- 6452 Okunma
- 32 Yorum
- 0 Beğeni
KENDİ KENDİNE
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Saat beş.
Üst katın kapısı açıldı. O kadar rica ettim, hala yağlamadılar şu kapıyı. Her gece gıcırtısıyla sıçrıyorum uykumdan. Evin adamı gece birden sonra gelir hep. Öksüre öksüre çıkar merdivenleri. Benim kapımın önünde soluklanır. Zıkkım olasıca sigarasını da hep benim ayakkabılığımın dibine atar. Hafazanallah, bir gün hepimizi yakacak bu adam.
Hamiyet işe gidiyor olmalı. Üst kat komşumun kızı. Çıtı pıtı güzel bir şey. Ama bir tuhaf bakıyor. Gözlerine iki saniyeden fazla bakar kalmanın imkanı yok. Gittikçe genişleyen gözbebeklerinin içinde, bir çift teneşir var sanki. İki teneşir de dolu. İkisinin de başında imam var. Bakabildiğim o iki saniye içinde bunları görüyorum hep. Kim bilir az daha tahammül edebilsem o manzaraya, devamında neler göreceğim. Kim o ölüler? Neden öldüler? Nereye gömülecekler? Kim mütemadiyen çiçek götürüp, hıçkıra hıçkıra ağlayacak başuçlarında? Helvalarını kim karacak? Mevlitlerine kimler gelecek? Hepsini öğreneceğim bir gün.
Düşlerimde hep cenazeme geç kaldığımı görürüm. Ben kabristana yetişene kadar cemaatim çoktan gömülmüş olur. Beni iyi bilecek kimse kalmaz geriye. İmam herkesten evvel terk eder başucumu. Yalnız Hamiyet yeşil entarisiyle bekler beni ufukta. Koşarım koşarım varamam yanına. Ölülerimi gömdüm, der fısıltıyla. Çok uzaktan gelir hıçkırığı…
Hep bu saatlerde gider işe. Az sonra yine seke seke geçecek penceremin önünden. Saçlarını paltosunun yakasından sıyırıp ellerini cebine sokacak. Adımlarına karışacak nefesinden çıkan buhar. Bir kedi kesecek az ileride önünü. Ayak ucuyla okşayacak kedinin kirli başını Hamiyet.
“Vallahi bir terlikte çıkartırım seni aradan!”
Bu bağıran Hamiyetin annesi. Yine bir şeye kızmış. Para istemiş olmalı Hamiyet. Belki de yeni çizme alacak. Kedi iyice aşındırdı siyah potinlerinin burnunu. Gözlerinde teneşirler saklayan bir kadın, pençe izleri taşıyan bir çift potinle dolaşmamalı. Bu kadarı fazla gelir. Ona da, aleme de. Hep bu acılı kadınlar yüzünden ters gidiyor işlerimiz. Eriyip şehrin logarlarına akıyorlar. Kıvrılıp denizlere dökülüyorlar. Ya da yanıp, buharlaşıp havaya karışıyorlar. Onları soluyoruz. Fakat ciğerlerimizi yakan acılığı kentin kirliliğine yoruyoruz.
Topuk sesleri. Hamiyet şimdi merdivenin dördüncü basamağında. Üç adım daha attı mı benim kapımın önünde duracak. Burada bekleyecek biraz. Biliyorum ki, posta kutumdaki zarflara bakıyor. Kredi kartı ekstreleri, konferans davetiyeleri, faturalar vesaire…Her gün aynı zarflara bakar üşenmeden. Bir keresinde çöp bırakmaya gideceğim sırada, posta kutumun kapağını açarken yakaladım onu. Görmemezlikten geldim. Telaşlandı. Acele bir merhaba diyerek, çıkıp gitti.
Hamiyet şimdi kapımın önünde. Kapı dürbününden baksam mı? Ne göreceğim? Hayat sırtına kırbacı yemiş bir at. Koşuyor dili dışarıda. Hamiyeti çiğnemiş de geçmiş. Kızın kanlı saçları giriyor her gece düşlerime. Onu görmekten korkuyorum. Her gece acaba taban tahtalarının aralığından bana bakıyor mudur diye düşünmeden uyuyamıyorum. Bu hastalıklı düşüncenin nihayeti, yine onunla süslü kabuslar.
Gidiyor. Topuğunun teki aşınmış, çivisi mermer merdiveni çiziyor yine. Hem ne korkunç çiziyor. Garip şekiller, hiçbir dile benzemeyen harfler yarım yamalak insan figürleri var kapımın eşiğinde. Dış kapıya doğru ilerledikçe, çivi çiziği zikzaklı fakat sade bir hal alıyor. Derdi benimle besbelli. Bütün karasızlığını, heyulalarını, sorularını kapımın önüne döküp giden bu gamlı kızı seviyorum. Her kapıyı açışımda beni çocukluğuma götüren o çivi izlerini okumayı seviyorum.
***
“Rüzgar, bak bir bulut!”
“Neye benziyor?”
“ Kemana olabilir mi?”
“ Olamaz! Gökyüzünün kendi müziği var. ”
“ Peki neye benzer bu müzik?”
“ Benim duyduğum hıçkırık sesine benziyor. Biri mütemadiyen ağlıyor yukarıda.”
“ Çiğdem’in annesi o. Öldü ya geçen yıl. Hani odunlukta asılı buldular onu.”
“ Belki de.”
Yağmur’la çayıra uzanmışız. Otlar kulaklarımı gıdıklıyor. Üstümüzden geçen bulutlara suret veriyoruz. Araba, sakallı adam, kırık bardak…Yerin derinliklerini duyuyorum. Kulaklarımla değil, sırtımla. Bütün algılarım kaburgalarıma cem olmuş. Aşağıda birileri yürüyor, konuşuyor, koşturuyor. Sırtım onların gökyüzü. Onlar da tıpkı bizim gibi içimden geçenleri bir şeye benzetmeye çalışıyor mudur?
Çiğdem annesini odunlukta bulduğunda hiç doğmamış olmayı diledi. Sonra hep nefret etti ondan. Kaç kere annesinin mezarını çubukla döverken gördüm onu. Şimdi ona annesinin yukarıda bir yerlerde ağladığını söylesem, belki durulur.
Daha çocuğum. İnsanların kilitli sandıkları olduğunu bilmiyorum. O sandıkların en müsait zamana kadar kapalı kalması gerektiğini, vaktinden evvel açılanların sahibine felaket getirebileceğini, aslında sır ve gizemin mahsus insan hayatına sokulduğunu bilmiyorum.
