- 703 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (2)
15 MEKTEPLİ
Sonbahar ve kış , kendimi , Ayşe halamlarda yaşıyor buldum. Onlara nasıl gittiğimi, hatta okula nasıl başladığımı hatırlayamıyordum. Halamın anlattığına göre: Okulun inşaatı, köylünün de yardımıyla, tamamlanmıştı. Osman Çavuşun Oğlu Hüseyin, askerliğini yaparken, eğitmen kursu görmüş, köye eğitmen olarak atanmıştı. Köyün ileri gelenleri toplanıp, köydeki büyük, küçük bütün çocukların okula gönderilmesine karar vermişlerdi. Ve şöyle devam etti sözlerine.
- Yaşın küçük olmana rağmen, senin de okula başlaman gerekiyordu,Ama defter, kalem, kitap nasıl temin edilecekti, yeme içme meselesi de vardı. Bölük dedenle oturup konuştuk ve seni evlatlık alalım dedik, ama anan razı olmadı.; bari okutalım dedik, o zaman peki dedi. Böylece Seni bize getirdik, buna eben de çok sevindi.
Gerçekten , okula başladığım günleri hatırlayamıyordum . (Bu duygularımı sonraki yıllarda şu dizelerle dile getirecektim:
Okullu olmuşum, ilk senesi hatırımda yok;
Tek bir sınıf, tek bir eğitmen talebesi çok ;
Talebeler büyük, küçük her yaştan;
Memleket yeni çıkmış, belli ki savaştan.
16.BİR AŞK ÖYKKÜSÜ
Ayşe halamların maddî durumları oldukça iyi idi. Hem tarla ve bağları, hem de inek ve eşekleri vardı. Üstelik Bölük Dede harpte yaralandığı için, gazilik maaşı gibi, tütün parası adı altında bir miktar para alıyordu. Eh köy yerinde fazla para harcanmadığı için bu da Onun için bir ayrıcalıktı. Harpte bir şarapnel parçası, diz kapağına isabet etmişti. Halen bacağını kıvıramaz, yürürken dümdüz ileriye doğru atabiliyordu. Daha önce dokuz tane çocukları olmuş fakat hiç biri yaşamamıştı. Evde daha ziyade, halamın sözü geçerdi.
Ben hem okula gidiyor, hem de ineklere ve eşeğe yem, su veriyor, tımar ediyor, bazen de kırlarda otlatıyordum. Galiba okulun ilk senesi böyle geçmişti.
Artık ikinci sınıfa gidiyordum. Biraz daha büyümüştüm ve okuma yazmayı da sökmüştüm. Bir gün , ders kitabından bir şeyler okuyordum ki Halam bana dönerek;
_ Ah! Ah! Keşke baban olsaydı da böyle okuduğunu görebilseydi, kim bilir ne kadar sevinirdi “ dedi. Ben okumayı bırakarak;
_ Hala! Ekiz eniştem babamı anlattı ama nasıl öldü, neden öldü soruma , tam olarak cevap vermemişti. Bir de sen anlatsana ne olur “ dedim.
- gel şöyle yanıma otur, ama kısaca anlatacağım. Dinle;
Biz ,dört kardeştik. Üç kız bir de baban, en büyüğümüz babandı. Babam yaşlanınca köylü babanı imam seçti. Dört çocuğu ile Akçakesedeki imamlığını bırakarak, köye gelip yerleşti. Köyde dul erkeğin yaşantısı zordu; hele dört çocuklu olunca, O’ da Satı ile evlendi. Bir oğlu daha oldu. ,Daha sonra Satı’yı boşayıp , annenle evlendi. Ondan da bir oğlu olmuştu. Daha sen doğmamıştın. İlk karısından, ilk üç çocuğunu , öyle veya böyle evlendirdikten sonra , geriye Yusuf ağabeyin kalmıştı.
Yusuf ağabeyin çok efendi, çok ağırbaşlı, çok yakışıklı, etkileyici bir delikanlı idi. Hele elâ gözleri çok güzeldi. Hep yere bakardı; sanki , insanlara bakarken, utanır gibi, yüzü kızarırdı. Ayrıca el becerisi olan bir çocuktu; silaha , tabancaya çok düşkündü. Nereden bolduysa , demir ve çelik parçalarından, eğe yardımıyla güzel bir tabanca yapmıştı ve bunu gururla gösteriyor, belinde taşıyordu.
Köyün bütün kızları Ona aşıktı. O ise Hamide’ye, Emine halanın kızına aşıktı. Allah için Hamide de köyün en güzel kızıydı. O da ağabeyini seviyordu. Çok talibi olmuş, kimseye vermemişlerdi. Baban da ,ağabeyinin ısrarına dayanamayıp, kız kardeşinden ve eniştesinden Hamide’yi ,Yusuf’a istemiş fakat ret cevabı almıştı.
Ağabeyinin de galiba bir derdi vardı. Onu doktora göstermişler, doktor evlenmemesi gerektiğini söylemişti.
