. İlk defa, futbol topu görüyorduk . İnsiyaki olarak , ayaklarımız topla buluşmuştu. Ama oyun hakkında bilgi sahibi değildik. Avni bey, üşenmemiş, bize takım teşkili ve oyun kaidelerini , basit olarak öğretmişti.Avni bey yüzbaşı mütekaidiydi . Osmanlı ordusuna ne zaman girmiş, hangi harplere katılmış, nasıl yüzbaşı rütbesi almış, ne zaman tekaüt olmuş pek bilen , merak da eden yoktu. Onu tanıdığımda, altmış küsur yaşındaydı. Acem bir karısı vardı, çocukları yoktu. İstanbul’da, Büyük Adada yaşıyordu; orada köşkleri vardı; Yürük Ali plajının sahibi miydi? Yoksa işleticisi miydi? Ama hayli zengindi. Varlığını, kardeşi veya yeğenlerine bırakmak istemiyordu. Yusuf Ağa ve anneme , Onlardan daha yakın davranıyordu. Süt , yoğurt, tereyağı, yumurta gibi bazı ihtiyaçlarını, benim vasıtamla, amcama, veya anneme iletiyor, Onlar da temin ediyorlardı. Böylece aramızda bir yakınlık doğmuştu. Babamı da çok iyi tanıdığını, hatta , beraber çekilmiş fotoğrafları olduğunu söylüyordu. Annemden, beni evlatlık olarak istemiş, fakat annem razı olmamıştı. Avni beyin kafasında büyük projeler vardı. Köy odası önünde otururken, bunları, köylülere, birer , birer anlatırdı.
-Köye sanat okulu yaptıracaktı. -.
-Köylülerin buğdaylarını öğütmek için, uzaklardaki değirmenlere giderek, oralarda sıra beklerken nasıl sıkıntı çektiklerini biliyordu. Çamaşır makineleri getirtecek, borularla akar su temin ederek, Kadınları, karda , kışta dereye gitmekten kurtaracaktı.Dolayısıyla
Çamaşırhane inşa ettirecekti.
-Bir sağlık ocağı inşa ettirmeyi düşünüyordu. İnsanlar hasta oluyor, en basit hastalık için uzak yerlere gitmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Hele çocuk doğumlarında, pek çok anne adayı, hayatını kaybediyordu. Mecburen, ebemin vaktiyle yaptığı gibi, köyün yaşlı kadınları, ebelik görevi yapıyorlardı. Bu ise bazen tehlikeli oluyordu. Bu sebeple sağlık ocağında , hemşire ile beraber, bir de , diplomalı ebe bulunmalıydı. Bunun için , Onlara lojman gibi kullanacakları bir ev yaptırmayı düşünüyordu. Bunlar aynı zamanda, diğer köylere de hizmet verebileceklerdi. Anlaşmalı bir doktor da, muayyen zamanlarda, köye gelir, giderdi. Hemşire ve ebe işini istediği zaman sağlayabilirdi., Çünkü, Ankara valisi dahil, bazı nüfuzlu bürokratları tanıyordu. Hatta , Bunlar içinde dostları da vardı.
Köy odasının önüne , içinde havuzu olan, bir park yaptırmalı, çiçekler, gül ağaçları, çamlar dikilmeliydi. Hatta, parkın uygun bir yerine, bir kaide üzerine, ATATÜRK’ÜN bir büstü dikilmeliydi.
Böyle konuşmalara, iki kurban bayramında da şahit olmuştum. Daha doğrusu, çocuk olarak dinleme imkânı bulmuştum ve hafızamda yer etmişti. (Yazık ki , benim Avni beyi son görüşüm olacaktı. Daha sonraki yıllarda Avni Beyin projeleri, birer , birer tahakkuk edecek, civar köylere nazaran, bizim köy, Onun sayesinde, elektriğe, çok erken kavuşacaktı. Ama tahakkuk eden projeler, bir ihmal yüzünden, köy tüzel kişiliğinin mülkiyetine geçemeyecekti. Çünkü, köyü için, daha büyük projeleri olan Avni Bey,, aniden hastalanıp ölüverecekti. Varisi olan yeğenleri, köylü ile anlaşmazlığa düşünce, yapılanlar , köylünün istifadesine verilmeyecek, çürümeye terk edilecekti. Bu arada , aslı, astarı olmasa da, köye daha fazla yatırım yapmasını önlemek maksadıyla, karısı da ölen, Avni Beyin , yeğenleri tarafından zehirlendiği, dedikodusu, köylüler arasında yayıldıkça, yayılacaktı.