İnsan eşref-i mahlukat, fakat yapayalnız. Çırılçıplak ve savunmasız. Hayatın sillesi ne yönden gelecek, yalnızca Rab Teala biliyor. Biz bilseydik, çok figan ederdik. Akıbeti hayır olanların bile içine çöreklenirdi figanımız. Yetmiş yıl sonra birinin bizi sokak arasında sıkıştırıp kurşunlayacağını bilseydik eğer, o yetmiş yıl boyunca başka hiçbir şey düşünemezdik. Her günümüz muştularla, sıhhatle bereketle geçse bile, tünelin sonundaki o kara gerçek doya doya yaşamamıza müsaade etmezdi.
Bulut sürahiye benziyor. Sonra iki martı dalıyor bulutun bağrına. Sürahi, ince bir şıngırtıyla kırılıyor.
“Rüzgar! Yine ne kırdın orada? Vallahi bıktım bu haylazlığından!”
“Anne!”
***
Bu gün işe gitmesem. Fazıl Bey masamın başına dikilir, aleyhimde neler söyler kim bilir.
“Baylar bu Rüzgar vallahi delidir. Kamu dairesinde çalışması münasip değildir. Allaseniz siz de yardımcı olun da, attıralım bu uğursuzu dairemizden.”
Kamil Abi sever beni.
“Ne diyorsun Fazıl? O hepimizden çok çalışır. Ondan başka kimse çekemez bu tabutluk gibi kokan daireyi.”
Çaycı Şenol lafı yapıştırır.
“ Mezarlıklar Amirliği ne kokacak başka?”
Evet, Mezarlıklar Amirliği. Günde elli kişi gelir. Ağlayanlar, ağlamayanlar fakat ekseriyetle göz altları mor insanlar. Sanırsınız ölü kendisi geldi müracaata. Çatlamış dudaklarını aralayıp “Gömün beni Allah aşkına” diyecek. Gelenleri görünce, içten içe bir ürperti yoklar tırnak uçlarınızı. Canınız saç diplerinizde atar. Benim işim mezar eşicileri temin etmek, fakir fukaraya cenaze levazımı tedarik etmektir. Gönüllü girdim bu işe. Dediler ki; kızlara göre değildir bu meslek. Ağlayanı, inleyeni teselli etmek zordur. Hem o teselli arasında vazifeni icra etmek. Bir de mezar yeri keşfi var tabi. Sabahları amele pazarına gider, işimize yarar mezarcıları seçeriz. Aslında işin en zor yanı da budur. Oradakiler gözlerinizin içine bakar beni götür diye. Birini alıp diğerini bırakmak kadar fena bir vaziyet yok. Sabahın o saatinde, caminin çay ocağının bahçesinde, ellerinde avuçlarının içinde kaybolmuş bardaklar, ağızlarında sarma sigara, gözlerinde telaş rızık bekliyorlar.
Fakat mesleğimin bu acı tablosu bile beni kararımdan döndürmedi ve bir kez olsun pişman etmedi. Çünkü hayatın tam ortasındayım ben. Köprü gibi. Varsıllık ve yoksulluk, ölüm ve yaşam benim iki yanımda atıyor. Ben iki tarafa da dahilim ve iki taraftan da bağımsızım. Bundan daha kıymetli ne olabilir bir insanın hayatında?
Bir keresinde ihtiyardan bir kadın yanaştı masama. Mevsim kış. Eteklerine bulaşan karı silkeleyip oturdu. O kadar ağlamış ki, kan gözbebeğine yürümüş. Rahat beş dakika hiç konuşmadan bakıştık. Neden sonra söze başladı.
“İki evladım vardı. İkisine de kıydılar. Biri üç yıl evvel talebe olaylarında öldürüldü. Hiçbir suçu yoktu aslında. Talebe bile değildi. Babasıyla inşaatta çalışıyordu. O gün yeni aldığı ayakkabıları inşaatta unutunca babasından ayrılıp işyerine döndü. Ayakkabılarını aldı. Geri dönerken çatışmanın içine düştü. Ne yana kaçacağını bilemedi. Öyle dimdik durmuş sokağın ortasında. Nereden geldiği belirsiz bir kurşunla yere yığılmış. Yeni aldığı ayakkabıları başucundaydı onu gördüğümde. Cesedini üç gün sonra verdiler bize. Böyle ölümlere ne sayıp da ağlanır, bilemedim. Sessizce gömdük onu. Bir damla gözyaşı dökemedim ardından. Böyle kara taş gibi bir şey oturdu içerime. Karardım da sustum. Zaman geçtikçe aslında ölenin ben olduğumu anladım. Çürüdüm sanki. Hak Teala etimi kemiğimi alıp, ruhumu bıraktı meydanda. Oturdum kalktım, güldüm konuştum fakat, buz gibi. Şimdi küçük oğlum…”
Kadın buruşuk elleriyle gözlerini kapatınca, beni hafif bir titreme tuttu. Teselli için bir iki söz söylemem icap ediyordu. Fakat gördüm ki, ne söylesem kifayetsiz kalacak bu ananın acısı karşısında. Bir müddet ağlayıp kendiliğinden sakinleşti. Sonra kaldığı yerden devam etti.
“ Küçük oğlum dün akşam yoldan geçen bir kamyondan dökülen kütüklerin altında kaldı. Ben oraya varana kadar kaldırıp götürdüler onu. Odunlara bulaşmış kanını gördüm. Ezildiği yere su döktü esnaftan biri. Oğlumun kara kanı sokak evleklerinden akıp gitti sessizce. İşte o vakit, ömrümde hiç ağlamadığım kadar ağladım. Sanki içimdeki kara taştan daha büyük bir taş düştü gökyüzünden ve eskisini karın boşluğuma itip, onun yerine kuruldu. Nefesim durdu. Zaten sade bir ruh kalmıştım. O da eriyip oğlumun evlekten akan kanına karışıp kayboldu. Benim dünyada bir işim kaldı artık. Onu da yapıp…”
Sustu. Fakat ağlamıyordu. Titreyen dudaklarındaki mor damarlara baktım. Sahiden ölmüş kadın. Azıcık gözlerini yumacak olsa, ona ölü raporu vermek işten değil.
Benden mezar yeri istiyordu. Üç yıl evvel ölen oğlunun iki yanına da başka müteveffalar gömülmüş. Biraz araştırmadan sonra, onun kabrine yakın bir yere defnedilebileceğini öğrendik. Cenaze öğle namazına müteakip kılınacaktı. Bizim işte zaman çok mühim. Bir an evvel olup bitmeli her şey. Aileler o kadar acelecidirler ki; sanırsınız rahmetlinin doğumundan beri bekledikleri gün bugün. Bir tek analar “biraz daha kalsın yeryüzünde” diye ağlarlar. O da kabul görmez her zaman olduğu gibi.