Yusuf, Hamide için mecnûn gibi olmuştu. Evlendirmezlerse, intihar edeceğinden bahsediyordu. Babanın aklına, İstanbul’daki kardeşi Fatma’nın oğlu Hakkı gelmişti. Baban birkaç defa İstanbul’a Onları ziyarete gitmiş, yeğenini çok sevmişti. Yeğeni de dayısını çok sevmişti. Hakkı orada okumuş, iyi bir yerde iş ve mevki sahibi olmuştu. Baban , Hamide için Onu aracı koymak istiyordu. Neticede Hakkı efendi buraya gelip, teyzesini ve eniştesini bu evliliğe razı etmişti. Baban hemen düğünlerini yaptı. Ne yazık ki gerdeğe girdiklerinden bir hafta - on gün sonra Yusuf ağabeyin hastalandı , aşka, sevgiye doyamadan, hayatının baharında ölüverdi. Hamide deliye döndü, karalar bağladı. Hakkı efendi kötü haberi duyunca “ ben sebep oldum “ diyerek çok üzülmüş ; derdini unutturmak biraz teselli buldurmak için Hamide’yi yanına aldırtmıştı. Hamide 5-6 ay sonra köye dönünce, istemediği halde, Somurtuk Şakirle evlendirmişlerdi. ( Hamide Halam,(-Emine halamın kızı olduğu için hala derdim.)- yaşamı boyunca Yusuf’unu , ilk aşkını utamayacak; Beni ne zaman görse, “Yusuf’uma çok benziyorsun “ diye, gözleri yaşla dolarak bana hayran, meftun öyle bakacaktı.)
--İşte bu hadiseden sonra, baban üzüntüden hastalandı;( bu arada senin Arif dayına izafeten verilen adını değiştirerek, ağabeyinin hatırası için Onun adını vermişlerdi.) çok yaşamadı; sizi çocuk yaşta yetim bırakarak, bu yalancı dünyadan göçüp gitti. ALLAH rahmet etsin, mekânını cennet eylesin ..
17 İLK ŞAMAR
Bu acıklı öykünün anlatılması bittikten sonra, Halam d a , ben de bir an sessizliğe büründük. Muhtemelen Halam geçmiş günleri yaşatıyordu zihninde. Birkaç dakika sonra bana dönerek
--Sen okuduğun gibi yazmasını da biliyor musun? diye sordu.
“Evet” cevabını alınca;
-Bir mektup yazdıracağım, ama kimseye söylemeyeceksin. Yazdırdığım kağıdı katlayıp, köy odasının bir köşesine kimseye göstermeden bırakıvereceksin, söz mü, dedi. Bende
-Söz Hala, dedim. Defterden, çizgili , boş bir kağıt çıkardım, O söyledi, ben de yazdım. Yazılanın mahiyetini pek de anlamış değildim. Mektubu(nameyi) katlayarak, Halamın tembihlediği şekilde köy odasına bırakıvermiştim.
Mektubun kokusu iki gün sonra meydana çıkmıştı. Yusuf ağa (üvey babam) beni çağırtmıştı; köy odasına gittiğimde, bir sürü insan, merak ve endişe ile bana bakıyorlardı. Yazdığım kağıt amcamın elindeydi.
- Bunu sen mi yazdın , diye sordu.
-Hayır ben yazmadım , deyince , soruyu tekrarladı ; aynı cevabı alınca, Tokatı suratımda şimşek gibi patladı. Bu hayatta yediğim ilk tokat oluyordu.
Kendisi iriyarı ve heybetliydi; elleri de çok büyüktü. Ne ağladım ne de sızladım; kendimi suçlu hissediyordum. Süratle odadan çıkarak, kırlara , yalnızlığa koştum. Kuytu bir yere gelip oturdum; artık göz yaşlarımı bırakabilirdim. Gururumun kırıldığını hissettim. Orada ne kadar kaldım? Hava kararırken, süklüm, püklüm Halamlara geri dönüyordum ki, biraz da Halama kırgındım. Daha eve girerken annem kolumdan tuttuğu gibi Beni çekerek kendi evine götürüyordu. Halam da arkasından bağırıyordu
-Oğlan işe yarar hale geldi ya! Nadire’yi kullandığınız gibi, Onu da köle olarak kullanın bakalım!.
Hadise bütün köyde duyulmuştu. Zaten 40 hanelik köydü. Çoğu, mektuptan ziyade benim için üzülmüştü. Anlatıldığına göre; Köy odasında bulunan name, okutulmuş, ama yazının kime ait olduğu anlaşılamamıştı. Yusuf ağanın aklına eğitmen Hüseyin gelmişti. Nameyi Ona göstermişler; O ‘ da benim yazımı tanımıştı. Artık nameyi kimin, ne maksatla yazdırdığını tahmin ediyorlardı. Ama bir de benden öğrenmek istemişlerdi. Ben inkâr edince meşhur tokat gelmişti. Beni geç vakte kadar etrafta göremeyince , Yusuf ağa dahil, herkes endişe etmişti. Yusuf ağa eve gitmiş ve anneme,
-Bu böyle olmayacak; Yusuf’u eve alalım , diyerek kabul ve rızasını göstermişti. Belki de biraz vicdanı titremişti.
