- 738 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Edebî Notlar
Yazar çoğu zaman dener ve denemekle ölümüne bir an daha yaklaşır, ama denemekten vazgeçmez. Çünkü yazar, denenmemişliği kabul ederek her zaman tehlikeli sularda dolaşır, yazdıkları ile insanları aldatabileceği için bu dolanışı da dolambaçlı yollardan imge suyuna banarak temellendirme vazifesini tamamlamış olur. Peki denemenin tefekkürsüz kaldığını itiraf edecek cesurlar, neden kendilerini anlatmaktan bir türlü vazgeçmiyorlar? Güneş bir tane ve herkes onu biliyor, tanıyor. Güneşi sevmek varken, her gün başka bir yıldızla yer değiştiren yıldızlara sevgi bağışlamak akıl kârı mı? Size sormuyorum bu soruyu. Alınmayınız düşünen(?) yazarlarımız...
İnsan katrenin muzicesi. Hiçbir sitemi içinde tutamayacak kadar küçük bir yürek kabı var. Ama ıstırap ile kaplı ve ahlarının nice zamanlar içinde veda yellerini estirdiği öyle vakit dilimleri var ki; efkârını dindirecek hiçbir mevcudiyetin bu hayatta olmayacağına inanacak kadar umutsuz, anından ve yarınından meyus, karamsar olabiliyor. Saçma olan ise, insanın mucize olan varlığı dışında, mucizeler bekleyerek ölebilme talebi. Tiyatral komedinin en trajik yanı ise, insanın tefekkür nesnesi olması gerekliliğini hayatından saf dışı etmesi. Buna psikolojide ’kabullenme’ desek de kısaca, hiçbir psikolojik tanımlama insanın ataletine bir kulp takıp, onu iyileştirme ve tedavi etme yoluna gidemez! İnsanın tek amacı yaşamak ise eğer, belki bu tedaviler, bedensel ve ruhsal faaliyetleri onarma gayretleri ile bir nebze düzelme sağlanabilir, ama meselenin ana teması ifsat olunmuş ruhun dinamiklerini ifşa edip, ameliyat edebilme. Sanırım bu çok zor!
Ben bu zor olanı mı deniyorum peki? Hayır, daha çok kaldırım taşlarının düzenli olarak sıralanmadığına dikkat çekmek isteyen usta gibi, ipi daha nizami bir sınıra getirmek! Yalnızca bu gayret kendi adıma ve bunu genellemek sulu bir şakadan geriye kalan basit bir avurtu sızısı. Elbette insan yazdığı her cümlenin manalı ve bir noktaya ulaşmasını ister. Ama esas hayatımızın bu olmadığını ve daha güzel, kadın eli değmişçesine söylemenmesi gerekirse; ’suya yazılan satırların’ aslında hiçliğimizi kanıtlamaktan daha başka güzel bir yanı yok! Kelime örgülerinin yanyana manken gibi kıvırtması, aslında beyinlerimizin istediği bir şey değil! Beyin, eylemi yapmak ister. Örneğin; ’Ali ve Ayşe’yi yanıma alıp, Bartın Amasra ilçesinde bir hafta konaklamak üzere yola çıktık.’ cümlesinde geçen gerçeklik payı, yüreğimizin tercümanlığı kadar. Biz Ali ve Ayşe’yi ne kadar tanıyoruz, kim bu Ali ve Ayşe? Peki hayatımızda kaç defa Bartın’ı gördük? Kaç defa Amasra yazılı mavi tabelayı gördük? Bunların hepsi hayal ürünü ise, işte kendimize yaptığımız eziyetin ilk basamağını çıkmış oluruz. O zaman şu soru takılır aklımıza: ’Eli kalem tutan biriyim. Yazmayı seviyorum. Özellikle şiir konusunda becerimin (?) olduğunu düşünüyorum; hatta biliyorum. Bu beceriyi kullanıyorum ve siz bana kalkmış, kendinizi ne zannettiğinizi elbette bilmeyerekten, siz kendinizi bir şey zannederek bana diyorsunuz ki hayali yazmanın bir manası yok! İnsaf, bu mu edebiyata saygın. Bir de bu ülkede neden yazar yok, okuma oranı düşük derler...’ Lütfen biri bu sorunun geri kalan tümcelerinin sesini kısın!
