- 1405 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
338 - EL MUKTEDİR
Onur BİLGE
El Kadir esmasından sonra El Muktedir ismine geldim. Düşünüp duruyordum, bir türlü ne yazacağıma karar veremiyordum. Aklıma neler neler geliyordu! Yazacak o kadar çok şey vardı ki! Nereye baksam, O’nun iktidarı! Neye muktedir değil ki! Hangi kudretinden bahsetsem! Yeryüzünü en mükemmel ve muazzam bir şekilde, erişilmez bir zevkle nasıl döşediğinden mi söz etsem, yedi kat gökleri direksiz yükselttiğinden, devasa gökcisimlerini boşlukta, dayanaksız tutuşundan, süratle döndürerek kendi yörüngelerinde koşturduğundan, birini diğerine dokundurmadan bu işi nasıl yapmakta olduğundan mı? Hangi yarattığından bahsedeceğimi, hangi yaratığındaki kudretini örnek olarak göstereceğimi bilemiyordum. Bir kobranın yay gibi bedenindeki gücünü mü dile getirmeliydim? Kudretini, koca bir filden, dev bir balinadan, gözle görülmeyecek kadar küçük bir mikroba kadar her yarattığına gerektiği kadar bahşetmişti. Hangi birini anlatacaktım? Bunları saymaya bile güç yetiremezdim!
Öyle bir yaratık seçmeliydim ki Kudret sıfatı en bariz bir şekilde ortaya çıkmalıydı. Zaman zaman zihnim dağılıyor, başka şeylerle meşgul olmaya başlıyor, farkında olmadan yazı tasarısından uzaklaşıyordum. Sıfatların üçte ikisi bitmişti. Öyle şeyler oluyordu ki, olay akışı içinde onları adeta kendisi açıklıyordu. Âlim olan O’ydu. İlim, O’na aitti. Hem Kitap vermişti elimize, hem açıklıyor, açıklatıyordu. Fiillerin sahibiydi. Fail’di. Sebep halk ediyordu. Kadir’di. Her şeyi yapmaya Muktedir’di. Gücünün yetmeyeceği hiçbir şey yoktu!
Yeni yetişmekteydim. Her konuda yeteri kadar bilgim yoktu. Ne mikrobu dillendirecek kadar, ne gökleri haykırtacak kadar malumat sahibiydim. Şöyle herkesin iyi bildiği bir mahlûk bulmalı ve yazacaklarımı ona göre kurgulamalıydım.
El Lâtif esmasını yazarken ne kadar zorlanmıştım! Nasıl anlatacağımı bilememiş, tamamen teslim olmuş, beklemeye başlamıştım. Bir sabah, uyandığımda yardım gelmiş, esma bir gonca gibi yaprak yaprak açılmış, Isparta’nın has gülü gibi kokular saçmaya başlamıştı. Hemen kâğıda kaleme sarılmış, aklıma buldurulanları hızlı hızlı kaydetmiştim. Ne güzel, ne ilginç şeyler yazdırılmıştı!
Bu defa da konu çokluğunun yarattığı kararsızlıktan zorlanmıştım. El Latif ismi ne kadar zor fark ediliyorsa, El Muktedir ismi o kadar aşikârdı! O sıfatı bana ne kadar gizli geldiyse, bu sıfatı da o kadar açık, ortada ve her şeyde görünür vaziyetteydi. Hamdolsun! İşimi kolaylaştırdı.
Aylık bir edebiyat dergisini karıştırırken karşıma William Blake’in Kaplan isimli şiiri geçti. Tesadüf diye bir şey olmadığına göre birilerine seçtirilip bu şiir buraya basılmış. Harika bir zamanlamayla fark ettirilip niyetime göre bana yardım eli uzanmış ki karşıma çıkarıldı.
Kadir Gecesi olarak kabul edilen bu zaman diliminde, Ramazan’ın yirmi yedinci gecesi, El Muktedir sıfatını açıklayacağım. Allah’ın sıfatlarını yazmak kim ben kim! Onu idrakten ne kadar aciz olduğumu gayet iyi biliyorum. Yüklemiş olduğu anlayışla ne kadar algılayabiliyorsam, o kadarına dönecek kalemim. Onların anlam ve kapsamlarını ancak kendisi bilmeye Muktedir’dir.