18 MUHTARLIK SAVAŞI—ABACILAR
Aslında name kötü bir niyet taşımıyordu. Köylü, muhtarlık yüzünden, ikiye, üçe ayrılmıştı. Yakında yine muhtarlık seçimi vardı. Muhtarlık senelerdir, Abacı sülalesinin inhisarındaydı. Muhtarlığı kardeşlerden biri bırakıyor, öbürü alıyordu. Abacı Mehmed’in, - üç evliliğinden doğan çocuklar, diğer köylüler söz konusu olunca , birbirlerine çok tutkundular .Abacı Mehmet ilk evliliğini Ebemle yapmış, iki çocuktan sonra ebemi boşamıştı. İkinci evliliğini Sorgundan yapmış, bir oğlu olmuş, Üçüncü evliliğini ise, Güdüllü ebe ile yapmıştı, ondan da üç oğlu bir kızı olmuştu. .
Oğullarının en büyüğü Mustafa ( Çavuştu) . Akılı, politik bir insandı. Sanki bir hatip gibi konuşurdu. Her hadisede , arabulucu, ve bitaraf gibi davranırdı. İnsanları ikna kabili oldukça fazla idi. Eski Türkçe okuması ve yazması vardı. Bu durum, Onu kardeşlerinden üstün kılıyordu. Zaten baba bir anne ayrı olmasına rağmen, Ona fazla değer verirler, çekinirlerdi. Köyde Onunla ilgili meşhur bir de öykü vardı
1912-1913 Balkan harbine katılmış, ricat edip kaçan birlikler arasında kendisi de bulunmuştu. Askerin çoğu kaçak olarak yurda dağılmıştı. Asker Mustafa da bütün zorluklara rağmen köyün dağlarına kadar ulaşmıştı. Kaçak olduğu için bir türlü köye inemiyordu. Kendisiyle beraber , köyden birkaç arkadaşı daha vardı. Böyle kaçaklardan yabancı bir gurup , köyü basmış, köyün bütün erkeklerini toplayarak camiye kapatmışlardı. İstedikleri, köylünün ne kadar altın ve parası varsa getirip kendilerine teslim etmeleriydi. Her ne kadar “ paramız yok “ dedilerse de dinlememişlerdi , Köylüyü, camiyle beraber yakmakla tehdit ediyorlardı. Hasanın aklına bir fikir gelmişti. Tutarsa kurtulacaklardı. Minareye çıkıp , sesinin bütün gücüyle ezan okumaya başlamıştı.
Keşanuz köyü, 2-2,5 km. uzaklıktaydı ve bizim köye nazaran oldukça çukurda kalıyordu , fakat, köyün hemen kenarından akan çaydan sonra arazi yükseliyor, tam bizim köyün seviyesine kadar mağaralar diziliyordu. Arazinin yapısı dolayısıyla, bizim köyden yüksek sesle bağırınca , mağaralar aksi seda yapmak suretiyle Keşanuz’dan duyuluyordu. İşte Onlar da ezan sesini duymuşlar, fakat, vakit, ezan okunmasını gerektiren bir zaman olmadığından bidayette bir anlam verememişlerdi. Ezanın defalarca tekrarlandığını duyduklarında, kötü bir şeyler olduğuna hükmederek, bir grup köylü silahlanarak bizim köye doğru harekete geçmişlerdi. Köye yaklaşırken, kaçaklarla aralarında müsademe başlamış, neticede kaçaklar bizim köyün bağlarına doğru kaçmışlar, Komşu köylüler bizimkileri camiden kurtarmışlardı. İş bununla da bitmemişti. Köyün bağlarında, bizim kaçaklar tarafından sarılınca , bir silahlı çatışma da orada yaşanmıştı. Mustafa hem soğuk kanlı, hem de çok iyi silah kullanıyordu; hatta birisini de yaralamıştı. Orada tutunamayacaklarını anlayan yabancı kaçaklar, çareyi kaçmakta bulmuşlardı. Amma ve lâkin , bir rivayete göre: Kaçaklardan biri, sonra gelir alırım düşüncesiyle toprağa , bir torba altın gömmüş, bunu da Halil görmüştü. Bilahare, bizim köyün kaçak takımı, istiklal savaşına katılmış, Yunanlının anasını ağlatmışlardı Başarılarından dolayı, Mustafa, çavuş, Halil de onbaşı olmuştu. Halil onbaşı şimdi köyün en zenginlerinden biriydi. Bu zenginliğini , köyün bağlarında, çeteler tarafından gömülen altınları çıkarıp, saklamak suretiyle elde ettiği rivayet edilmekteydi.
Abacı Mehmet’in ikinci oğlu İsmail ağa idi. Harpte çenesinden yaralanmış, kurşun bir taraftan girip, öbür taraftan çıkmıştı. Halen iki çenesi birbirine kitli gibiydi . Yeme içme ve konuşmada güçlük çekerdi. Ailesine ve etrafına, otoritesini kabul ettirme biçiminde davranır, yüzü pek gülmezdi. Dört oğlu bir kızı vardı. O da, devletten, bir miktar tütün parası alıyordu .Tarla, bağ, bahçe, ve davar sürüsü sahibiydi. Okuması, yazması olmadığı halde, halen köy muhtarı O idi.
