9
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
839
Okunma
“Bugünün geleceğini biliyordun!”
Evet, biliyordum. Tam bir yıl öncesinden biliyordum. Sen söylememiş olsan da ben biliyordum. Öte yandan sen de en az benim kadar bugünün farkındaydın. Peki bir hazırlık yaptın mı? Hayır!
Sesimi çıkarmadım. Cevap versem tartışma uzayıp gidecekti. Somurtup, yürümeye devam ettim. Birbirimize öyle kızmıştık ki ikimiz de bir süre nereye gittiğimize dikkat etmedik. Dükkanlar azalıp, sokaklar tenhalaşmaya başlayınca inatlaşmayı bıraktık.
“Neredeyiz biz?”
“Bilmem, bakmadım.”
“Bari buna baksaydın!”
Her seferinde onun sırası atlanıyor, ben susuyordum. Bu kez de öyle oldu.
“Gel, birine soralım.”
“Bak köşede bir adam var, ona sor işte.”
“Sen sorsana, bir de erkek olacaksın.”
Elimin tersine hakim olmaya çalışıp adama doğru yürüdüm. Yaklaştığımda pek de tekin biri olmadığını farkettim ama çok geçti.
“Rahatsız ediyorum ama 19. sokak uzakta mı?”
Cevap vermeden önce beni baştan aşağı süzdü.
“Sence neredeyiz?”
Evet, yanlış kişiydi. Ama bir türlü de arkamı dönüp gidemiyordum.
“Bilmiyorum. Bilsem size sormazdım.”
Adam yukarıyı işaret etti. Yaslandığı direğin tepesinde “11. sokak” levhası vardı.
“Oh! Görmemiştim. Teşekkür ederim.”
Ben tam Sophia’ya dönecekken adam devam etti:
“Peki, 19. sokak için hangi yöne gideceğini biliyor musun?”
Haklıydı. Sokak numaralarının hangi yöne doğru arttığını bilmiyordum. Omuzlarımı silktim.
“Hadi iyisin, 19 şu yönde.”
Gösterdiği yöne baktım. İlerideki sokakların adları karanlıkta okunmuyordu.
“Yardımlarınız için teşekkür ederim.”
Gülümsedi. Gülümseyince iyice çirkinleşti. Görmemiş gibi yapıp arkama döndüm, Sophia’ya baktım. Endişeli bir şekilde bizi seyrediyordu. Gideceğimiz yönü işaret ettim; o da yürümeye başladı. Bir ya da iki adım atmıştım ki arkamdan seslendi:
“İnsan bir iyi yıllar diler.”
Şaşaladım ama çabucak toparladım.
“İyi yıllar efendim.”
“Sana da, sana da...”
Sophia’nın yanına vardım.
“Ne konuştun o kılıksız adamla?”
“Boşver. Adamın uzatacağı tuttu. Neyse, en azından yolu öğrendim.”
Yürümeye başladık. Omzumun üzerinden adamı kontrol ettim: Direğe yaslanmış, arkamızdan bakıyordu. Biz ise devam ettik.
...
“Harika! İşte senin 12. sokağın.”
12. sokağın olması gereken yerde Westminister Yolu vardı. Londra’da olsak fena olmayabilirdi ama Brooklyn’in arka sokaklarında kaybolmuşken bu iyiye alamet değildi.
“Ne yapacağız şimdi?”
“Sen bileceksin. Bizi buraya sen getirdin.”
“Benim ne suçum var? Adama sordum, o da burasını gösterdi işte.”
“Bak, yılbaşı partisine gidiyoruz ama bir bakıyoruz ki sen yanımıza içki bile almamışsın. Yolda alırız diyorsun ama yolu bilmiyorsun. Bırak içki satan bir yer bulmayı, yönümüzü bile kestiremiyorsun. Hayır efendim, ne yapacaksın, edeceksin, 12. sokağı bulacaksın.”
Şeytan onu orada öylece bırak ve git diyordu. Belki de demiyordu. Belki de Westminister Yolu üzerinde şeytanın ta kendisiyle tartışıyordum. Arkamı dönüp binaların altında açık bir dükkan aradım. İleride neon ışıkları farkettim.
“Gel, şuraya soralım. Belki içki de satıyorlardır.”
İtiraz edecek gibi ağzını açtı ama benim ciddiyetimi görünce bir şey söylemeden kapattı. Işığa doğru, Westminister boyunca yürümeye başladık. Yaklaştıkça neonların bir bira reklamına ait olduğunu farkettim. Parti için içkimizi buradan alabilirdik.
Yeni yıla dört saat kalmışken bulabileceğimiz en yerdi burası. Kapıdan girince Sophia’ya soğutucuların olduğu arka tarafı işaret ettim:
“Gidip bira seçelim.”
“Şarap alalım, daha şık olur.”
“Sophia, birincisi ne alırsak alalım biz içeceğiz ve benim canım bira içmek istiyor. İkincisi, bir çevrene bak ve söyle: Sence burada şarap satıyorlar mıdır?”
Bakmaya gerek bile duymadı. Önüme geçip soğutuculara yöneldi. Kendi kendime”Üst üste iki seferdir onu susturuyorum” diye sevinirken durduğunu farketmediğim için Sophia’ya çarptım. O çarptığımı farketmedi bile.
Cipslerle olduğu raflarla kolaların olduğu soğutucuların arasındaki koridorda biri yatıyordu: Genç, beyaz bir erkek. Kot pantolonunun üzerinde bir tişört, tişörtün üzerinde “Tamı tamına 10 inç, inanmazsan annene sor” yazısı, hepsinin üzerine giyilmiş kot bir ceket... Yüzüne gelince. Yakışıklı olup olmadığını söylemek zordu çünkü alnındaki kurşun yarasından akan kanlar yüz hatlarını bir anlamda maskeliyordu.
Sophia geriye doğru bir adım attı ve bu sefer o bana çarptı. Kenara çekildim. Geriye dönüp koridordan çıktı, bir yandakine geçti. Ben de onu takip ettim. Biraların olduğu bölüme kadar ses çıkarmadan yürüdük. Cam kapağı açtı ve bir altılık kutu aldı. Uzanıp Sophia’nın elinden kutuyu aldım ve soğutucuya geri koydum. Onun yerine, favori biramın on ikilik büyük kutusuna uzandım. İtiraz etmedi.
Kasada otuzlarında, göbekli bir adam oturuyordu. Biraları tezgaha koyduk. Parayı çıkartırken bir şeyler söyleme gereği hissettim:
“Şurada, dipteki koridorda...”
“Biliyorum. Ben vurdum.”
Paraların hesabını kaçırdığım için yeniden saymaya başladım.
“Soyguncu muydu?”
“Yoo, terbiyesizdi.”
Saymayı bırakıp adama yirmi doları uzattım ve “Üstü kalsın.” dedim. Sonra aceleyle de ekledim:
“İyi yıllar!”
“Size de.”
Dışarı çıktık. Sophia’ya döndüm. Sessizlik içinde bakıştık. İlk konuşan o oldu:
“Yolu sormadın.”