Kadınla beraber mezarlığa gittik. Giderken amale pazarında durup iki adam aldık yanımıza. Kazı için gerekli edevatlar aracın bagajındaydı. Sadece o kazma kürekler bile normal bir insanı hatırı sayılır bir buhrana sürüklemeye yeter. Arabanın kasasında oturan adamlara baktım. Soğuktan donmuş ellerine üflüyorlardı. Az sonra derin bir mevzuyu kazacaklarının bilincindeydiler belki de. Belki de o yüzden etrafa öyle tuhaf bakıyorlardı. Kadıncağız hiç susmamaca ağladı yol boyu. Nihayet mezarlığa vardığımızda, işin en zahmetli kısmı bizi bekliyordu. Kadını arabada bırakıp, adamlarla beraber mezarlığa yürüdük. Şoför Ali Efendi cebindeki krokiyi çıkartıp etrafı kolaçan ettikten sonra adamlara kazacakları yeri gösterdi.
Karı temizlemek, mezarı usulüne göre kesmek ve kazmak neredeyse iki saat sürdü. Bu süre içinde arabada bekleyen kadınla göz göze gelmemeye gayret ettim. Bir ara arabadan çıkıp iki yüz metre ilerideki bir kabre gittiğini, üzerindeki karı elleriyle temizleyip aldığı bir avuç toprağı öptüğünü gördüm. Benim gibi içinde derin kuyular saklayan insanların bu tür ortamlardan uzak durması gerekir aslında. Gözyaşı bizim en büyük düşmanımızdır. Keder ha keza. Bir ağlamaya başlarsam, cenaze cemaati ölüyü benim yakınım sanabilirdi. Yeter ki içimdeki yeşil ve ürkütücü kuyuya bir damla düşmeye görsündü. Kuyu öyle bir taşardı ki, yıllarca etrafına yığdığım ne kadar umut varsa yıkar da götürürdü.
Mezar yeri eşildi. Öğle ezanı okundu. Ahali ağır ağır gelmeye başladı. En önde ölüme daha yakın oldukları umulan ihtiyarlar, hemen arkalarında müteveffanın akranları, en arkada kadınlar. İhtiyar kadın arabadan inip mezarın başında diz çökünce, ileride mezarcılarla pazarlık eden Ali Efendiye seslendim. Şimdi çarçabuk buradan gitme zamanı. İnce bir urun gittikçe damarlanıp genişlediğini hissediyorum kaburgalarımın altında. Belediyenin cenaze arabası kabristanın girişinde durunca ahali o yöne doğru yöneldi. Kadına baktım o sıra. Gözlerini çukurdan ayırmadan öylece duruyordu. Ne zordur kim bilir, bacaklarının arsından sıyrılıp çıkışına şahit olduğum et yumağının büyüyüp serpildikten sonra, tam da yaşamaya başlayacağı sırada karanlık bir çukura sokulmasını izlemek. Ben buna dayanamam. Gökyüzünden serpilen beyazlığa inat kapkara bir keder geliyor üzerime üzerime.
Ölüm…Bana daima yakın olsun. Gözümün önünde. İçimde. Olsun ki, hayata aşk ile sarılırken, akıbetimi hiç aklımdan çıkartmayayım. Fakat herkesin bir ağrı eşiği var. Ne kadar yığma duvarlar gibi dikilirsen dikil, acı bir yerden sokulur içine. Kalabalıklar görmemeli kanayan yanlarımı. İlla ağlamam ve içimdeki cerahat dolu kuyuyu boşaltmam icap edecekse, bu yalnız başımayken olmalı.
Arabaya binerken cenazenin sırtlara bindirildiğini gördüm. Mezarın başı insanla örtüldüğü için, yaşlı kadını bir daha göremedim.
Bir hafta sonra yine aynı mezarlıkta, o mezarın yanı başındaydık. Bu kez ihtiyar kadını gömdük içindeki kara taşlarla birlikte. O gün gökyüzü bembeyazdı. Belki de hayatımda hiç görmediğim kadar beyaz. Böyle mi oluyor acılı ruhların göğe yükselişi? Böyle mi miras kalıyor geridekilere beyaz ağıtları? Kesmiş bileklerini kadın. Altmış üç yaşında. Bir çocukların intiharlarını anlayamadı bu aklım, bir de ihtiyarların…
Sedirlerde tüneyen karatavuklar imamın Allahu ekber deyişiyle kabristanlığın tenha bir tarafına kaçıştılar. Sedirler ve karatavuklar. Onlar normal değildirler. Geceleri uluyan, ağlayan, kafayı çekip çekip mezarların üzerine kusanlar da onlardır. Onlar bilirler merhumların bütün sırlarını. Bu günahkar dünyanın artıklarına, itimat ve hürmet etmezler o yüzden.
Bekçi taze bir mezarın üzerine dikili sedir ağacını göstererek “ Bu ölmüş adama yapılacak en büyük zulümdür” dedi. Sedir, hakkında söyleneni duymuş gibi titredi. Öldükten sonra ne önemi var başına ne dikildiğinin dedim. Adam yeleğinin küçük ceplerine soktu ellerini. Yüzüne baktım. Sanki o hiç ölmeyecek. Sanki başka bir cinsten bahsediyor. Gülümsemesi yok mu? Dudaklarında tüten, bıyıklarını tarayıp yükselen sigara dumanında binlerce ruh titriyor. Belki de ben bir rüya görüyorum.
“Kökler nasıl sarar bir iskeleti bilir misin?”
“Bilmem. Hiç gerçekten ölmedim.”
“Kimi kemikleri önüne katıp, ağır ağır daha derinlere doğru iter. Bütününden ayrılan uzuv feryat etmez mi? Sessiz sessiz. Kimseler duymaz. Bir Allah’a ayan. Kimi kemikleri deler de geçer sivri kökler. Zamanla genişler köklerin hacimleri. Kemik çatlar, ufalanır, toprağa karışır. Kimine kibar bir hanımeli gibi sarılıp sıkarlar. Çıtır çıtır kırılır incecik kaburga kemikleri. O göğüste yumuşatılmamıştır bir sevgilinin başı. Ortasından şehvetli nehirler akan iki tepe yükselmemiştir o çitlerde. Öyle yani. Hiç yaşamamış gibi olur insan. Bir kere ölmeye gör. Tükenmen için elinden gelen ne varsa yapar geride kalanların. Son iş sedirlere düşüyor işte. Kemikleri öğütmek!
Bekçi deli. Sedirler ve karatavuklar gibi. Hep beni bulur deliler. Bende onların işine yarayacak bir şey var. Fakat bilmiyorum ne olduğunu. Bu kadar delinin hayatımda olması bir tesadüf olamaz.