Abacı Mehmet’in üçüncü oğlu Yusuf Ağa idi .(Üvey babam). Yusuf Ağa iri vücutlu, uzun boylu, sarışın, yakışıklı bir insandı. Sahaveti çok severdi. Övüldükçe, koltukları kabarır, isteneni yapardı. İşte o sene muhtar adayı oydu . Ama köylülerin içinde, muhtarlığı, bu sülalenin elinden almak isteyenler vardı. Köy ikiye ayrılmıştı. Abacıları tutanlar ve tutmayanlar. Dedikodu almış yürümüştü, köylü neredeyse birbirine girecekti. (Sanki,ellili yıllarda meydana gelecek, CHP ve AP arasındaki husumetin ilk belirtileri yaşanıyordu köyde.) İşte , halam bu durumu sezdiği için, namesiyle, köylüye itidal tavsiye ediyordu. “ Birbirinizi kırmayın, birbirinizi yemeyin, aynı köyde yaşıyorsunuz, yine yüz, yüze geleceksiniz, bayramlarda, bayramlaşacaksınız, aynı meydan sofrasında yemek yiyeceksiniz” diyordu. Böyle diyordu, demesine de yıldırım benim başımda patlamıştı ( Bu sebeple Halamla bir yıl dargın kalacaktım.)
Neticede bir değişiklik olmamış, Abacılar, diğerlerine karşı, kendi aralarında birlikte hareket ettikleri için, seçim sonunda
diğer aday, İmam sülalesi kaybetmiş, Yusuf Ağa muhtarlığı kazanmıştı.
Yusuf Ağa, anneme , babasından kalan, değerli tarlaları sattırmış, eski evinin bitişiğine yeni, kiremit çatılı, renkli camlı bir ev yaptırmıştı. Dağda 300 civarında keçi sürüsü vardı. Bir yandan tiftik ticareti yapıyor, bir taraftan da at ticareti, yani at cambazlığı yapıyordu. Her boyadan, boyayan bir karaktere sahipti. Köye gelen her devlet memuru, Yusuf Ağanın misafiriydi. Hatta köyden gelip , geçen komşu köylerin hatırlı kişileri de Onun konuğu olurdu. Annem çok güzel yemek yapardı. Dolayısıyla Yusuf Ağanın yüzü ağarırdı. Bilhassa ilk bahar ve üzüm mevsimi konuklar çoğalırdı. Özel olarak kuzu kızarttırıp ikram ettiği durumlar da olurdu. Hele bir de , bahçeden koparılmış taze soğan, marul, köpüklü ayran, kavun, karpuz ve üzüm gibi şeyler varsa, yemeklerin yanında! Şehirden gelenlerin keyfine diyecek yoktu. Bunların arasında, İlk Öğretim müfettişi, Ahmet Muhtar bey babacan bir insandı. Yemeklerin yanında muhakkak, bahçeden koparılmış, taze soğan isterdi. Dolayısıyla, Ona, kendi aramızda, “Soğancı” lakabını uygun bulmuştuk.
Ben bu arada, bahçeden soğan , marul koparmak; bağdan üzüm toplayıp getirmek gibi işlerde koşuşturup dururdum. Dolayısıyla müfettiş bey beni iyi tanıyordu. Okulu her ziyaretinde sınıfa girdiğinde , beni yerimden kaldırır, yanına çağırarak:
-Bakın çocuklar, şehir yerinde çiftler böyle dans eder , diyerek, sınıfta benimle dans gösterisi ve öğretisi yapardı. Türkiye haritasını hep yanında taşır, Türkiye’deki şehir ve nehirler hakkında bilgi verirdi .Özellikle güzel yazı yazmasını , düzgün okumasını öğretmeye çalışırdı. Benim için:
- Bu çocuk küçük ama hepsinden ileri seviyede, derdi .
Bir gelişinde, sıraya yanıma oturdu; çantasından zarf ve kağıt , cebinden de bir kalem çıkarıp, bana uzatarak;
-Sana bir mektup yazdıracağım, Karaca ören’deki eğitmene götüreceksin, dedi. Hemen Halamın yazdırdığı mektup aklıma geldi, biraz tereddüt eder gibi oldum; O başka türlü anladı,
- Korkma yazabilirsin, yazın oldukça güzel, dedi. Mektup numunesine uygun bir şekilde tarif ederek, O söyledi, Ben de yazdım. Altına kendi imzasını attı, zarfın üzerini yazdırdı.
-Hadi, şimdi bir postacı imişsin gibi yerine ulaştır !dedi.
Komşu köye ,Yusuf Ağa ile, bir kaç defa gitmiştim. Bizim köye pek uzak değildi, yaya olarak yarım saat çekerdi. Köylülere okulun yerini sorarak buldum; zarfı eğitmene teslim ettim. Eğitmen ,zarfı önümde açarak okudu
-Bu mektubu sen yazmışsın, öyle mi? dedi
----Evet öğretmenim , deyince;
-Yazın güzel ve okunaklı, aferin sana. Bu iltifat beni bayağı sevindirmişti. Vazifesini başarıyla tamamlamış büyük bir insan edasıyla, türkü çığırarak, köyün yolunu tutmuştum.
