LÜVER AĞACINDAN OLUKLU GÖZELER..
LÜVER OLUKLU GÖZELER
Yol üstünde sıradan bir dükkana “birinci sigarası var mı” diye soruyorum. “yok amca onları bulabilirsen Süleyman GÜNDÜZ dükkanında vardır diyor aşağıdaki bakkal çırağı.. Bildik bir dükkânı tarif ettiği için seviniyorum. En hoşuma gidende rahmetli olsa bile hala benim bildiğim bir isimle ile bir ticaret hanenin tarif edilmesi. Kendine öz ve tavrıyla her zaman sevip saydığım bu insanın ticarethanesinin kapısından girene kadar bir Fatiha gönderiyorum geç kalmışta olsa Süleyman Amcama.
Dedesinin o mütevazi müşteri karşılama adabını öğrenmiş torunundan bir birinci sigarası istiyorum. Delikanlı herkesin en lüks sigaraları içtiği bu zamanda benim isteğimi garipsemiş olacak ki; şaşırmış bir şekilde yüzüme bakarak “birinci değil mi” diye teyit ediyordu. Hep Dereşoran Tulum Peynirinin yanında duran pastırma kokusu ile anımsadığın bu dükkânda kalmış hatıraları içime sindirip çıkarken kapının önünde oturan Nazım’ın elimdeki birinci sigarasını görüp “Ağa Hasan’da öldü ne yapacaksın birinci sigarasını“dediğinde kucağında ismi Süleyman olan çocuğunun başını okşayarak. Ağabey bugün canım birinci içmek istedi demem üzerine anlamlı bir şekilde başını sallayıp gülümsedi. Çünkü o neden öyle dediğimi ve nereye gittiğimi çok iyi biliyordu.
Hıdırellez tepesine Beklim tarafından çıkarken çevresi inşaat artıklarından alınma birkaç beton parçaları ile çevrilmiş etrafına çakılan demir su borularına ağ misali örülmüş telefon telleri, görüntüde bir enkaz artığı zannedilen sadece ben ve onu tanıyanların tarafından bilinen garip mezarın başında yakıyorum birinci sigaramı.
Onun kilometrelerce uzaktan duyulan sesini özlemiş olacağım ki elimde olmadan beni duyacakmış gibi sesleniyorum. . Hasaaaaaannn….. diye. Taş bedeninin tepesinden, kengerliğin sırtından, postu çayından, killik deresinden öyyyyyyyy diye cevap bekliyorum….
Hıdırellez tepesinde Ormancı Azmi Bey in kabristan duvarlarının inşaatından arta kalan kırmızı Çörencil taşının üzerine çöküyorum. Birinci sigarasının zehir gibi dumanı boğuyor beni, duman acısından akan gözyaşlarım kesilmiyor. Çevremdeki soğuk taşlara üzerindeki yazılara bakarak hiçbir izi olmayan bu mezarın gönlümdeki kitabesine bende iki satır yazı konduruyorum.
Adım Hasan Maharetim; Dost İnsan. Bir vardım, bir yoktum…….
Fırat’ın ortasındaki adada bir kaç çocuk kumları kucaklarına çekip uzamış kavak gölgelerinin arasında kendilerini ısıtmaya çalışıyordu. Bir zamanlar onlarca çocuğun akşam ezanına kadar şenlendirdiği adada artık birkaç çocuk vardı. Oysa bu saatlerde aile büyüklerinin refakatinde bellerinde tol kabağı bağlı küçük çocuklara yüzmeyi öğretenler olurdu.. Keşiş boğan taşından çağanlara kapılıp Gavur Kalesine kadar alaylı feryatlar duyulmuyordu artık. Acaba sinekliğin taşını, yataklığı, Nihat’ın Çevliğini, Halanın taşını bilen kalacak mıydı? Hasan nın ikindi vakti en sevdiği şey dikenli pür çalısına askeri parkayı iki kat yapıp bu hakim tepeden kuşbakışı şehri seyretmekti.
Boynunda asılı radyoda kadife sesli bir türkücü sanki hali ruh iyesine göre bilmediği tarzda türkü söylüyordu.
Başımı alıp diyar diyar giderim.
Vefası olmayan yardan başka nem kaldı.
Ateş düştü yüreğime özüme,
Kurudu gözümün yaşı nem kaldı.”
Doğru söylüyordu türkücü başını alıp diyar, diyar gidenler den hep vefasız çıkmıştı. Kimler gelmişti, kimler gitmişti. Baki kalan kendisi ve üç beş davar. Şöyle bir bakıverdi mahallesine bir zamanlar her hanede en azından on kişi var iken şimdi bütün mahallede o kadar kalmıştı. Eskiden otlattığı davarın hepsi bir hanede bulunuyordu. Annesinin mezarı orada olduğu ve gözeleri bol olduğu için hep iğdik tarafına gider araba yolu olmadığından çok rahat ederdi. Onun sayesinde meradaki bütün gözeler kaynağından tertemiz akar hatta çocukluğunda Munzur Kivranın babasından öğrendiği gibi Lüver ağacından hepsine oluk yapardı. Bugünde iki gün önce Kaplan deresi yatağındaki selden zarar gören gözeyi tamir için gelmişti. Öğlene kadar göze ile uğraşmıştı. Hayvanların rahat su içmesi için küçük bir gölet bile yapmıştı. O bölgede ondan başka göze olmadığından hayvanları ya Fırat kenarına, ya da Zoga’nın altına su vermeye götürmeliydi. Çoğu çobanlar bu hususu bilmediğinden Fırat kenarına inen hayvanlar yokuş yukarı çıktıklarında tekrar susar artık zapt edilmezdi.