Çok uzak bir tümseğin başında başı sarıklı mezar taşına sarılmış ağlıyor bir adam. Bir şeyler sayıp döküyor. Çiğdem de böyle yapmıştı işte. Güç sökmüşlerdi onu annesinin mezar taşından. Fakat o değişti sonra. Kalbine tuhaf duygular girdi. Biz ip atlarken, o balkonda kararıp oturdu. Düşündü çok. Okula giderken bile düşündü. Derste düşündü. Öğretmen elini çenesine koyup izledi onu. Sonra babasını çağırdı. Babası ağladı biraz. Tahtaya döndü de sildi gözlerini. Çiğdem onlara bakmadı bile. Bir akşamüzeri eski bir at arabasının sırtında bilinmez bir yere götürdüler Çiğdem’i. Annem dedi ki “ Aklını kaçırmış yazık. Üsküdar’daki halasının yanına gönderdiler. Hava değişikliği iyi gelirmiş. Nesi iyi gelecek. Anasız kız.” Bunu söylerken elindeki çay bardağının altını tabağa sürtüyordu. Ayşe Teyze başıyla onayladı onu. Ben de biliyorum. Çiğdem deli. Annesinin mezarını dövdü çubukla.
Evet, kız işi değil bu işler. Fakat ben korkmuyorum. Hamiyet bile sabahın nurunda karanlık sokaklarda kaybolup işine gitti. Tezgahtan geçen kalıp peynirleri poşetliyordur şimdi. Başında pötikareli beresi. Ne düşünüyordur kim bilir? Tırnak diplerine dolan tuzlu peynire baka baka, hayatın da neden bu kadar beyaz olmadığını mı? Sanmam. Zira bu sualin cevabına giden yol dar ve karanlıktır. O karanlıkta ilerlemeye çalışırken aynı zamanda iş yapmak zor, hatta imkansızdır. Hiçbir şey olmasa ağlar insan. Hamiyet ağlayamaz. Gözlerindeki kanalizasyonu söktü birisi. Akarlarına da koca kıçlı fareler tebelleş oldu. O yüzden gözleri kıpkırmızı. O yüzden bir çift ölü yıllardır gözlerindeki teneşirlerde yatıyor. Onları yıkayacak kadar su yok gözpınarlarında.
İki yıl evvel cinayete kurban gitmiş gençten bir adam getirilmişti bizim dairenin morguna. Aslında çok nadir ölü kabulü yaparız ama, gencin babası çok ısrar etmişti. Çünkü şehrin bütün morgları doluydu o gün. Halim Abi gece vakti özel izinle, dairenin yerden iki kat aşağısında bulunan morgun soğutucusunu çalıştırdı da cenaze sahibi adamcağız rahat bir nefes aldı. Fakat bizim için huzursuz günler başladı. Kolay mı, bir ölünün üzerinde yürümek? Ne yaparsak yapalım bodrumda bir ölü olduğu gerçeğini unutamıyorduk. Muhasip Mustafa ilk defa o ay yüz bin lira açık verdi. Aramızda para toplayıp makbuz defterinin açığını kapattık ama, Mustafa meslek hayatında açılan bu gediği hiç unutamadı. O da ayrı bir hikayedir aslında.
Adamcağız günden güne delirmiş de hiç birimizin ruhu duymamış. Aslında dış görünüşünde, hal ve hareketlerinde bir tuhaflık yoktu ama, içini kemiren utanç onu günden güne insanlardan nefret eder hale getirdi. Anası bu durumunu bodrumdaki ceset yüzünden çarpılmış olabileceğine yordu. Muhasip Mustafa herkesten sonra çıkardı daireden. Aldığı evin kredisini ödeyebilmek için fazladan civar esnafın muhasebesini de tutardı. Karısı evde iş yapmasını istemediği için, mesaiden sonra iki üç saat dairede kalır işlerini öyle hallederdi. İri, uzun boylu sert mizaçlı bir adamdı. Fakat içimizde bodrum katındaki ölüyü en fazla düşünüp vesveseye kapılan da o oldu. Ceset bir hafta daha morgda kalaydı alimallah hepimiz tımarhaneliktik. Anlatılan peri hikayeleri bizi öylesine etkilemişti ki, bazılarımız tuvalete yanında muhafız olmadan gidemez olmuştu. Es kaza bir tıkırtı duyacak olsak hepimizin aynı anda kulakları dikiliyordu. Sesin kaynağını buluncaya kadar da rahat etmiyorduk. Dedim ya hayattaki en müşkül durumların belki de en başındaydı bir ölüyle aynı ortamı paylaşmak.
Mustafa, yine bir geç vakitte defterlere bakarken, binanın kazan dairesinden gelen hatırı sayılır bir gürültü duymuş. Korka korka o kata inip ne var ne yok diye bakmış. Kazanın yanındaki el arabasını yerde ters dönmüş ve tekeri fırıl fırıl döner halde görünce korkudan oracığa yığılı vermiş. Sabah hademe bulmuş onu. Güç bela daireye çıkartıp, birleştirdiği iki sandalyenin üzerine yatırmış. Elini yüzünü kolonya ile yıkamış. Biz daireye geldiğimizde Mustafa daha yeni yeni ayılmaktaydı. Durumun vahametinden bihaber olduğumuzdan daireye hırsız girdiğini, Mustafa’nın da onunla harp ederken bu hale geldiğini düşündüm. Tamamen kendine gelip gözlerini açtığında hepimizi şüpheli gözlerle süzdü. Deli bakışı dedikleri şeyi hayatımda ilk kez o an Mustafa’nın gözlerinde gördüm. Bereket versin ki bu hali uzun sürmedi. Yoksa bodrumda bir ölü, yan masada bir deli olduğu düşüncesi zaten renksiz olan hayatımı büsbütün çekilmez kılabilirdi.
Morgdaki genç tam altı gün misafirimiz olduktan sonra memleketinde gömülmek üzere cenaze arabasına kondu ve onunla beraber, dairemizin bütün odalarını işgal eden kara duman da çekilip gitti. Müdür bir daha böyle bir şeye müsaade etmeyeceğine belki de yüzlerce kere yemin etti. Her ne kadar daireye pek teşrif etmese de, morg tam onun odasının hizasında bulunduğu için o da bir hayli tırsmıştı.