19 ŞEHİRDEKİ ABACI
Abacı sülalesinden bahsederken, dördüncü oğul, Hüseyin’den bahsetmemek olamazdı. Çünkü Onun , Benim üzerimde etki yapan bazı tarafları vardı. O köyde yaşamıyordu, İstanbul’a değil, Ankara’ya yerleşen ilklerdendi. Düğün ve bayramlarda, köyü ziyarete gelenlerdendi.
Onu tanıdığımda, kırk, kırk beş yaşlarında, sarışın, yakışıklı, çoluk çocuk sahibi bir insandı . Ankara’ya gitmiş, çalışkanlığı sayesinde, kara talihini yenip zengin olmuştu. Beş - altı kamyonu vardı. O sıralarda, ANKARA imar ediliyor, yollar yapılıyordu. Oda imar hareketlerine iştirak edenlerdendi. Mürtet yakınındaki, Zir deresinden, gece , gündüz kum taşıyordu. Allah, yürü ya kulum demiş, O da zenginliğe doğru yürümüştü. Keçiören’de, çok geniş bir bağ içinde, iki katlı bir villaya, karşı yakada, geniş topraklara sahipti.
Köye geldiği zaman, kardeşi, Yusuf ağaya inerdi. Çünkü, diğer kardeşlerinden ziyade, Onunla iyi anlaşırlardı, ayrıca ev yeni ve müsaitti. Ben de Hüseyin amcayı ilk defa orada gürmüş, hali , tavrı, ve davranışından dolayı sevmiştim. Üstelik, ağız ve diş temizliği konusunda da yaptığı hareketle, bana, ömür boyu sürdüreceğim ve dişlerimin çürümesini önleyen bir örnek oluşturmuştu.
Yemeklerden sonra, önüne , üstü kubbe gibi ve delikli bakır bir leğen , su dolu bir ibrik ,sabun ve havlu getirilirdi. Ellerini sabunlu su ile, bolca köpürtür, köpüklü parmaklarını ağzına sokar, dişleri ve damaklarını, parmaklarıyla, sağlı, sollu ovardı. Sonra da temiz suyla ağzını çalkalardı.
Hüseyin amca , doğru dürüst yolu olmayan köye, kamyonla gelirdi. Bu biraz da gösteri miydi anlayamazdım? İlk defa kamyon olarak da Onunkini görmüştüm.
Kış mevsiminde geldiği zaman , çiftesini de yanında getirir, birkaç köylü ile birlikte tavşan avına çıkarlardı. Gerçekten de, birkaç tane tavşan avlamış oldukları halde, geri dönerlerdi. Bilhassa karlı havaları tercih ederlerdi. Onlara göre böyle havalarda tavşan avlamak daha kolaydı. Ayrıca, tavşan etinin ekşiliğini gidermek bakımından, onların derisini yüzdükten sonra kar’ın içine yatırarak bir müddet bekletmenin gerekli olduğunu söylerlerdi. Anam, tavşan etini pişirmeden önce, sirkeye de yatırırdı. Herkesin methetmesine rağmen, tavşan etini bir türlü sevememiştim.
Köy muhtarlığı konusunda, O’ da diğerleri gibi, maddi ve manevi yönden, kardeşlerini desteklerdi. Onun sayesinde, iş olanaklarına kavuşan yeğenleri ve bir hayli köy genci de aynı yönde tavır koyarlardı. ( Maddi yönden bu kadar güçlü olan H. Hüseyin amca , daha sonraları, karısı ölüp genç bir kadınla evlenince talihi dönmüş, yaşlılığını yalnız ve bir hayli zaruret içinde geçirmiş olacaktı.)
20.ÜZÜM BAĞLARI
Köyün bağları, genellikle, bir bölgede toplanmıştı . arazi, köyün hemen kuzeyindeki dağ eteklerinde, köye doğru meyilli, güneşe karşı, toprak kumlu, üzüme çok elverişli idi. Ancak, köyün iskân yeri dahil, tarla yapmaya müsait düzlük arazisi çok azdı. Arazinin her tarafı, büyük, küçük taşlarla doluydu. Tarlalar ve bilhassa bağlar yapılırken bu taşlar güçlükle ayıklanır , bir tarafa yığılırdı. Bu taş yığınları sebebiyle, bağ yolları, ancak yüklü bir eşeğin geçebileceği genişlikteydi . İkinci bir eşek, ancak, yolun geniş bir yerinde, öbürünün yanından geçebilirdi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, toprak verimliydi . Bilhassa kumlu toprak yapısı ve dağa yaslanmış, güneye bakan meyilli arazisiyle , bağlar şahane tatta üzüm verirdi.
Omcalar( Üzüm kütükleri), yaprak vermeden, nisan ve mayısın ilk haftasında budanır, toprak da kazılarak havalandırılır, otları ayıklanırdı. Bu işler için, yevmiye ile tutulacak, kadın ve kız ırgatlarla, daha önceden konuşularak, gün tespit edilirdi. .Çünkü, herkesin çalışacağı, iş yapacağı mevsimdi.
