- 3500 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Gezinti
Oğluyla birlikte yaşayan kadın akşamüzeri evden çıktı. Sonbahar yaprakları, ayağının etrafında koşturmaya başladığında, kafasını kaldırıp bir süre ağaçlarda çırpınan kuşları izledi. Bütün gününü henüz üç yaşında olan oğlunun odasını temizlemekle ve mutfak işlerini yapmakla geçirdi. Son üç yıldır hayatına soktuğu tek erkek oğluydu. Onunla bir gülümser, hayatın hüzünlü ve çirkin yanlarını düşündüğünde; çocuğuna hissettirmeden yalnızlığına ağlardı.
Sürekli pencere kenarına oturup geniş uzun caddeye gözlerini diker, sanki beklediği biri varmış gibi anlamı derin duygular eşliğinde, diğer tüm yollardan farksız olan asfalt yığınını izlerdi.
İnsanlar yalnızlıklarını hissetmeye başladıklarında, tüm ömürlerinin karanlık bir dünya içinde, yalnız bir başına geçeceğini düşünür. Bu karanlığın içinde, kendisiyle aynı kaderi paylaşacak hiçbir kimse yoktur. Yalnızca yaşayanların tanıdığı bu korkunç ülkenin karanlığında, bazen duyula bilen ürkütücü sesler vardır, bu sesler o dünyada yaşayan insanın; yüreğinin derinliklerinde duyulan korkunç depremlerdir. Oda zaman zaman bu depremlere tanıklık etmiştir.
Buzulların yamacında, küçük dağların zirvesinde, yalnızca bir insanın yaşaya bileceği kulübe düşünün.
Zamanla yoğun şekilde yağmakta olan karın, bu kulübeyi yuttuğunu ve kardan hapishanede yaşamak zorunda olan bir tutsağı düşünün.
Yalnızca bahar geldiğinde buradan çıkması mümkün ola bilen mahkûm gibi, oda bir gün mutlak bahara yürüyeceğini düşünmüş, fakat düşüncesinin zamanla onu tehlikeli bir yola sürükleyeceğini fark edip, anlamsızca içindeki hapisanede yaşamaya boyun eğmişti.
Kadın, ayda sekiz yüz lira işsizlik maaşı alıyordu. Bu paranın kendisini geçindirdiğini düşündüğü için her hangi bir işte çalışmaya gerek duymamıştı. Hayattan pek fazla beklentisi olmadığı için lüks giyime düşkünlüğü yoktu. Yinede zaman zaman oğluyla birlikte mağazalara gider, kendisi için beğendiği kıyafete ellerini uzatır, bir süre kararsızca baktıktan sonra, geri yerine koyar oğlu için harcama yapardı.
Yaşama dair her hangi bir beklentisi olmayan bu kadının, içini heyecanlandıracakta hiç bir şey yoktu. Tüm insanların beyinlerinde var olan; hayal kurma egemenliği onun için yalnızca gerçekleşmesi imkânsız birer ütopyaydı. Hiçbir zaman bu sıradanlığını kaybetmeden, sadece oğlunu düşünerek yaşamaya çalıştı.
Kocasıyla üç buçuk aylık hamileyken ayrılmış ve o günden sonra bir daha onunla hiç görüşmemişti.
1985 yılında annesini, 1988 yılında babasını kaybetmişti. O zamandan beri hayatında yaptığı en büyük değişim, ailesiyle beraber yaşadığı evden ayrılıp, daha küçük bir eve yerleşmek olmuştu.
Her gece korkunç kâbuslar eşliğinde uyanır, bir bardak su içer, oğlunun beşiğine usulca yaklaşıp, onu öper ve mutfağa geçip sigarasını yakardı.
Bu kâbuslar birkaç gün ortadan kaybolur, birden bire gecenin en sessiz vaktinde yeniden ziyaretine gelirdi. Tedirgin olur, korkar, bir şeylerle uğraşmaya çalışır, sabahın biran evvel olmasını beklerdi. Oysa güneş, kadının bulunduğu coğrafyayı aydınlatacak mesaisine henüz başlamamıştı.
Sabah saat sekizde, ilk işi düzenli olarak oğlu için süt, kendisi için bir iki tane sıcak simit almak olurdu.
Bütün aylar, bazı ufak değişikler dışında hep böyle geçmiştir. Asla bundan şikâyet etmemiş, ancak oğlunun büyüyüp evleneceğini düşündüğünde, hayata dair şikâyetleri olurdu. Yalnız ölmekten korktuğunu kendinden saklayamıyordu.
Evli insanların hayatları boyunca biriktirdiği tüm anılar, mutlaka ilerde kendileri için mükemmel bir müzeyi yaratma olanağı sağlamıştır. Yalnız yaşayanlar için durum diğerlerinden daha farklıdır. Onların hiçbir zaman müzeleri yâda geçmişe gidecek nesnel bir varlıkları olmamıştır. Bu yüzden evlilik yıldönümlerine, doğum günlerine yabancı kalmıştır.