Yalan yok, ben de en çok korkanlar arasındaydım. Ama bununla beraber, kendimi ara ara morgdaki gençle konuşurken buluyordum. Öyle yanına gidip falan değil tabi. Öğle aralarında. Oturduğum yerden. Ona cevap veremeyeceğini sandığım sorular sordum. Ölüm anı hakkında, neler gördüğü konusunda. Cevap verdi. Dairenin aralık kapısından sıyrılıp masamın yanındaki koltuğa oturdu. Çok güzel bir çocuktu. Asla öleceğini düşünemeyeceğiniz kadar…Hatta kulağının arkasındaki kabarmış kanlı et tümseği ensesine doğru kanamasaydı, ona ölmüş diyemezdim bile. Biliyorum ki, o ve anlattıkları zihnimin bilerek girdiği bir oyundan başka bir şey değildi. Belki de bu sayede morgdaki cansız bedeninden korkmamaya çalışıyordum. Korkunun içine girmek, onu uzaktan seyredip, gafil bir anımda beni esir almasını beklemekten daha akıllıca gelmiştir hep. Ne zaman bir şeyden çok korksam, gözlerimi yumdum ve karanlıkta duvarlara tutuna tutuna tünelin sonundaki aydınlığa doğru yürüdüğümü hayal ettim. Hangi acı sonsuza kadar sürmüş ki dedim kendi kendime. Kutuplarda bile altı ay süren karanlığın ardından sabah geliyorsa, evlatlarını kaybedip, artık bir gün dahi yaşayamayacağını söyleyen analar bile gün gelip gülümseyebiliyorsa, şu hayatta dayanılamayacak hangi acı var? Çoğunlukla işe yarar bu telkin. Fakat öyle uğursuz anlarım olur ki, ne söylesem, ne düşünsem kendimi avutamam. Nesrin Teyze köz söndürür durur başımda. Ona kalırsa nikah geçmeliymiş üzerimden. Vaktiyle onların köyünde bir kız varmış. Nazardan hastalanıp yataklara düşermiş kız. Fazladan üç harfliler de tebelleş olmuş ona. Vakitli vakitsiz evden çıkıp çıkıp tepedeki kayalıklara gider olmuş. Anası babası işinin ehli bir hoca efendiye danışmış kızın bu durumunu. Hoca efendi bir ayak evvel kızın evlenmesi gerektiğini buyurmuş. Kızlarını kiminle evlendireceklerini bilemeyen ihtiyar ana baba yine hoca efendiye varıp, ondan, bir münasip yol göstermesini dilemiş. Hoca efendi de büyüklük edip, köy yerinde hastalıkları yüzünden ıskartaya çıkan kızı, elli beş yaşlarındaki oğluyla nikahlamış. O dakikadan sonra kızın yüzüne renk gelmiş. Bir daha da hiç hastalanmamış.
Nesrin Teyze mütemadiyen evlenmem konusunda telkinlerde bulunsa da, aslında benim kimseyle evlenemeyeceğimi çok iyi biliyor.
Morgdaki ceset işi haftalar sonra unutuldu. Hayat normal seyrine döndü. Ta ki; muhasip Mustafa’nın karısı bir sabah daireye gelene kadar.Müdür odasının aralık kapısından kadının anlattıklarını duydum.
“Müdür bey, inanın Mustafa’nın hali hal değil. O açık verme meselesinin, arkadaşlarınca zimmete para geçirme diye düşünüldüğünden emin. Bu düşünce onu kahrediyor. Siz de bilirsiniz ki, o çok namuslu bir adamdır. Bunca yıldır borç ödüyor olmamıza rağmen daha bir kere, her gün niceleri gelen uygunsuz tekliflere tenezzül etmemiştir. O yüz liralık açık akıl karışıklığından ileri gelen bir hata olmalı. Rakamları mı yanlış yazdı, para üstü verirken mi dalgınlığına geldi, kendisi de bilmiyor. Ne olduysa dairede bayıldığı geceden sonra oldu zaten. Ondan sonra aklını toparlayamadı. Bu açığı da o ara yapmış olacak. Ne olur onunla konuşun ve ondan emin olduğunuzu, ona güvendiğinizi söyleyin. Yoksa delirecek.”
Müdür yarı umursamaz bir tavırla “delirmekte nereden çıktı” diye sordu. Kadın anlatıp anlatmamakta biraz tereddüt ettikten sonra müdür masasına biraz daha eğilerek “Delirecek diyorum” dedi. “Biliyorum çünkü onunla ben yaşıyorum. Yirmi yedi yıllık kocamı tanıyamaz oldum. Geceleri uyumuyor. Bunu abartı olsun diye söylemiyorum; gerçekten uyumuyor. Sürekli bir şeyler mırıldanıyor. Bir iki kez “neyin var” diye soracak oldum, bana öyle bir baktı ki bir daha bir şey sormaya cesaret edemedim. Sonra hepsinden önemlisi cebinde bulduğum liste…”
“Ne listesi?”
Kadın aralık duran kapıya bakınca hemen önümdeki evraka döndüm. Çok geçmeden odanın kapısı kapandı. Ondan sonra ne konuşuldu duyamadım. Liste neydi? Neden bu kadar gizli ve karanlık kalmalıydı? Bunların cevabını kısa bir zaman sonra felaket bir şekilde öğrenecektim.
Bir gün keşif dönüşü odaya girdiğimde Mustafa’yla karşılaştım. Çıkmak üzereydi. Acelesi var gibiydi. Beni görünce duraksadı. Yarım bir şekilde gülümsedi. Karısının sözlerini duyduğumdan beri ondan korkar olmuştum. Bir yandan da ondan korktuğumu fark edecek, büsbütün berbat bir durumun içine düşeceğim diye korkuyordum. Ayaküstü bir sohbetten sonra çay içip içmeyeceğini sordum. Kapı ağzında duruyordu, nasılsa az sonra gider diye düşündüm. Ama umduğum gibi olmadı. “Neden olmasın” diyerek benden önce masama geçti. Misafir sandalyesine yayıldı. Makbuz defterini dizlerinin üzerine koyup, gözlerini bana dikti. Daha mesainin başlamasına yarım saat vardı. Çaycı Şenol bile on beş dakikadan evvel gelmezdi. Hiç değilse eli oyalansın diye yakındaki bir çay ocağından iki kahve söyledim. Mümkün olduğunca ona bakmamaya gayret ediyordum. Havada dalgalanan sinek öbeğine takıldım. Bakışlarımı onların kanatlarının merhametine bıraktım. Nereye süzüldülerse onlardan evvel oraya kondum. Korku insana neler düşündürüyor? Bir ara o sinekler kadar kayıtsız olabilmenin ne büyük nimet olduğunu bile düşündüm. Talihe bakın ki, sinekler Mustafa’nın kirden kayış gibi olmuş ceket yakasına konunca, adamla göz göze gelmek kaçınılmaz oldu.
“E Mustafa Abi, neler yapıyorsun?”