29.KÜÇÜK SIĞIRTMAÇ
İkinci sınıf sona erdiğinde, neredeyse yaz gelmişti. İlk bahar gelip, kırlarda yeşillikler başlayınca, gebe inekler hariç, bütün sığırlar yayılmak için, kırlara götürülürdü. Sabahın köründe, hayvanlar belirli bir istikamette toplanır, sıra ile her aileden bir kişi, sürüyü önüne katarak otlatmaya götürürdü. En uygun otlak yeri ise, küçük ve büyük yayla dediğimiz yerlerdi. Buraları da köyden epey uzaktı. Hayvanlar, gidecekleri yerleri genellikle bilirlerdi. Bu mevsimde oralarda, çeşitli otlar ve çimenler hayvanları beslemeye uygundu. Patika yollarla, ancak oralara ulaşmak mümkündü. Hayvanlar, oralarda, geniş bir sahaya yayılarak otlarlardı. Onlara nezaret etmek, bazen zevkli, bazen üzücü olurdu., Kene ve bilhassa ,güvem dediğimiz, mavi renkli iri bir sinek hayvanlara musallat olduğunda, deli gibi, sağa sola koşarlardı. Böyle durumlarda müdahale edilmezse, başını alıp nerelere gideceği bilinmezdi.
Öğleye doğru, hayvanlar, kendiliklerinden, büyük yayladaki göle doğru yönelirler, gölden kana, kana su içtikten sonra, yeşil çimenlerin üzerine yatarak, akşam serinliğine kadar geviş getirirlerdi. Onları güdenin en rahat zamanı, bu süreçti. Çamların gölgesine oturur, odun kesmeye gelip de, istirahata çekilen köylülerle muhabbete dalarlardı. Ben de böyle zevkleri az da olsa tadanlardandım. Göle girip suda serinlemek, veya çam ağaçlarının gölgesine uzanıp, çam ağaçlarının rüzgarla uğuldayan sesini dinlemek insana huzur veriyordu., bir dilim yavan ekmek, bir baş soğan, bazen baklava yerine geçerdi. Hele bir de, yeni kesilmiş çam ağacının kabuğunun içinden YALAMUK yenirse dadına doyum olmazdı.
Kısa bir süre de olsa, çamların gölgesine uzanıp, karabatakların göle dalışlarını, turnaların diziler halinde, yaylanın yükseklerinden geçişlerini gözler, büyük bir zevk duyardım.
“Turnalar uçun, yayladan geçin, yarimi seçin “ diye türkü çığırarak ,sanki meçhul sevgiliye selam yollardım.
Bu gibi zevkli geçen günlerimize, Mevlüt aga’nın kavalıyla çıkardığı nağmeler eşlik ederse, neşemiz veya hüznümüz bir kat artardı. Yusuf ağanın ( ana bir baba ayrı) kardeşi Mevlüt aga çok güzel kaval çalardı. Kavalıyla o kadar güzel ve yanık nağmeler çıkarırdı ki, değil insanlar, susuz kara koyun bile etkilenir, göle vardığı halde, su içmeden geri dönerdi.
Böyle sığırtmaçlık yaptığım günlerde, çamların altında, büyüklerin muhabbetini dinliye, dinliye, bir şeyler öğrenmeye başlamıştım . Onlara bakarak, dinleyerek faydalı şeyler öğrendiğimiz gibi, sigara içmek gibi kötü alışkanlıklar da edindiğimiz olurdu. Pek çok çocuk sigara içmeyi, küfür etmeyi, Onlardan öğrenmekte idi.
Etem amca da bilhassa böyle istirahat zamanlarında, sigara tabakasını çıkarır, tütünü, itina ile sigara kağıdının arasına koyup sararak, kendi sigara imalatını tamamlardı. Sıra yakmaya gelince; kav ve çakmak taşını, küçük meşin keseden çıkarıp, taşları birbirine vurur, çıkan kıvılcımdan önce kavı tutuşturur, sonra da sigarasını yakardı. Zevkle bir, iki nefes çektikten sonra,
--yeğenim! Sen de yak bir sigara, derdi. “ İçmem Etem amca “ dedikçe, O ısrar ederdi. Bir defasında teklifini kıramayıp kabul etmiştim. Gülerek ve zevk duyarak, benim için de bir tane hazırlayıp, yakmıştı. Bir, iki nefes çekmemle , öksürerek, sigarayı yere atmam bir olmuştu. İşte sigara ile ilk ve son tanışmam böyle olmuştu.
Etem amca , babamı çok iyi tanıyordu; ben yaşta bir oğlu vardı, İbrahim Onunla arkadaş olmamızı ister, yaylada ikimizi güreştirir, nasıl güreş tutulacağı hakkında taktikler verirdi. Gerçekten, İbrahim’ le iyi arkadaş olmuştuk ve dağa odun kesmeye , zaman, zaman beraber gider, birbirimizden kuvvet alırdık.