Bir süre önce aynanın karşısına geçer, uzun siyah saçlarında beliren beyazlıkları saymakla meşgul olurdu. Şimdi ise aynanın karşısına geçtiğinde, her geçen gün çoğalan beyaz renkleri görmezden gelip, gözlerinin derinliklerinde çırpınan yalnız bir kadının dramını izlemekteydi. Üç yıl önce ayrıldığı kocasının onda bıraktığı her hangi bir izi aramaya başladığında, göre bildiği tek şey, yüreğini okşaya bilen kendisi için yazılmış aşk dizeleriydi.
En çok sevdiği şu sözü sürekli mırıldanırdı:
‘’ Bekle türkü gözlüm,
Üç yüz yıl geçse de, bekle el değmeden ellerine.
Dünya bizim ve barışın çocuklarınındır.
Benim nazlı çiçeğim,
Boy verirken bin yıl sonra bahçende bedenin,
Dokunacağım mutlak
Yapraklarına,
Ellerinmiş gibi
Sevdiğim. ‘’
Bütün bir ömür sizinle yaşlanacak olan varlığın, aniden ortadan kaybolduğunu düşünün.
Dünyada size sunulmuş bir insanın şefkatli gülümseyişi eşliğinde, aşkın botanik parkını andıran güzel bahçesinde, keyifli bir öğle yürüyüşüne çıkıyorsunuz ve birden sizin için kutsal olan varlık yitip gidiyor. Mutluluk şarkıları susuyor ve bütün insan sesi arasında onu duymaya çalışıyor ama sağırlaşıyorsunuz.
Artık ona benzeyen bir ikinci insan karşınıza çıkmayacak, usta bir heykelci kalıbıyla ustaca aynı sanat eserinden birden fazlasını üretirken, yalnızca sevdiğiniz insana benzeyen bir sureti, dünya gözlerinize sunamaz.
Bir kalp ağrısına benzeyen sancılar eşliğinde, gizlice ağlar, çocuğunun sesini duyduğunda, hiç bir şey olmamış gibi yanına giderdi.
O gün ağaç dallarındaki kuşlara baka kalmıştı. Gün batmak üzereydi. Evine misafir gelen kardeşi çocukla ilgileniyordu. iç rahatlığı ile biraz yürümek istedi. Daha önce hiç yalnız başına dışarı çıkmamıştı.
Tüm insanları küçük bir meydanda buluşturan cadde’ye çıktı. Bir sonbahar ayıydı. Doğa sessizdi. Ama onun kulak zarı; bütün kuşların şarkılarını, küçük titreşimler halinde mucizevî biçimde yüreğine sunuyor, bu ufak canlıların sanatlarını hayretle dinliyordu.
Kadın ağır adımlarla meydana doğru yürüdü. Gözlerinde insanlarla paylaşmaktan korktuğu yalnızlık duygusu varlığını koruyordu.
Meydana vardı ve biraz ilerdeki parka gidip sigara içmeyi düşündü.
Hafif esen rüzgâr; tüm yaprakları sakin bir süratle kaldırım kıyılarına biriktiriyordu. Güneş son dakikalarını mükemmel bir bakışla insanlara sunuyordu.
Kadın parka geldiğinde ilk gördüğü banka yöneldi.
Yalnızca iki kişinin sığa bileceği banka oturdu ve sol yanının boş olduğunu fark etti. Çevrede oturan sevgilileri gördüğünde, tüm düşünme yeteneğini kullanarak, bu anlamlı duyguyu yeniden yaşamaya çalıştı. Gözlerini açtığında kimse yanında yoktu.
Aksesuarsız sade bir çantadan sigarasını çıkarttı.
Hiç bu kadar kederli içmemişti. Bir adet sigarayı birkaç nefesle bitirmişti. Ardından nadiren yaptığı gibi bir sigara daha yaktı.
Bu cansız varlığın, etsiz kemiksiz haliyle ona vermiş olduğu muhteşem keyfi tadıyor, ciğerinden yükselen hırıltıların, artık ondan vazgeçmesini istediğini düşünüyor, sonrada
‘’ beklide beni anlayan yalnızca sensin’’ diyerek. Sigarasından bir nefes daha çekiyordu.
Yukarıdaki şiiri sürekli baştan alıp mırıldanıyordu. İnsanların geçişini seyrediyor, koşan küçük çocuklara gülümsüyor, önünden geçen mutlu iki çiftin aşk gezintisine istemeden bakıyordu. Bir birinden farklı insanlar sürekli parkın önünden geçip gidiyordu. Farklı düşünceler ve farklı duygular besleyen bu insan yığını içinde, yalnızca bir tek yüzün kendisine tanıdık gelmesini arzuluyordu. İçinde özlem vardı. Bütün birkaç yılın acımasızlığını unuttura bilecek, bir tek bakış ona yetecekti.
Sonunda insanları izlemekten yoruldu. Birkaç dakika sonra otuz metre ilerde bulunan banka bir adam oturdu. Çok geçmeden adamın yanına bir kadın geldi. Neler konuştuklarını duymuyordu ama izliyordu.