“Hiç ne olacak? Sürünüyoruz. Sana bir şey soracağım. Bir kızım var. Sence onu hangi liseye verirsem hayatı kurtulur?”
Okullarını zar zor bitirmiş birine sorulacak en son soruydu bu. Yanlış bir söz söylemek de istemiyordum. Çaresiz lafı kıvırmaya baktım. Bunu okuldaki hocalarından öğrenebileceğini falan söyledim. Pek tatmin olmadı. Rahatsız birkaç bacak hareketi yaptı. Bıyığını çekiştirip durdu. Dalıp giden gözlerinde daralıp genişleyen bir şeyler vardı. Denizanası gibi açılıp kapanan, saydam fakat ürkütücü bir şey. Bendeki bu huydan nefret ediyorum. İnsanların gözlerinden kafalarındaki gizli sandıklara girmek huyundan. Ama bir kere olsun yanılmadım. Belki bir iki sefer aksi çıksaydı hissettiklerimin, bu gözlerde gölgeler arama huyumdan ebediyen vazgeçecektim.
Mustafa susmuştu. O arada kahvelerimiz geldi. Adam ağır ağır kahvesini yudumlarken tek gözü kısık bir şekilde karşı binalara doğru bakıyordu. İki bina arasından süzülüp balıkhaneye doğru kanat açan iri bir martının gölgesi göründü yüzünde. O zaman yüz hatları birazcık yumuşar gibi oldu. Ah bu martılardaki ruha huzur veren tabiat kimde var? Gözünü sevdiğim maviliği sırtlar da dökerler insanın karanlık yanlarına. Deniz kokar martı gölgesinin geçtiği bozkırlar bile. Sesleri azıcık çığlıklarımızı hatırlatsa da, kanatlarındaki gri heybet örter bütün ayıp yanlarımızı ve yaralarımızı…Şanslılarımız şiir bile yazar belki.
Mustafa…Alnının ortasından havalanan martıya rağmen tarifsiz bir sıkıntıyla büzüldü dudakları. Çantasının fermuarıyla oynadı biraz. Durup durup saatine baktı. Konuşacak bir şeyler icat etmeye çalıştım, olmadı. Sustuk. Neyse ki çaycı Şenol beklediğimden erken geldi. Mustafa kahve için teşekkür edip çıktı. Bu onu son görüşüm oldu. Daha doğrusu yaşarken son görüşüm.
Ertesi sabah işyerine gittiğimde herkes ağlıyordu. Meğer Mustafa benim yanımdan ayrıldıktan sonra çarşıya gidip kendine birkaç metre ip almış. Zahirecinin ikram ettiği pideyi yedikten sonra civardakilerle vedalaşıp gitmiş. Gece yarısına doğru bir dağ evinde asılmış halde bulmuşlar onu.
Dairedeki çekmecesinden “öldüreceklerimin listesidir” yazan bir kağıt çıkmış. Listenin en başında birlikte çalıştığı arkadaşı Namık vardı. Yaklaşık on beş kişinin adının geçtiği liste günlerce incelendi. Adı geçen herkes korkuyla ve hayretle Mustafa’nın neden böyle bir işe kalkıştığını, neden hiçbir sebep yok iken kendilerini öldürmek istediğini düşündü durdu. Ne yazık ki bütün cevaplar hayata çoktan dur diyen Mustafa’nın karışık hafızasında kaldı. Arkasından bir sürü efsane aldı yürüdü. Gaipten sesler duyduğundan tutun da, küçük bir kızın sürekli onu takip ettiğine kadar. Bunların ne kadarını Mustafa anlatmıştı, ne kadarı uydurmaya doğuştan yatkın ahalinin hayal ürünüydü bilemedik.
İşte bu intihar vakası daima bodrum kattaki morgda yatan cesetle birlikte anıldı. Mustafa dairede baygın kaldığı gece neler görmüştü de aklını yitirmişti? Kimileri morgdaki mevtanın kalkıp yürüdüğünü, Mustafa’nın da onu görünce fenalaştığını söyledi. Bütün doğu memleketlerinde olduğu gibi, bizim memleketimizde de bu tür hikayeler çokça pirim yaptığı için, uzun süre ceset ve Mustafa arasındaki karanlık mevzu ballandıra ballandırıla anlatıldı. Şimdi arada bir elektrik kesintilerinde duyulan ince uğultular bize bu talihsiz vakayı hatırlatır. Bazılarımız aramıza yeni katılan gençlere ve stajyerlere daire mazimizin bu eşsiz ve ilginç vakasını anlatır. Her ne olursa olsun Mustafa içimizde yatan sızılı bir hayalettir. Belki o cesetle falan karşılaşmamıştır ama, bizler onun her an başımızdan aşağı bakan hayaliyle yaşamaya mahkum edildik. Ne zaman makbuzda kalem hatası yapacak olsam, Mustafa’nın sağ omuz hizamdan bana baktığını ve için için söylendiğini hisseder tepeden tırnağa ürperirim.
Gözler işte. Bütün gizler şifreler yollar onlarda gizli. Hani bakmasam da görmesem kimsenin kırık yanlarını. Hani benimle alakası olmayan girdaplara düşüp döne döne boğulmasam. Hamiyet kapımın önünden geçmese her gün. Geceleri yatağında ıslak bir kedi gibi titrediğini hissetmesem.
İşe gitmeyeceğim bugün. Canım deniz çekiyor. Şöyle sahile çıksam, kırıla kırıla yürüsem kumsalda. Ayağımı çeker çekmez yalayıp yutsa ayak izlerimi deniz. Ben onu çok önceden beri seviyorum. O da beni sevsin. Hiç değilse o gizlesin nasırlı yanlarımı. Benim kimim var kendimden başka? Deniz biliyor her şeyi. Nasıl bir papatya gibi dökülüp koca bir gövdeden ibaret kaldığımı. Nesrin Teyzem kocadı. O da gider, ben büsbütün budaksız kalırım. Onun mavi yaşmağı var. Hiç çözmez başından. İnce bir deniz akar alnından şakaklarına. Omuzlarına köpüklü bir şelale dökülür. Bakar dururum her akşam.
Gideyim de, deniz sevsin beni.
Az sonra yağmur yağacak. İçimden titrek bir şeyler geçiyor. Rüzgarla cenk eden ağaçlara bakın! Ne kadar derin bir hüzün ve fakat ne kadar derin bir huzur var figanlarında. Şimdi benim de o kadar kalın bir gövdem olsa. Bir buçuk metre yukarıdan üçe ayrılsa. Uzayıp giden yan dallarımdan kırılgan ışkınlar çıksa. Üzerlerinde şamar gibi yaprakların tutunduğu ışkınlar. Şu rüzgar benim kollarıma girse, benim yapraklarımla sevişse.