Gecenin bu saatinde... Bursa’da, Beşikçiler Caddesi üzerindeki bir apartmanın alt katında, düşük voltlu sarı ampulün loş ışığında, kısık sesle teypten İlahiler dinleyerek o şiiri okuyorum. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun sesinin eşliğinde, şiir ormanından bir kaplan çıkmış karşıma. Daha doğrusu çıkarılmış.
Bir kaplan! Hayvanlar âleminin en kuvvetli yaratıklarından... Öyle böyle değil, en kuvvetlilerinden… Krallıklarını ilan edenlerinden... Tüylerini kabartmış, güçlü omuzlarını meydan okur gibi oynata oynata, yavaş yavaş üstüme geliyor. Oldukça sakin ve kendinden emin adımlarla, fakat heybetle... Gözlerini kısmış, gözbebeklerini gözlerimin içine dikmiş, alev bakışlarıyla gözlerimi yakıyordu. O kadar korkunç bakıyordu ki! Bakışları, gözlerimden geçip, beynimi eritecek zannediyor, dişlerinin keskinliğini düşündüğümde ürperiyordum! O ise ne kadar rahattı! Keyifle kuyruğunu sallıyor, ara sıra esner gibi yapıyor, ağzını açtığında iki sıra bembeyaz parçalayıcı diş, pırıl pırıl parlıyor, içime korku salıyordu.
Tasavvuru bile ürküntü vericiydi. Hayali bile yetiyordu. Allah, Kudret sıfatıyla tecelli etmiş, kuvvet bahşetmişti. Ona verdiğinden bana da vermişti ama bedensel gücüm onunkiyle kıyaslanamazdı. Bir an acze düştüm.
Evrende, çoğu yaratıktan zayıf yaratılışlıydım. Allah, insanı aciz yaratmıştı. Sığınma gereksinimi içindeydi. Belki de böyle yaratmasının sebebi; bulunmak, bilinmek istemesiydi. Yaratıklar karşısında bile acze düşüyor, gözle görülmez bir mikroba teslim oluveriyorduk. Kadir-i Mutlak olan Allah’ın karşısında birer hiçtik!
Yağmurlu bir Bursa gecesinde, Fatih’in doğduğu evin ve Geyikli Dede’nin bulunduğu kümbetin hemen yanında, Muradiye Camii’nin uhrevi gölgesinde, dört sularında, tam teheccüt vakti, tefekküre davet edilmiştim. Yağmur şakır şakır yağıyor, camları kamçılıyordu. Uludağ’dan kurt sesleri geliyor, şiir ormanının gizemli uğultusuna kaplan kükreyişleri karışıyordu. Kulağımın dibinde William Blake konuşup duruyor, yarım yamalak Türkçesiyle aynı şiiri okuyup duruyordu. Nezaketen katlanıyordum. Anlaşılan, bu Mübarek geceyi de tefekkür ağırlıklı ihya edecektim. William’a da ne oluyordu? Bula bula bu geceyi mi bulmuştu, şiir okuyacak? Rahatımı kaçırdığı yetmiyormuş gibi dinlemediğimi zannederek kükrüyor, aslan kesiliyordu! Dinlediğimi söylüyor, anlatamıyordum. İnanmıyordu. Aynı şiiri ikinci defa okudu. İyice sinirlenmişti. Tepesinin tası atmış bir halde, hırıltıya benzer kızgın bir ses çıkardıktan sonra korkunç ve yüksek bir sedayla gürledi:
“Anlat o zaman! Ne demek istedim ben? Anladıysan anlat! Seni dinliyorum!..”
Sanki anlamak zorundaymışım gibi! Şairlerin pek de dengeli insanlar olmadıklarına iyice inanmaya başlamıştım. Ne kadar uçuk kaçıktılar! Neymiş, kaplanın gözlerinden ateş çıkar, alevleri göğe yükselirmiş. Neymiş, vücutları demirden, çeliktenmiş… Demir, çelik yanar mıymış? Yanarmış! Sanki babası demirciymiş. Eski adamlar bunlar. Teknolojik örnekler verecek değiller ya… Demirci, nalbant… Eskici püskücü…
Yüzüne bir baktım, göz göze geldik. Tasvir ettiği hayvandan farklı bakmıyordu. Kaşlarını çatmış, yaratılıştan iri olan gözlerini fena halde belertmiş, burnunu kısmış, alnını buruşturmuş, dişlerini sıkmış, çenesi bir yana kaymış, öfkeden yanakları kıpkırmızı olmuş, gözlerinden ateş fışkırıyordu!