Kaplan deresinin taş tereklerinde kendiliğinden biten yaban incirinin yem yeşil yapraklarına uzanmaya çalışan boz çebiç’e yerden bir taş alarak savurdu ardından has küfrünü ederek “Cişşşt boz gurik ” diye azarladı keçiyi. Daha küçücük gidik iken kulaklarına en işareti vurduklarında zapt edilmediğinden kırklık makasının kayması ile yanlışlıkla kökten kesildiğinden ona böyle sesleniyordu.
Keçi Hasan ın bu sesine bir türlü uzanamadığı incirden vazgeçerek az ilerdeki dikenli ardıç çekmerin tadına bakmaya gitti. Keçiye seslenişini adadaki çocuklardan biri duymuş olacak ki yattığı kumluktan doğrularak ona Hassaaaaaannnn diye seslendi. Hasan her zamanki gibi öyyyyyyyyy diye ses verdi. Ardından “Sarı inekler orada mı !”diye seslenen çocuğa kısık sesle yoh yoh diye cevap verip, onunla dalga geçmesine fırsat vermeyerek incire geri dönen keçiye bu sefer elindeki değneği savurdu.
Kendi kendine “Ne sarı inekler kaldı, nede soranlar” dedi. Oysa sarı inek meselesini herkes bilmezdi ta yıllar önce mallarına sahip çıkmamayı adet edinen birisinin iki ineği kaybolur sahibi arar Hasan’ı iğdik tepesinde görerek ona seslenir. “Hassaaan sarı inekleri gördün mü” diye. Biraz önce killik deresinde ekin tarlasının girdiği için ta aşağıya kadar inerek tarlanın içinden çıkardığı inekleri tepeye kadar sürmüş arayan sahibini ne bu yüzden cevap vermemiştir. Kan ter içinde yanına gelen adam bakar ki inekler Hasan’ın yanında sitemle “Hasan sabahtan beri sana sesleniyorum inekler orada mı diye neden cevap vermedin”. Hasan kaşlarını yukarı kaldırıp dudaklarını büzerek “Ey ben çıık dedim duymadın mı” der. Onun umursamaz hayvan sahibine verdiği bu ders mahallede komşular arasında anlatılınca herkes akşam çoban dönüşünde ona takılır sarı inekleri sorar oda gönülleri hoş olsun diye hep aynı hareketi yapardı.
Gözleri ağzındaki naylon poşeti çiğnemekten yorulan itaatsiz keçiye yine takılmıştı. Bunca yıldır çobanlık yapıyordu böyle yaramaz bir keçi görmemişti. Hepten asi kuralsız, söz dinlemeyen. Günlük kavgalarında üç beş kez sırtına taş yediği halde darp edilen o değilmiş gibi birkaç dakika sonra en ummadık yerlere çıkar hiçbir hayvanın yemediği otları yemeye çalışırdı.
Asker den hatırladığı uyanık Kandıralı Mustafa gibi. Komutanı her yürüyüş taliminde “Bölük dur.” derken Kandıralı Mustafa sende dur”derdi. Bu boz gurik keçi de aynı Kandıralı ya benziyordu. Kandıralının çavuştan, onbaşıdan nasibini almadığı gün kalmıyordu ki bu keçide aynı idi. Bütün davarlara Çişşşşşttt dendiğinde yönlerini değiştirir ama o kendisine seslenmesini bekler Boz gurik çişşşşşt diye muhakkak tekrar ona tekrar seslenirdi.
Bir sıçrayışta çıktığı sivri bir taşın üzerinde çakır gözlerinin hiç kırpmadan kendisine bakan az önce kopardığı taş kekiğinin sapını bir kürdan gibi dudaklarının arasında oynatan keçiye bakıyordu.
Dün gibi hatırladığım her şey avucumun içinde sıktığım toprakta kaybolup gidiyor. Her yana bakıyorum senin için. Gizli sevdalarımızı konuştuğumuz her şey gitmiş sadece Başparmak taşı şahitlik ediyor gözyaşlarıma,
Lüver ağacından oluklu gözelerden su içmek için yanına geldiğimde içirdiğin ilk asker sigarasının dumanını burnumdan çıkartmaya çalışırken; dumandan boğulduğumda ” bu erkek işi “ demenden dolayı hep içtiğim sigarayı şimdi peş peşe yakıp içime çekiyorum. Hem de birinci, hem de Süleyman Gündüzün dükkânından.
Faruk KÜAÇÜKTAŞ (c)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.