Hışırtı. Uyku.
Rüzgar da sevsin beni. Benim adım Rüzgar.
***
Bu bir rüyadır. Başımı öptü de televizyon seyretmeye gitti Nesrin Teyze. Saçımın bir tutamımda buruşuk dudak izleri kaldı. Çilek kokulu bir iz. Hep şu Nazan karısının halt etmesi. Güya ruj çatlayan dudaklara iyi gelirmiş. Seksen üç yaşında Nesrin Teyzem, kırmızı, paraşüt gibi bir ağızla dolaşıyor. Hamiyet’in dedesi var en üst katta. Teyzemi görünce bir tuhaf oldu adam. Gülecek gülemiyor. Teyzemin ağzı koca düz bir çizgi. Kıpkırmızı. Sanki biri suratına balta saplamış da çekmiş sonra. Geri de bu derin kanlı yarık kalmış.
****
...ENGİNDENİZ...
YORUMLAR
Gecikmeli tebrikimi kabul et değerli kardeşim, anaokuluna giden ortanca torunum sömestr tatili olunca bana geldi. Çok sık giremiyorum.
Öykünün tamamlanmış halini okumayı çok isterim.Soyadın gibi engin hayal gücünü, isimsiz yazılarında bile okusam bilirim.Tebrikler canım, güne çok yakışan bir yazıydı, diğer yazıların gibi sevgi ve selamlarımla.
Aynur Engindeniz
Güzel sözlerin için çok teşekkür ederim. İyi ki var dediklerimdensin.
Sevgiler.
handan akbaş
Selam, sevgi ve dualarımla güzel kardeşim.
Aynur Engindeniz
"Ölüm…Bana daima yakın olsun. Gözümün önünde. İçimde. Olsun ki, hayata aşk ile sarılırken, akıbetimi hiç aklımdan çıkartmayayım. Fakat herkesin bir ağrı eşiği var. Ne kadar yığma duvarlar gibi dikilirsen dikil, acı bir yerden sokulur içine."
evet her ölüm ayrı bir yaradır kendine en yakın olanın yüreğine açılan ve herkes yek diğerinin acısını uzaktan seyreder..yaşamayan ölümün varlığını tümden unutur yaşayan ise ölümle yaşar içinin diğer yarısının ölüsüyle beraber...
Allah sevdiklerimizle evlatlarımızla öğretmesin İnşallah ama ölümü unutmamak gerekir...Aslında yazılan hikaye bana çok hoş bir filmi hatırlattı hatta adını aradım uzunca bir süre hatırlayamadım...çok güzel emek ve yürek işi bir çalışma ENGİNDENİZ imzası bu tip yazıların altında kalite göstergesi gibi durmakta ellerin dimağın dert görmesin sevgiler selamlar
sevgili Aynur
Aynur Engindeniz
Sevgiler o güzel hümanist kalbinize...
Pehh dedim pehhh...
Maşallah canım bir ara verdin.Bir geri geldin.Sanki bizim köye yeni köprü yapılmış sandım:)
Dünden beri okuyorum ancak bitti:)
Aslında dün bitirmemek isteyişimin nedeni var.Ne mi? Demek merak etmiyorsun.Bende söylemeyeceğim:)
Ayakkabısının altında ki çiviyle bir şeyler yazan resimler çizen kız bana çok tanıdık geldi.Beni sussturdu.Sen görmedin onu.Bana baktı kocaman gözleriyle.Bende sustum.Aslında hiç susmam bilirsin.
Sonra bende gördüm Mustafayı. Çok merak edip yanına gittim gece.Oturmuştu öylece.Bana baktı.Sonra önüne eğilip elleriyle bir şeyler yaptı.Aklını benden ve gözlerimden en çokta soracağım şeylerden uzak tutmaya çalışıyordu.Farkettiğimi anlayınca,kenarda duran taburenin üzerine iliştim.Soğutucunun ayarını kapattım..Çok soğuktu.Sanırım dişlerimin takırtısı bundan da.Bazen Mustafa üzerine beyaz çarşafı çekip uzanıyordu.Beyaz çarşaftan bir kan sızım sızım akıyor.Bir hırıltı yükseliyordu....
Korktum. Mezar açılırken. Sonra annenin bileğini kesişinden.Sonra ipi alıp esnaf ile helalleşmesinden...
Ne bu yaa.Gece kuşağı kabus lotomotifimi....
İyi ki parça parça okudum...
Neyse ben sarmaşıklı kapının oradayım.Mavi ile yeşil boncukları birbirinden ayıracağım...
Seviliyorsun-tarafımdan.
Kalabalığı görünce ooo dedim, baktım cenaze var, dedim kasaveti biraz dağıtalım.
Birkaç ince ayarda bulunayım önce müsaadenle, eleştiri değil de lokal anestezi niyetine kabul et
1-[“O kadar rica ettim, hala yağlamadılar şu kapıyı”]
Yağsız kapıda pek lezzetsiz olur canım, kösele gibi. Dediğin gibi önce biraz yağlayacaksın, üstüne kekik, biraz kırmızıbiber biraz da tuz attım mı hımm nefis. Bazı yörelerde bunun şerbetlisini de yaparlarsa da benim favori kapım yağlı olanı :-)
Menteşeleri yağsız kapının konumuzla alakası yok, okey
2-[“Rüzgar, bak bir bulut!”
“Neye benziyor?”
“ Kemana olabilir mi?”]
İyi bak iyi, kuyruklu piyanodur o, ne kemanı. Hayal gücüne maşallah diyorum. Nazar almasın diye(ciddiyim) Mesela ben benzetsem neye benzetirdim; herhalde kemençeye, karandi :- )
3- [Yağmur’la çayıra uzanmışız........] (Rüzgâr’ın ağzından)
Rüzgâr ile Yağmur iki arkadaş değil mi? İki arkadaş için ikisi bir arada ilginç isimler. Hani Hüseyin- Yağmur, Rüzgâr-Ferit, Yağmur-Cüneyt, Rüzgâr-Şerafettin, Süleyman-Bülent, Lorel-Hardi, Edü-Büdü gibi ikili isim kombinasyonları bir derece idare eder de Rüzgâr ile Yağmur biraz Teşkilât-ı Mahsusa üyeleri gibi duruyor. Sanki isimleri değil de kod adları. Rüzgâr, Yağmur ve diğerleri Boran, Yıldırım, Güneş, Şafak vs.