“Tamam tamam! Sakin olun, lütfen! Anlatacağım…” diyerek başladım anlatmaya:
“Hey! Kaplan denen yaratık!
Nasıl bir kudret eli yarattı senin o korku salan varlığını? O nasıl bir Kadir-i Mutlaktır!.. Yaratılışındaki nasıl bir uyumdur! O ne mükemmel ahenk ve ne korkunç bir tasarım!..
Gecenin karanlığında bir çift ateş parçası gibi parlayan gözlerindeki yangın, cehennemi bir ateşten mi? O ateşi gözlerine kim yerleştirdi? Öyle bir ateş ki yedi kat yerin altına nüfuz eder! O yangının alevleri hangi kanatlara güvenerek yedi kat göğe yükselmeye kalktı? O alev kanatlarını boşlukta tutmaya kadir olan hangi el?
Çelik kirişlerden oluşan yüreğindeki kuvvetli kasları, nasıl omuzlara sahip bir güç bükerek şekil verdi ki o atmaya başladığı zaman, sana son derece güçlü kollar ve ayaklar kazandırdı. Hangi çekiçle yapıldı demirden bedenin? Nasıl bir zincir, nasıl bir DNA, vücudunu oluşturan! Beynin, hangi ocakta pişerek şekillenip işlev kazandı? O demir pençeler, hangi örste şekillendi ki onlar, ölüm korkularını kavramaya yeltenirler. Korktuğun anda ölümü kavramaya uzanır, savunmaya geçerler.
Kuzuyu yaratan mı yarattı seni de? O sevimli, munis varlığı… Yaratılışınızda benzerlik olsa da onunla ne kadar zıt karakterlerdesiniz! Şimşekler çakmaya, yıldırımlar düşmeye başlayınca ve yıldızların gözlerinden yaşlar boşanıp, gökyüzü sulanınca, seni Yaratan, eserini seyrederek gülümser mi?
Ey, kaplan denen yaratık! Gecelerde, ormanlar içinde parlayan, alev saçan varlık! Ey, korkunç ışıltı! Nasıl bir kudret eli yarattı seni, sendeki bu korkunç ahengi?
Allah, Muktedir’dir. Her şeye Kadir’dir. Ne mutlu size! Geç de olsa anlamışsınız. Mezarlığa park etmeden önce farkı fark etmişsiniz. Umarım imanınızı kurtarabilmişsinizdir. Hava nasıl oralarda? Yanıyor musunuz, donuyor musunuz? Asayiş berkemal mi?”
Bir de baktım ki sızmış kalmış! Alkollü müydü neydi? Ben masal mı anlatmıştım? Yoksa uyuyup kalan ben miydim? Bir rüya mı görmüştüm? Yağmurlu bir gecede, karanlık bir ormanda, kaplan avına mı çıkmıştım? Safaride miydim? Aman Allah’ım! Bu nasıl işti?
Sabah ezanı okunuyor. Namaz ve uyku… İyi uykular, tatlı rüyalar, bana! Artık ne kadar uyuyabilirsem…
Masalsa masal… Nihayetinde, gökten üç elma düşsün! Biri William Blake’in, biri benim, diğeri de okuyanın başına…
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 338
YORUMLAR
Teşekkürler, kutlarım... İnsan tepeden tırnağa acz içinde bir varlık. Bir sabah yüzünü yıkamasa ya da dişlerini fırçalamasa ne hale geliyor. Allah, insanlara bu acizlikleri Kendisini, ölümü ve ahireti düşünmeleri için veriyor. Sonsuz merhametiyle, dünyaya bağlanmamaları için yapıyor ancak tüm bunlara rağmen insanların çoğu düşünemiyor, akledemiyor.
Mümin ise aczinin farkındadır ve üstündür. Kaplanların postunu birbirinin asla aynı olmayan çizgileriyle yaratan, birbirinin asla aynı olmayan milyarlarca parmak izi ve retina yaratan Rabb'inin sonsuz kudreti karşısındaki aczinin bilincinde olduğu için üstündür.