- 663 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
O GÖRMESE’ DE, ALLAH GÖRÜYOR…
Henüz ortaokul çağlarımda, yaptığım bir hatadan dolayı, ruhumu inciten, yaralayan ve içten içe beni hatırladığım her an için üzen bir durum var. Harama ve helale, o günden sonra daha hassas, daha ayrı bir atıfla dikkat ettiğim durum. Ve bana, bu durumu son derece sarsıcı bir cümleyle hatırlatan, hakikat sahibi bir insan…
Mustafa hoca; kimliğine dair bildiğim evli ve üç çocuğunun varlığı… Konya da doğduğu, İstanbul’a yerleştiği ve bir mahalle camisinde müezzinlik yaptığıydı. Geçimini de yine aynı caminin çay ocağında çalışarak sağladığıydı.
Onu, yine bütün bu görevleri yürüttüğü cami de tanıdım. Henüz ondört, onbeş yaşlarındaydım. Dedemin peşinden giderdim camiye. Haylaz bir çocuk değildim. Sessiz ve sakindim. Cami ve okul karşı karşıya idi. Ezan okunduğun da ses, çok açık ve net bir şekilde duyulurdu. Okuyan o idi. Ve namaz kılmayan insanlar dahi, bu sesi bekler gibiydi. Şunu, hakikat ve büyük bir iddia ile söylemeliyim ki. Benim hayatım da duyduğum ilahi manada en etki bırakan sesin sahibiydi. Onu tanımadan daha önce, ezanı hiç bu kadar Bilal sesiyle duyamadım. Buna rastlamadım. Ve ara sıra kıldırdığı vakit namazlarından hatırlıyorum... Ben hiç bu kadar hassasiyet ve aşk dolu bir imamın arkasında, yine aynı hassasiyet ve aşkla namaz kılamadım.
Yüzünde onu gören herkesin, kendisiyle tanışma isteği uyandıracak bir samimiyet yansıyordu. Giyim tarzı sade, sakalları siyah ve kaba olmayacak derecede gür idi. Cübbe ve sarık takıyordu. Ve ben hissediyorum ki, bu giyim tarzını, herhangi bir tarikata mensup olmak için yapmayacak kadar yalın. Peygamber sünnetini hatırlatacak kadar gerçekçi idi.
Beni de, ona çeken bir şeyler vardı. Bir ağabeyim var çok şükür. Ama onunda ağabeyim olmasını hayal etmişimdir hep. Yaşamı ve kişiliğiyle beni bu derece etkilemişti. Okul çıkışlarında onu görmek için, yaşça ondan çok küçük olsam da, belki tanışırız niyetiyle, caminin çay ocağına gidip oralet içtiğimi, camide namaz kılarken ona yakın yerlerde durmayı ve camiye vaktinden önce gidip ezanı okuyuşunu daha yakından, caminin içinden dinlemeyi bir vazife haline getirmiştim kendime.
Bir gün okul çıkış saatinde, bir sınıf arkadaşımla beraber, okulun köşesinde bekleyen ve adını şu an hatırlamadığım, ama o zamanlar sürekli okul çıkışlarında turşu yemeyi adet edindiğimiz ve o turşucu ağabeyimizle, bu vasıtayla samimiyeti ilerlettiğimiz, hatta pek sıkı fıkı olduğumuz söylenebilir.. Öyle ki, o gün aniden bir işi çıkan turşucu ağabeyimiz tezgâhını, yanımdaki sınıf arkadaşımla beraber, on dakikalığına da olsa bize emanet etmişti. O gittikten sonra arkadaşımla beraber o nefis lahana turşularına karşı daha fazla kendimizi tutamayıp, çaktırmadan birer, ikişer yemeye başlamıştık. Hatta biraz da fazla kaçırmış, ağzına kadar dolu olan kavanoz neredeyse yarıya inmişti. Hak’tan, haramdan, helal’den bir haber değildik. Ama çocuğuz işte, dayanamıyorduk herhalde. Arkamızdan bir ses geldi. ‘’ Gençler’’, Neydi şimdi bu! Bu da kim di? Korkmuştuk, telaşlı bir hamle ile kavanozun ağzını bir çırpıda kapatıp, suçlu bakışlarla sesin geldiği yöne döndük. O idi. Mustafa hoca, yüzünde yine aynı nur ve samimiyet, ama bu sefer biraz da kızgınlık belirtisi vardı. Ve ben ilk kez o an anladım. ‘’Başımdan aşağı nasıl kaynar sular dökülürmüş.’’ ‘’ O GÖRMESEDE, ALLAH GÖRÜYOR! Dedi ve gitti.
Hayatımda hiç bu kadar utanmamıştım. Ve hatta besbelli yerin dibine kapaklanmıştım. Kaldı ki bu Allahın halis kullarından olduğuna inandığım ve öyle çok sevdiğim kulundan gelen sarsıcı bir uyarıydı. Ya peki bir gün, Allah bana bunun hesabını sorduğunda ne yapacağım. Bunun cevabını, o turşucudan hala dahi istemediğim, isteyemediğim, çünkü o zamanlar akıl edemediğim helallik alıp belki yanıtlayabilirdim. Allahım o affetdi, senden affet diyebilirdim. Ama akıl edemedim işte. Akıl ettiğim zamanlarda ise o turşucuya rastlayamadım.
Çok geçmiyor ruhumu inciten bu büyük yıkımın daha özrünü bile dilemeden, henüz daha yüzümün kızarıklığı düzelmeden... Mustafa hoca, cami cemaatinden toplanan arkadaşları ile beraber gittiği şile yakınlarında, girdiği denizde boğuluyordu. Tam otuz üç yaşında!!! hanımını dul, çocuklarını yetim ve beni içimde bu sızıyla bırakıp gidiyordu. Çünkü Allah, onu yanında istiyordu. Hanımını ve çocuklarını ‘’O GÖRMESEDE, ALLAH GÖRÜYOR’’ du.
Caminin içini, avlusunu ve hatta çevresindeki sokaklarını dolduran koca bir kalabalıkla uğurladık onu. Tanıdık ve hayret verici simalar çarpıyordu gözüme, mahallenin miskininden, ayyaşına kadar herkes oradaydı. Demek sızlattığı tek kalp benimki değilmiş. Demek Ölüm bu kadar acı imiş. Allah sana rahmet etsin.
Şimdi ardından, takribi bir on sene geçti. Damağımda bir turşu ekşiliği, kalbim de hakikatin kızarıklığı, dilimde günahkar bir tevbe... Allahım affet.
Hasan SAĞCAN 24.01.2012
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.