Evet, rahatız! Soru devam eder gider doğu ekspresi gibi. Benim ifade etmek istediğim, elbette yukarıda soruyu soran iç sesimizin bahsettiği mevzu ile alakalı değil! Kısaca demek istediğim, insan beyni yüreği ile çatışır. Bu çatışmalar zamanla mukavemeti düşük bölgelerde yorulma meydana getirir, bir zaman zarfından sonra da kırılma meydana gelir. Aslında başta dediğim mavi köşeli, derkenar edilesi bir söz vardı. İnsanın kendisi mucize iken, bir başka hâl ile mucize beklemesi ve ’Tiyatral komedinin en trajik yanı ise, insanın tefekkür nesnesi olması gerekliliğini hayatından saf dışı etmesi’ ifadesinin ibrazınca, tefekkürden yoksun yaşaması! Beyin sadece yüreğim emrine amade çalışan bir hizmetçi durumuna düşmek istemediği için hayatının sonuna kadar sürecek, polisiye otobiyografilere ilk örnek olacak şekilde yaralı hâliyle emeklemesi ve izmler ardınca tüketilmesi iktisabı. İlaç ne peki? Bir insan kaç defa aynı delikten sokulabilir? İki defa sokulmaz derken, aslında nazire eylenen saf, tecrübe kaynaklı olmasının istem içi beyan kökünden geliyor. Bir insan kaç defa ölür sorusunu sormak gibi, aynen böyle de bir yılanın insanı kaç defa soktuğu meselesini beyin sanrılarıyla çok defa ağır travmalar halinde ödüyor. Beyin çalışmanın gururuna yatkın yaradılmışlığını, yüreğin ince ve manasız kelime yığınlarına bırakınca, rahatsız oluyor; mutsuzluğun dermanını bulup da, onu klozetten dökmek kadar komik bir neticeyi ortaya çıkarıyor. Acı bir gerçek de, bu beyin-yürek çatışmasını ilk başlatan aile olduğu gibi, bu çatışmayı büyüten daha aşırı olmasını sağlayanda okullardır. Bir nevi yetenek köreltici olarak vazifeli olan sistem içerisinde okullar, bilgi dubaracası rolünde sahte dünya kimliği entegre merkezleri. Sanal başarıların merkezinde, dâhi çocukların katîyen ünlü bilimadamları gibi olamayacağı bir düzen içerisinde, aslında beyin-yürek çatışmalarının büyük yıkımlar yapmadığına şahit olmak da ayrı bir şaşırtıcı vaziyet! Demek ki insanlar coğrafik olarak gerçekten mizaç farklılığını yaşayabiliyor. Kanıtsallığını Dekartçı bir zihniyet ile bilgi hücrelerimize üleştirmek zor olmasa gerek! Biraz atâletimizi yendiğimiz zaman, ne kadar fevkli işler yapabildiğimizi bir anımsayalım. Bu, zor olmayan meseleyi daha iyi özetleyecektir.
Edebiyat derine işleyen kanser hücresi gibidir, bu yüzden bazı eksik analiz edilmiş noktaları daha iyi irdelemek lazım! Zamanımız açısından bizim en büyük üç düşmanımız var. Bunları sıralamak gerekirse; cehalet, fakirlik ve ayrılmak; birleşememe! Cehalet yenilemeyen büyük bir devin efsane hikayesi gibi. Gölgesine adım bastıkça, daha büyük gölgesiyle gök üzerimize çullanan yaratık hükmüne bürünüyor. Bizim cehaleti yenebileceğimizi zannettiğimiz an da, cehalet daha dişli ejderha olarak ininde hazır bekliyor. Cehaletin ilacı, kendimizi ’hiç’ görebilmek! Öğrenilmemiş her bilgi yeni olduğu gibi, yarım öğrenilen, eksik kalan her bilgi de aslında düşmandır. Ve insan öğrenim musluklarından bilgi yudumlamaya başladıkça, görür ki; tamamalayamadığı ve eksik kaldığını bildiği yıldızların ziyası çok uzak da ve insan o yolda yoruluyor. Ne yapacağını bilemeyen göktaşı misali fezada dolanırken, kaderinin çizgisiden yaşamayı yeğliyor ve iradi varlık bilincini sıfırlıyor. Sonrada kalkıp bu sıfırlanmaya; ’ben hiç oldum’ diyebiliyor. Ne kadar yanlış, ne kadar tutarsızca! Hiç olma, bilgiyi öğrenme adına yaş kaç olursa olsun talep edebilme kıvançlığıdır. Bunun ayrıca hangi meslek dalı ile uğraşmışlığın ve de nezaketen kısaltıyorum; b.d.v.’nin ne olduğunun bir kıstası yoktur, hükümsüzdür. Neden peki? Bir Edebiyat öğretmeni, Edebiyat’tan daha iyi anlamaz mı?