Etem amca, İstiklâl savaşında asker olduğundan, ATATÜRK’ÜN muhafızları mey anında bulunduğundan bahsederdi. ATATÜRK , Ankara’ya geldikten sonra, gönüllü olarak , Onun muhafızlarından olmayı istemişti, okuması, yazması yoktu, fakat cesur ve yürekli bir Anadolu insanıydı. Anlatırken gurur duyduğu belliydi. Asker kaçakları ve isyancılar birleşerek, Ankara’ya doğru yürüyüşe geçmişler, Atatürk’ü bertaraf etmek veya öldürmek istemişlerdi. Etem amca ve arkadaşları, direktifi alır, almaz, silahlanıp, Onların karşısına geçerek, kısa da olsa bir çatışmaya dahi girmişlerdi. Netice de isyancılar kaçmak mecburiyetinde kalmışlardı. Etem amca, cumhuriyetin ilanına kadar, ATATÜRK’ÜN muhafızları arasında bulunmuştu.
30 DOĞANIN GAZABI
Yine böyle sığır gütmeye gittiğim bir gündü. Hayvanları, büyük yaylaya kadar otlatarak götürmüştüm. Öğle üstü hayvanlar göle kadar gittiler, sularını içtiler ve yatıp geviş getirmeye başladılar. Ben , çamların altındaki yaşlı köylülerin yanına gidip oturmuştum. Aniden hava değişmeye başladı. Yaşlılar, bu durumu görünce, erken olmasına rağmen, hayvanları köye götürmemi söylediler. Ben de denileni yaptım, sığırları önüme katarak, köyün yolunu tuttum . Zaten, hayvanlarda da bir anda huysuzluk, bir böğürmedir başlamıştı. Yarı yola gelmiştik ki, aniden, bir fırtına koptu, toz, toprak birbirine karıştı, gök yüzü karardı, göz gözü görmez oldu, sanki gece olmuştu; ne önümü görebiliyordum, ne de arkamı. Fırtına beni alıp sürükleyecek gibiydi. Sığırların böğürmeleri de artmıştı, aklıma korku masalları geldi. Önümü göremez olunca, insiyaki olarak, önümdeki ineğin kuyruğuna yapıştım. Başka bir zaman olsa , inekler, böyle tutunmalara , asla müsaade etmezlerdi. Ne de olsa, onlar yolu görüyor gibi, yavaş, yavaş ilerliyorlardı. Ben de , ayağımı sürükleye, sürükleye ineği takip ediyordum. Allah tan, düz yola inmiştik de ayağım taşlara takılmıyordu. Bu cehennem havası ne kadar sürdü, hatırlayamıyordum. Soğuk Pınarın oraya geldiğimi, hafif bir aydınlık belirince, anlamıştım. Zor da olsa , artık , önümü görebiliyordum ve köye de 100-200mt mesafe kalmıştı. Pınarı önüne vardığımda, annemi, pencerede beni bekler buldum. Beni çok merak etmişti, çünkü, kulağına, devamlı olarak, bir ağlama sesi gelmişti. Beni ağlıyor zannederek, merak etmiş ve üzülmüştü. Sesin sebebi ise, sonradan anlaşılmıştı. Ağaç direkler arasında gerili olan, telefon telleri, fırtınanın şiddetinden, acayip sesler çıkarır olmuştu. Neyse ki bu kıyamet gününe rağmen sığırlardan, hiç telef olan yoktu ve köylüden de bir şikayet gelmemişti.
31.İLK UYANIŞ
Bazen , ilk baharda, kızlı, erkekli , karaçalıya eşek otlatmaya giderdik. “ Karaçalı” dediğimiz yer, pek yüksek olmayan bir dağın, köye bakan tarafıydı. Gerçekten, burada, yalnızca çalılar hayatlarını idame ettirebilmiş, bir kaç çam müstesna, diğer tür ağaçlar yok olmuştu. Bu yamaçlarda daha ziyade keçi otlattırılırdı. Zaten, işe yarar ağaçların kökünü kazıyan da onlardı. Karaçalı dediğimiz bu geniş yamaca, kuzeyden güneye uzanan dereden geçilerek varılırdı. Dere , kışın dağlardan gelen sellerle coşar ve kabarır, yazın ise, belli , belirsiz akardı. Derenin köy tarafındaki kıyısında, dar da olsa, bahçeler, meyve ağaçları ve dutluklar vardı. Dere kenarında , bizim de yerimiz vardı . Komşu bahçeyle sınır teşkil eden kavak ağaçlarını, Rahmetli, Yusuf ağabeyimin diktiği söylenirdi. Bu kavak ağaçları, sanki Onun hatırasını yaşatırcasına, göğe doğru boy atmışlardı.(sonraki yıllarda ise, caminin yenilenmesinde kullanılacak, kendisi hayır dua ile anılacaktı)
Karaçalıya, böyle , grup halinde eşek gütmeye giderken, çıkınımızda , yavan da olsa ekmek bulunur; ona, bahçeden topladığımız, soğanı, dutu, cevizi katık yapardık.