Hafif kararmak üzere olan hava, bu adamın kim olduğunu kestirmekte güçlük çıkartsa da; onu tanıdığını düşünüyordu. Adamın yanındaki kadın kalkıp gitti. Bir süre sonra, yuvarlak yüzlü, altmış beş, yetmiş yaşlarında olan ihtiyarı babasına benzetti.
Yine yalnızlığı ve ölümü düşündü.
Ne kadar çocuğu olsa da, onun için mücadele etmenin keyifli olduğunu düşünse de, dudaklarındaki ve yüreğindeki yalnızlık duygusunun asla peşini bırakmayacağını anımsadı.
Önünden geçen insanların, şuan hangi psikolojide olduğunu fark edemiyor olması kadar güçtü kendini anlıyor olması.
Gereksiz bir ayrılığın faturasını, mahkeme salonunda, hâkim karşısında tek celsede imzalamış olmasının acelecilik olduğunu düşündü.
Peki, o? Oda bunları düşünüyor muydu? Oğlunu dahi görmeyen, ne yaptığını bilmediği, nerede hangi akşamda hangi kadının tenini okşadığını, tahmin etmek bile istemediği kocası neredeydi? Bir zamanlar ışıl ışıl gözlerine şiirler yazan adamı hissediyor olmanın acısını, gözlerinden damlayan birkaç damla gözyaşıyla özetlemişti! Ama o? Bu acısını hissede biliyor muydu? Peki, unutmuş muydu? Soru işaretlerinin kucağında gezinen söylemlerin, kendisiyle alay ettiğini düşündü.
Yalnızlığını en çok hissettiren kocası mıydı?
İnsan aşkın basit bir evcilik oyunu olduğunu düşünür! Ama ne zaman bu oyunun son bulduğuna inanır, o gün gerçektende yalnızdır. Tüm hücresini zehirleyen bu korkunç yaratık geceleri, tüm bedeninde ağır ağır dolaşır, öyle ki inceden inceye eritir.
Yavaş yavaş insan kalabalığının çekildiğini gördü.
Ayağa kalkıp eve doğru yol alacaktı ki, başını yine adamın oturduğu banka çevirdi.
Adam yerinde yoktu.
Arkasını dönüp yürürken, bir kadın çığlığı duydu. Birden kafasını yerden kaldırıp şaşkın şaşkın çığlığın geldiği yere yürüdü.
Birkaç insanın toplandığı yere geldiğinde, yerde yatan adamı gördü. Bu biraz önceki bankta yalnız oturan adamdı.
Zavallı adam oracıkta ölmüştü.
Kalabalığın içinde, bakımlı bir kadın dikkatini çekti. Bu kadın az önce ihtiyar adamın yanına oturmuştu.
Kadına alçak sesle:
‘’Az önce onun yanında değil miydiniz?’’
Diğer bakımlı kadın aynı kısık sesle:
‘’Bir hayat kadını için, yalnız erkeklerin yanına oturmak suç sayılmıyor öyle değil mi? Dedi.
Ölen adamın kim olduğu kısa süre sonra anlaşıldı.
Oğlu tarafından, Huzur evine yerleştirilmiş, bir müddet sonrada gizlice oradan ayrılmıştı.
Kalp krizi sonucu öldüğü anlaşıldı.
Kadın, düşünceli ve üzgün bir vaziyette oradan ayrıldı.
Çöp tenekesi etrafında toplana kedilere baktı. İçlerinden en cesuru, yalnız kalmayı başarıp yemeğini yemeye başladı.
Ayaklarının önünde gezinen kuru yaprak, biraz önce batmış olan güneş, evde onu bekleyen oğlu, kitapçı vitrininde görmüş olduğu dergi, mendil satan çocuk, meydanın etrafında gezinen simitçi, kestaneci ve kendisi yalnızdı.
Sonra şu soruyu sordu kendine:?
’’ Bende mi bu yaşlı adam gibi yalnız öleceğim?’’
YORUMLAR
Evli insanların hayatları boyunca biriktirdiği tüm anılar, mutlaka ilerde kendileri için mükemmel bir müzeyi yaratma olanağı sağlamıştır. Yalnız yaşayanlar için durum diğerlerinden daha farklıdır. Onların hiçbir zaman müzeleri yâda geçmişe gidecek nesnel bir varlıkları olmamıştır. Bu yüzden evlilik yıldönümlerine, doğum günlerine yabancı kalmıştır.
Yalnız yaşanan bir hayatı, çok iyi anlatmışsınız. Yazının tamamı beni etkiledi, ama yukarıdaki bölüm daha çok etkiledi. Yazıda, ben de yalnızlığımı buldum. Aslında, yalnız olmak, icra edilmesi, çok zor bir sanattır. Belki de en zor sanat da, diyebiliriz.
Yalnız yaşamak; her gün gönül bahçenizi, biraz daha soldurmaktır.
Duygulu yazınızdan ötürü, kaleminizi kutluyorum.
Saygılarımla