Sabah çorbasını herkes kendi evinde içer, toplu halde, köyden bağa, güle, söyleşe gidilirdi. Öğle yemeği hazırlığını mülk sahibi yapar, etli kuru fasulye, pirinç pilavı tercih edilen yemeklerdi ve kap, kaçak götürülerek, yemekler yerinde hazırlanırdı. Ayran, gözleme, höşmerim ekstra yemek ve içeceklerdi. Höşmerim, yeni buzağılamış inek sütüyle yapılan bir nevi tatlı idi ve halam bunu çok güzel yapardı.
İşe başlamadan önce, genç kadın ve kızlar , bir hizaya dizilir, bismillah la işe başlayarak hem çapa sallar, hem de feleğe, kadere kafa tutarcasına, bir ağızdan türkü çığırırlardı. Ayrıca , birbirlerine lâf atarak moral ve güç kazanmaya çalışırlardı. Köye dönüşte ise, bozguna uğramış askerler gibi, yorgun ve argın olurlardı.
Bazen , derin kazılan bağlardan çanak, çömlek , küp gibi şeyler çıkar, bunları görünce merak ederek büyüklere sorardım. “Buralarda , acaba daha önce kimler yaşamış” diye ,ama kimse tatmin edici bir cevap veremezdi. Yalnız, köyün bir orman içinde kurulmuş olduğunu atalarından duymuş olduklarını söylerlerdi. Şimdi ise çam ağaçları, kesile, kesile , köyden uzaklaşmış, yüksek dağlarda kalmıştı.
Bağı , bahçesi olanlar için bu işler normaldi. Bağı olmayanlar ise, üzüm yiyebilmek için, Onların inayetine bakardı. Aslında Onlara biraz da mecburen verilirdi; hem komşuluk hatırı vardı, hem de üzümleri satma imkânı azdı. Satmak için ne yol vardı, ne de taşıyacak vasıta.
Bağlarda yetişen üzüm çeşitleri şöyleydi: çavuş, balbal, tokat, kadın parmağı, bunlar daha ziyade yemelik ve kış için hevenk yapılıp saklanacak üzümlerdi. Bir de pekmez yapılan üzümler vardı ki bunlar: değirmenci, yumru kara, hoca asması.
Pekmez yapmak çok zahmetli bir işti. Her şeyden önce, özel pekmez toprağı gerekliydi. Bu toprak 15 km uzaktaki bir yerden getirilirdi. Burada üzümler temmuz sonu- ağustosta olmaya başlar, eylül sonu ve ekim ayı artık toplama ve pekmez yapma zamanıydı. Pekmez yapılacak üzümler, küfelere konur, eşekle , bazen de sırtta köye taşınırdı. Köyün bir kaç yerinde üzüm sıkmak için , ağaçtan uyularak yapılmış, oluklar vardı. Üzümler bu oluklara konur, ayakları yıkanmış, genç ve güçlü biri tarafından, çiğnenerek ezilir suyu çıkarılırdı. Buna, şıra denirdi. Şıra kazanlarda toplanır, pekmez toprağı ile bir gece dinlenmeye bırakılır, ertesi gün de , şıra süzülerek, açık bir yerde ki harmanlar en uygun yerlerdi, ateşler yakılarak , bir metre çapında, 25-30cm derinliğinde geniş bir tavaya konur, saatlerce kaynatılırdı. Duruma göre 7-8 tava bir seferde ateş üstünde olur , ocakları yakmak ve idame ettirmek , bayağı insanları uğraştırırdı. Hem çok odun sarf edilir, hem de duman ve sıcak , kadın ve kızlar için çile oluverirdi. Tava ve kazanlar öyle ağır olurdu ki tek insanın kaldırmasına imkân olmazdı. Bu sebeple kazanların halkalarına, uzunca ve sağlam bir sopa geçirmek, ve iki kişi tarafından taşınmak suretiyle , ocaklar üzerine konur , veya bir yerden bir yere taşınırdı.
Günlerce süren sıkıntı ve uğraştan sonra , elde edilen pekmez küplere doldurulur, kış için en yararlı bir gıda olurdu, müşteri bulunursa, bir kısmı da Güdül’de satılırdı . O devirde yurtta, şeker kıtlığı vardı, genellikle şeker yerine de pekmez kullanılırdı . Şeker bulunsa bile fakir- fukaranın satın alması çok zordu.
21 FİLOKSARA
O yaz kir kaç bağda hastalık belirmişti. Omçaların yaprakları , birden sararmış, korukları gelişip, olgunlaşamamıştı. Bağı olan köylüler, endişe ile , ziraat çilere sormak için, Güdül’e , Ayaş’a koşmuşlardı. Götürdükleri numunelerle teşhis konulmuştu. Hastalığın adı Filoksera idi ve bulaşıcıydı. Hiç bir ilaç fayda etmiyordu; omçayı kökünden kurutuyordu. Köylülerin ifadesi ve araştırma neticesi, hastalığın menşei bulunmuştu. Mikrobu, İstanbul’dan gelenler , herhangi bir eşya ile taşımışlardı. Halen İstanbul’da bu hastalık mevcuttu.
Ziraat çilerden öğrendiklerine göre: bu hastalığın yegâne çaresi, omçaları kökünden söküp yakmak, yerine Amerikan çubuğu denen bir üzüm çubuğu ile bağları yenilemekti. Bu cins çubuklar yetiştikten sonra, istenen yerli cinsle aşı yapılacaktı. Amerikan çubuğuna , bu hastalık etkili olamıyordu. Devlet , bu cins çubukları köylüye sağlayacaktı ama ne yazık ki bu uğraş 3-4 sene sürecekti.