Hayvanlar otlarken, biz çocuklar, yakınlık duyduğumuzla, bir tarafa çekilir sohbet ederdik. İki kız kardeşten büyüğü ile aramız çok iyi idi. O kadar ki, başımı dizlerinin üstüne koyar, hem konuşur, hem de saçlarımın arasından, bitlerimi ayıklardı. İşte o zaman, içimde Ayşe’ye karşı garip hisler duyardım . O devirde, büyük olsun, küçük olsun, insanların başında ve giysilerinde bit bulunması, her zaman için muhtemeldi. Çünkü, köy yerinde , sabun bulmak veya satın almak çok zordu. Suyun, bizatihi, temizleme gücü olsa da, köy yerinde, onu da bulmak, taşımak, kullanmak eziyetti. Bu aralar , yavaş, yavaş kızlara ilgi duymaya başlamıştım. Ama benim için, daha o yaşta, yüz güzelliği, bilhassa, gözler çok önemliydi. Gözlerin rengi açık olmalıydı, tercihim yeşildi. Göğüs ve bacaklar, o sıralarda hiç aklıma gelmezdi. Çünkü, köyümüzün kadın ve kızlarına ait kıyafetler, göğüs ve bacakların görünmesine, hatta, belli olmasına imkan vermezdi.
32.KADIN KIYAFETLERİ
Kadınların bedenlerine giydikleri giysiler, kat, kattı. Tenlerine ilk giyilen, omuzlardan, topuklarına kadar uzanan, ve patiskadan yapılan giysiye gömlek denirdi. Belden aşağı, topuklarına kadar uzanan donlarının paçaları geniş olur ve renkli basmalardan, yabanlık için de renkli ipekli kumaşlardan yapılırdı. Tene giyilen beyaz renkli gömleğin üstüne , başka bir giysi, Onun üstüne de düğün, dernek-- zamanlarında, durumuna göre, renkli ve süslü entariler giyerlerdi. Bu entarilerin boyu, kadın donlarının renkli paçalarını örtmeyecek uzunlukta olurdu. Entariler muhakkak astarlı yapılır ve yaka ve ön tarafları bazen genç kızlar tarafından sim ve ipek ipliklerle işlenirdi. Entarilerin biçki ve dikişleri , anam gibi el fazı düzgün köy kadınları tarafından dikilirdi. Hatta, anam ve ebem , gelinlik kızların çeyizleri için, sevabına yorganlarını elde dikiverirlerdi. Entarilerin üzerine, kumaştan yapılmış kuşak bağlanırdı. Ama bayram ve düğünlerde giyilen entarilerin üzerine, zenginlik durumuna göre, gümüş veya parlak madenî kemerler kuşanılırdı. Bu kat ve kat giysiler, aslında, kadın ve kızların , hareket kabiliyetini sınırlıyordu. Tarlada, bağda çalışırken bile buna yakın kıyafetler giyerlerdi. Dolayısıyla, ne göğüsleri belli olurdu, ne de bacakları görülürdü. Başlarına yemeninin altına, fes gibi bir şey giyerler, feslerin üstünde madeni, düz tepelikler bulunurdu. Bu tepelikler, genellikle gümüşten veya parlak madenden olurdu. Kadın ve kızların saçları, genellikle , uzun ve örgülü olduğundan, çemberleri ( baş örtüsü ) dışına uzanır, rengi görülebilirdi. Yabancı bir erkek gördükleri zaman , bilhassa pınardan su taşırken, çemberlerinin uçlarını , burunları üzerine getirerek kolayca yaşmak yapıverirlerdi. Ayrıca soğuk havalarda, baş ve sırtlarını örtecek şekilde bir de atkı kullanırlardı.
Şehirde yerleşip de Bayram ve düğünler sebebiyle köye gelen kadın ve kızların kıyafetleri farklılık gösteriyordu; Çocuk olarak, bizler, köy kadınlarının kıyafetlerinin değişmesini isterdik ve arkadaşlarla, olur mu? Olmaz mı? Diye söyleşirdik . (Şehirden gelen hemcinslerinin kıyafetleri nazarı itibara alınmak suretiyle, bizim köye özel olan bu kadın kıyafetleri değişecek, fakat oldukça, uzun zaman alacaktı.)
index.htm
zorlu4.htm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.