Öncelikle sistemin işleyen (aslında işlemeyen demek istedim) yanı düzenli olmadığı için, böyle bir şeyden bahsedebilmemiz garip kaçıyor! Yani Edebiyat sahasında delegasyon türü bir hüküm tablası icat etmek, beyin-yürek çatışmasını hortlatan bir kaçkın oluveriyor. Bu tarz ikilemlere düşmek de, insafsız bir kırılganlığı armağan etmekten öteye gitmiyor. Nereye? Tabi ki balta girmemiş, ideolojik sıçramalar ile kirletilmemiş çocuksu yanımıza. ’Burada her zaman hatayı sistem arayacak isek, o zaman sorun yok; biz toplumlar olarak suçsuzuz. Kısaca böyle diyebilme ihtimalimiz var o zaman, değil mi?’ Hayır! İkide bir başka bir yanı muzır görme alışkanlığı, bizde olan istidatların dahi körelmesine sebep olur. Mevzudan istidlâl olarak elde ettiğimiz iyimser bir yön var ki; o da cehaletin aslında okuyanlarda olduğunu dahi görebilme! Peki bu şerli üçlüyü Edebiyat sahasında nasıl bir yansıtma ile görebiliriz?
Bizi tesirsiz kılıp, hayallerimizi ölgün hâle gelmesine sebep olan, yine biziz; bizim zaaflarımız. Cehaletin en gergin olduğu anda dahi, insanları birleştirecek sebepler olabiliyor. Ama günümüzde cehaletin diğer bir yönü olarak, kendisini yalnız hisseden ve eser yazdığına inanan kimseler, eski dehâların ruhlarını taşıdıklarına inanabilecek kadar küstahlaşabiliyorlar. Sorun burada, küstahlaşmanın kalite ve kabiliyet yönü değil; insanların içinde meftun olma hissi; oradan kurtulmama acizliği! İroni bariz, ama fikir istifçiliği yapılan mecrada bu safhayı iyi irdelemek lazım! Medeniyet adı altında toplanan yosma birikintilerin, sadece belli bir kesime hitap edebildiği bir ortam, elbette gelişim dışıdır. Buna farklı açılardan yaklaşan insanların bir kısmı olayı bilmiyor, duymamış gibi yapmak da; bir kısmı da engin fikirlerinden damlayan güzel fikirlerini en asabi hâlleriyle topluma sunmaktadırlar! Burada ünlü şair Atilla İlhan’ın çok güzel bir sözü aklıma geldi. Üstad diyor ki: ’Tanzimattan bu yana Türkiye’de işleri hep aydınalr bozmuş, arkadan halk gelip onu düzeltmiştir.’ Aziz Nesin’in kendi halkından kopup, farklılaşma çabasına aslında ne kadar güzel bir cevap bu! Konumuz kişilerin kendi fikirleri olmadığı için, sadece örnek ile cehalet meselesinin aslında okumakla bitmeyeceğini izah etmek bâbında oldu. Bu aslında tevaggul-gabileşme ölçüsüne çok uygun bir dayanak!
Cehaletin sığlığına inmek isterken, fakirlik ortaya çıkıyor. Bu çizgi, aslında edebi eserlerin çıkış noktası. Fakat insanlar bilmeden de olsa, çoğu zaman bu fakirlik nüansını atlayıp, her şeyi ferahfezâ görebiliyorlar. Bu da hayal dünyasının balansının ayarsız olmasından kaynaklanıyor ki; beyin- yürek meselesine dokunan bir arıza olarak önümüze çıkıyor. Ayrılma, hiçbir konuda anlaşmıyormuşçasına gayretlerle donanma ise, bir başka su-i tarik.
Bu üçlüyü üreten temek faktör ise; tefekkürsüzlük, düşüncesiz olma! Düşünceler bir yol, köprü iken; insanımız bu köprüden geçmemek için çaba üstüne, çaba göstermek de! İnsanın canını sıkan, yazma gayretinin boşa gitmemesi olmamalı; geriye, tarihe bir bakıp; onca küstah(?) dehânın şimdi hatırlanmıyor olması olmalı! Maalesef toplum olarak ya eskiyi direk taklit etmek çabamız oluyor, ya da Batı’nın süzgeçsiz sözcüsü olmak! İkiside acı, ikisi de birbirinden çirkef düşüncesizlik! Mesela insan şöyle düşünse; ’Yeni akımlar, eskinin lanetiyle büyür.’, sonra da kalkıp fikir kitapları alsa, konuşmaktan ziyade daha fazla okuma ve araştırma gayretine girse, kötü mü olur? Hakikat istenirse bu durumda, sonuçlar gösteriyor ki; bilginin kölesi olan, defalarca aynı satırları çizen, okuyan ve bir paragrafı belki bir gün boyunca düşünen ve ondan mana çıkarmaya çalışan kalem işçisi, kendi romanını değil; yakın tarihine müzeyyen icraatları düşen insanların bile korkusuzca romanını yazabilmek de güçlü bir emek oluveriyor. Bu da ilgi ve alakasını yoğunlaştırdığı konu üzerinde fikrinin beyan edilme açısında daha izahvari olmasına kolaylık tanıyor.