22.KADINLAR ( ÇİLEYE DEVAM )
İlk baharda, bağ budama ve kazma işleri bitince , kadın ve kızları başka bir iş beklerdi. Artık etraf yeşillenmiş hayvanları kıra salıp otlatmak, onların , kış boyunca yiyecekleri otları toplamak zamanı gelmişti. Köyün erkekleri İstanbul’a, kadınları ve kızları haydi iş başına!
Bizim köyün meralarında fazla ot yetişmezdi. Bilhassa yağmurun az yağdığı yıllarda. Bu sebeple, köyün kadın ve kızları, hayvanlarına kışlık ot toplamak için, 15-20 km uzaktaki, köy ve kasabaların meralarına giderlerdi. Bir gün önceden sözleşirler, guruplar halinde, güneş doğmadan yola çıkarlar, mümkün olduğu kadar serinlikte ot toplamak isteseler bile, yine de sıcakta, kan - ter içinde, topladıkları otlar sırtlarında , köye dönerlerdi. Üstelik, bir de getirilen otları kurutup, döverek saman haline getirmek vardı. Kadın ve kızlarımız, çok yetenekli insanlardı. Boş zamanlarında bile, geceleri oturup muhabbet ederken , oya yapar, beş şişle çorap örerek, vakitlerini değerlendirirlerdi. ( Daha sonraki yıllarda, şahit olacağım gibi, Şehir’e göç eden kızlar ve kadınlar, Şehir hayatına en kısa zamanda, uyum sağlamasını bileceklerdi)
Haziran ayı, kiraz ve dut mevsimiydi. Ağaç dallarının en uç noktalarına tırmanıp kiraz ve dut toplamak, benim de sevdiğim görevlerden biriydi. Halamın “düşeceksin” ikazlarına aldırmaksızın, sincap gibi, bir daldan, diğerine zahmetsizce tırmanırdım. (sonraki yıllarda,, kaybettiğim gençliğimi ararken, şu dizelerle, duygularımı ifadeye çalışmıştımJ
“ Mevsimler, hiç , birbirine uyar mı?
Gençliğime seslensem, acep duyar mı?
Özlemim hep, ilk bahara, yazıma;
Duygularım hüzün verir içli sazıma.
Nerede benim gücüm, nerede benim kudretim?
Niçin kaybettim bilmem ki, gençlik denen servetim;
En ince dallara tırmanır, kiraz toplardım,
Tarlalarda koşar, yaylalarda, davarlarla hoplardım.
Saçlarım siyahlansa, gençliğim geri gelse!
Başımda esse kavak yeli, velev ki deli dense,
Gözlerim baksa ileri, hayallerim pembe olsa;
Kararan dünyam, aydınlansa, ışıklarla , birden dolsa!”
Yine haziran ayında, kışa hazırlık olarak, bağlardan, yaprak toplamak mutat işlerdendi. Bu da ayrı bir marifet isterdi. Hangi cins kütükte ince ve yırtmaçsız yaprak bulunur bilmek gerekiyordu. Toplanan yaprakları, tuzlu suda haşlayıp bir nevi salamura yaparak, küplerde muhafaza etmek, beceri ve epey yorulmayı gerektiriyordu.
23.HARMAN KALDIRMA
Temmuz ve Ağustos ayları da, kadın ve kızlar için, güneş altında kavrulma mevsimiydi. Birkaç erkek ve çocuk müstesna, bütün işler Onlara bakıyordu. Zaten bu mevsimde, herkes, işinde gücünde olur, köy odasının önü , sanki terk edilmiş gibi bomboş kalırdı.
Artık ekinler sararmış, başaklar olgunluğa erişmiştir. Bu sefer, her şeye rağmen, ekinleri biçmeye başlayan kadın ve kızların ağızlarında çığrılan türküler , ellerde oraklar konuşurdu. Kızgın güneş altında, ancak öğleyin, bir, iki lokma yemek için, çalışmaya ara verilirdi. Bir gölge bile bulmak zordu ; her nedense, tarlalarda nadiren ağaç bulunurdu. Bunlar da armut, üvez, meşe ağacı ve onun üzerine sarılan üzüm asmasıydı. Ekinler biçilir, demek yapılır, demetler de üst, üste ve başakları iç tarafa gelecek şekilde yığılır, tınaz yapılırdı. Böylelikle, yalnız sapları dışarıda kalan başaklar, hayvanlara ve bazı tabiat hadiselerine karşı korunmuş olurdu. Bu sefer de, köydeki harmanlara taşıma çilesi başlardı. Bu da genellikle eşekle veya kadın ve kızların sırtında yapılırdı. Yollar müsait olmadığından ne kağnı vardı, taşımak için ne de başka bir şey.
Herkesin harman yeri yoktu; olanlarla anlaşmalı kullanılırdı. Tarlası, dolayısıyla ekini olanın, bazen , düven sürecek, öküzü, eşeği olmayabiliyordu. Bunun da çaresi köylünün anlayışı ve yardımlaşmasıydı. Bu işler, kara sabanla tarla sürmekten, ekin ekmekten daha da zordu.