Sonuç da her şeyin tükeneceğine inandığımız bir âlem! İzhar olunan gölgeler etrafında yaşamın bir ucundan tutmak ve o bölgenin etrafında yaşamak, bir nevi beyin görüntüleme merkezinin bedava izdüşümü gibi. Edebiyat’da bu sıkıştırılmalar arasında, tefekkürsüzlüğe isyan etmek de haklı bir garip! Bu problemi ortadan kaldırmak pek ala mümkün mü? İnsanların eleştrisel olarak yaklaşımlarının daha manidar olduğu bir zaman belki sorulan sorunun cevabı alınabilir. Yalnızlaştırılmış her bireyin, tehlikeli bir avcı gibi bir yerlere saldırma potasında bulunduğu yaşamda elbette her konuda olduğu gibi, bu konuda da dikkatli olmak lazım! İzansızlığın sokaklarda dolaşan kedi-köpek gibi başıboş olması, gündelik vazifelerin ruhu izaç etmesi, bunaltması sonra da mevzuları izafe edecek dayanakların, gerçeklerden muhteriz olması, aşırı bir bağlılığın zararlarına ortak olunan bir problemi daha belirgin etmekten başka bir yola da insanın kendisini sevk etmiyor. Beyin yorgunluğunun suçunu yüreğe atarken, yürek yine aynı bezginliğinden dolayı beynin odalarında akıl denen kemâlin ziyâsını söndürebiliyor. Bu da en çok edebi eserlerin üretilmesi adına fikir bulmaya çalışan tefekkürsüz insanların işine geliyor ve eserler tekdüze, kalıp içinde sıkıcı olup ve kelimeler özgünlükten, yeniliklerden dış cephe sığınak yapacak kadar ürkütücü gözükebiliyorlar. Bu da izdüşüm mekanizmasında gerçeklik payının iyelik ekine ait bir son aralık olarak önümüze çıkıyor.
Aslında konu Edebiyat olunca, insanın aklına hemen ’Yazar’, ’Yazar olma’, ’Ben nasıl daha iyi yazarım?’ gibi konu başlıkları geliyor. Fakat esas sorunda burda ki, Edebiyat’ın ana besleyicisi olan sevginin nasıl sebebi gerektiği gibi irdelenmiyorsa, Edebiyat konusunda da bu irdeleme fazla yapılmaz. İnsanın duyguları ve düşünceleri (aslında düşüncesizlik olması gerekir!) daha çok başlangıç da değil, son yolda gelir. Bu da yüreğin heyecanı bitince, beynin çalışma fonksiyonlarını daha iyi ayarlaması adına bir dayanak olduğu için belki de!
Bu kadar uzun bir saçmalığı kusarken, beynim yüreğimi bir yere hapsetti ve şimdi yüreğim mikrofonu eline aldı. Onun da kısaca söylemek istedikleri var. Diyor ki; avam sayılan koca toplum için paradigma geliştiremeyen hiçbir deneme, makale ve de öğrenim faydalı olamaz! İnsan sevgiyle, sevgiyle kucaklamalarını arttırarak Edebiyat adınada iyi bir şeyler yapabilir.
Yüreği dinleyen kim? O yine heyecanları ve ütopyaları ile atbaşı. Ciddi bir gayret isteniyorsa, ilk başta insan düşünmeyi öğrenmelidir. Ve benim son zamanlarda hararetle savunduğum bir önergem var ki; üniversitelerde düşünme bölümünün açılması; hem felsefe, hem psikoloji hem de sosyoloji bilimini harmanlayan anlayış ile daha basit ve dinamik bir eğitimin gerçekleşmesi.
Sondan başlayarak okuyanlar için; daha doğrusu uzun bir yazının sadece son paragrafını okuyup yorum yapma isteği içerisinde bulunanlar için, düşünmelerini sağlayacak bir düşünceleri olmaları için bir soru sorayım o zaman.
Sizce de ’düşünme’nin nasıl olması gerektiğini bize öğretecek lise ve üniversite düzeyinde bölümler açılıp, topluluk içerisinde lokallerde ve meclislerde bu mevzu hakkında münazaralar yapılamaz mı?
Edebî Notlar Yazısına Yorum Yap
"Edebî Notlar " başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Zihin açıcı yazı-yorum, paylaşım. Değerli Katkıya tesekkürler
Hakkın Sesi, Selam
paylaştığınız 'Edebi Notlar' derleme mi ...yazara mı yazarlara mı ait
kuvvetle ihtimal -yazı dili-uslubu!- bir düşünüş kalemden ve lâkin kaynak-lar belirtilmediğinden ve ben de fotoğraf her zaman kaynağımı işaret eder emin olamadığımdan teredütde kaldım
Defter-yazar oldukça kabarık ve ben de değerli yazı-yazarları gün geçtikce ancak keşfediyor okuma şansı buluyorum.Tekrar teşekkürümdür