Benim gibi çocukların yapacağı iş, düven sürmekti. Bu görev, serinlikte zevkli, güneş tepemizi yakmaya başladığı zamansa çok, çok zordu. Hele bir de , düvene koşulan öküzler huysuzluk yaparsa, daha da zorlaşırdı. Bazen, öküzler, çocuk ve güçsüz olduğumuzu anlamış gibi, düveni de bizi de sürükleyerek, harmanın dışına doğru başını alıp giderdi. O zaman bir büyüğün müdahalesi gerekiyordu.
Düven .işi bitince, sıra, harmanı savurmaya gelirdi. Tane ve samanı birbirinden ayırmak ancak bu suretle mümkündü. Ancak bu iş rüzgara bağlıydı. Eğer kafi şiddette rüzgar yoksa, beklemek icap ediyor ve tanrıya dua etmekten başka çare bulunmuyordu. Neyse ki bizim köyün (Yelli) adından da anlaşılacağı gibi, rüzgar yönünden, diğer komşu köylere nazaran şanlıydı.
24.BULGUR VE TARHANA
Harmanlar kalktıktan sonra, sıra , un öğütmek için, komşu ve uzak köylerin değirmenlerine gitmeye , bilahare de BULGUR ve TARHANA yapmaya gelirdi
Kış hazırlıkları içinde, en hayatî yiyecek maddesi , buğday ve dolayısıyla undu. Kışlık ihtiyacı karşılayacak miktarda, buğday ve una sahip olanlar, bunları, ambar denilen (- ki sandık biçiminde fakat çok daha büyük olan saklama kabıdır.-) yere depoladıktan sonra dır ki ancak rahat ederlerdi. Sıra ,artık, günlük veya haftalık ekmek pişirme işine kalırdı ki, bu da zahmetli bir işti. Ekmek, bütün gıdaların başı ve kutsaldı. Onu elde edinceye kadar ne safhalardan geçilerek ne kadar zorluk ve zaman harcanıyordu! İşte bütün bu zorluklar nazarı itibara alınarak, ekmek kutsal kabul edilmişti. Kazara, yere düşse, yerden derhal alınır, üç defa öpülerek başa konurdu.
Ekmekten sonra, ihtiyaç ve önemine göre, ikinci sırada tarhana, üçüncü sırada da bulgur gelirdi.
Tarhana yapım, oldukça emek isteyen bir işti. Önce, istenilen miktarda un, yoğurt, yumurta, kuru nane, maya ve arzuya göre et suyu gerekiyordu. Ayrıca, tahtadan yapılmış büyük bir tekneye gereksinim vardı. Bir de tabii, güçlü, kuvvetli bir kadın veya kıza. Bu koca teknede, bu karışımı hamur haline, hem de özlü bir hamur haline getirmek, oldukça, güç, kuvvet ve hüner isteyen bir işti. Hamur yoğrulduktan sonra, iki gün mayalanmaya bırakılıyordu. Bilahare, hamur , küçük, küçük parçalara ayrılarak, düzgün bir yere, temiz bezlerin veya çarşafların üzerine yayılarak, güneş altında kuruyuncaya kadar , zaman, zaman karıştırılmak suretiyle bırakılıyordu. Parçalar, kurudukça, ufalanacak, tarhana oluşuncaya kadar bu işlem devam edecek , en sonra da elekten geçirilecekti . Bu işlemden sonra, tarhana, kış günleri için ve kolay, kolay bozulmayacağı için de bütün mevsimler için, köylünün en değerli besin maddesi olacaktı.
Bulgur yapımı da, kolay bir iş değildi. Önce, buğdayın cinsi önemliydi. Sert buğdaydan daha iyi bulgur elde ediliyordu. Sonra, buğdayın, taştan, topraktan arındırılması gerekiyordu. Büyük , bakır sinilerde, buğday teker, teker gözden geçirilir, taşlardan, çerden, çöpten ayıklanırdı. Ne de olsa, harmanda, taş ve toprağın karışması normaldi. Bilahare, istenilen miktarda buğday, büyük kazanlarla kaynatılıyordu. Maksat, buğdayın kabuklarının kolay çıkmasını sağlamaktı, haşlanan buğday, biraz kurutulduktan sonra, taş dibekler, tahta tokmaklarla dövülerek, kabuklarının çıkması sağlanacaktı, ; Bilahare, elemek, veya rüzgarda savurmak suretiyle, kabuklarından tamamen ayrılması gerekiyordu. . İş bununla da bitmiyordu. Bu defa, 50-60cm. çapında, biri sabit diğeri hareketli özel yassı iki taştan yapılmış değirmende çekilecekti. Bunu da gerekli görülürse, elekten geçirilmek suretiyle, ince ve iri taneli bulgur olarak ayırmak mümkündü. Böylece, dayanıklı, her mevsim , köylünün yiyebileceği değerli bir gıda elde edilmiş oluyordu. Ama bunlar, daha ziyade kadın ve kızların, güç , gayret , zahmete katlanarak ve zaman harcayarak eldi ettiği değerlerdi
index.htm
zorlu3.htm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.