4-Hikâyenin karakterlerini şöyle bir sayıyorum. Önce dirileri;
Üst kattaki evin adamı, Hamiyet, Hamiyetin annesi, Rüzgâr, Yağmur, Rüzgârın annesi, Çiğdem, Çiğdemin annesi, Fazıl, Kamil abi, Çaycı Şenol, ihtiyardan bir kadın, arabanın kasasında oturan adamlar, şoför Ali efendi, Bekçi, Mustafa, Mustafa’nın karısı, Müdür bey, Çiğdemin öğretmeni, Çiğdemin babası, Çiğdemin Üsküdar’daki halası, Ayşe teyze(ne alakaysa artık), Halim abi, Nesrin teyze, Nesrin teyzelerin köyündeki evde kalmış kız, Nesrin teyzelerin köyündeki hoca efendi, Nesrin teyzelerin köyündeki hoca efendinin elli beş yaşarındaki oğlu, Mustafa’nın beraber çalıştıkları arkadaşı Namık, zahireci, Nazan karısı, Hamiyetin dedesi, üç tane imam( ikisi Hamiyetin gözlerinde birisi mezarlıkta) , bir müezzin (öğle ezanını okuyan) bol miktarda cenaze cemaati.
Ölüleri saymıyorum artık.
Başlarda başrol oyuncusu Hamiyet gibi duruyordu, sonra ibre birden Rüzgâr’a döndü. Oradan Çiğdeme, akabinde yaşlı kadına ve son kurban Mustafa. “Suç ve Ceza” da bilem bu kadar zengin oyuncu kadrosu yok. Her ne kadar uzun gözükse de böyle kısa hikayeler için bu kadar kalabalık bence handikap. Zira kafa karışıklığı nedeni ile okuyucu erozyonuna sebebiyet verebilir.
5-[ “...............Biliyorum ki, posta kutumdaki zarflara bakıyor. Kredi kartı ekstreleri, konferans davetiyeleri, faturalar vesaire..................”
“...................Bir akşamüzeri eski bir at arabasının sırtında bilinmez bir yere götürdüler Çiğdem’i.......”]
Yukarıdaki iki cümleyi aynı zaman içinde kullanmaya kalkıyorum bir türlü senkron tutturamıyorum. Zira “kredi kartı ekstreleri” terim olarak günlük yaşantımıza girdiğinde at arabaları tedavülden kaldırılalı en az bir otuz yıl olmuştur herhalde. Hadi nakliye aracı olarak neyse de hele hele toplu taşımada
6- [“Bekçi taze bir mezarın üzerine dikili sedir ağacını göstererek “ Bu ölmüş adama yapılacak en büyük zulümdür” dedi.....
.......Kökler nasıl sarar bir iskeleti bilir misin? Kimi kemikleri önüne katıp, ağır ağır daha derinlere doğru iter. Bütününden ayrılan uzuv feryat etmez mi? Sessiz sessiz. Kimseler duymaz. Bir Allah’a ayan. Kimi kemikleri deler de geçer sivri kökler. Zamanla genişler köklerin hacimleri. Kemik çatlar, ufalanır, toprağa karışır. Kimine kibar bir hanımeli gibi sarılıp sıkarlar. Çıtır çıtır kırılır incecik kaburga kemikleri. O göğüste yumuşatılmamıştır bir sevgilinin başı. Ortasından şehvetli nehirler akan iki tepe yükselmemiştir o çitlerde. Öyle yani. Hiç yaşamamış gibi olur insan. Bir kere ölmeye gör. Tükenmen için elinden gelen ne varsa yapar geride kalanların. Son iş sedirlere düşüyor işte. Kemikleri öğütmek...”]
Yazının bence daha doğrusu beni en çok etkileyen kısmı bekçinin bu sözleri oldu. Müthişti gerçekten.
Tebrikler(Bekçiyi değil ha :-),
Selamlar, saygılar
Not: Hamiyetin gözlerde maşallah göz değil Teşvikiye camiinin avlusu mübarek :- )
Aynur Engindeniz
Hoşgeldin sitenin ağır abisi...
Rüzgar ve Yağmur kardeş. Bu öyküde baş ve son belirsiz. Çünkü bu okuduğunuz parça bir romandan daha doğrusu uzun öyküden küçük bir kesit. Sayılan bütün karakterlerin hikayenin gelişen bölümlerinde ara ara sahne alıp çıkıyor. Baş rollerde gerçekten Hamiyet var. Hamiyet'in bir sırrı var. Bütün öykü bu sırrın üzerine kurulu. En sonunda sır sıradışı bir şekilde çözülüyor. Asıl o zaman senin yorumunu görmek isterdim ama, burada paylaşmayacağım :))
Peki neden başı sonu belirsiz bir kesiti burada paylaştım? Okuyucu tepkisini merak ettiğimden...
Rüzgar zaten otuzlu yaşlarda bir kız. Köyden iş için kente gidenlerden. Çiğdem'in at arabasıyla kasabaya gönderilişi o yüzden şaşılacak iş değil. Ki hala at arabaları iş görmekte bizim buralarda.
Kahramanlarım bol olsun, onları öykü içinde küçük öykülere dağıtıp, yeniden toplamasını bilirim ben:)) Hakikaten bu yazmak işi mucizevi bir şey...Kendinizi biraz fazla kudretli hissediyorsunuz. Müsahale edemediğiniz hayata inat, hayalden kahramanlar üretip onlara istediğiniz aşkı yaşatıp, istediğiniz eziyeti çektirebiliyorsunuz. Yani hayal işçiliği...Bu yüzden Rabbime şükrediyorum.
Bekçi felsefe yapmış. Çalışmanın diğer bölümlerinde bu tür felsefi cümlelere rastlamak mümkün. Fazlası yazanı bile bayıyor:))
Yani henüz deneme yayınındayım abi. Azıcık torpil geçsen ne olur sanki:))
Şaka bir yana, çok teşekkür ederim bu emek dolu güldüren yorumundan dolayı. Hamiyetin gözündeki Teşvikiye Cami ben bir süre daha güldürür:))
Saygılar sevgiler çokça...
sevgili aynur güne gelen sıradışı öykünü tebrik ederim..
konusu oldukça farklıydı.uzun oluşu hoşuma gitti roman okur gibiydim.kurgu çok farklıydı.bu ise sizin farklı oluşunuzdan kaynaklı.öykülerinizin çizgisi bir tarzınızdan ödün vermiyorsunuz.gönülden tebrik ederim tekrar. sevgi ve selamlarımla..
Aynur Engindeniz
Mutlu ettin, sevgiler çokça...
Aynur Engindeniz
Okuduğunuza çok sevindim. Diğer arkadaşlara da söylediğim gibi bu üzerinde çalışmakta olduğum bir uzun öyküden kısa bir kesit. Okura sunup gidişatımı görmek istedim.
Teşekkür ediyorum varlığınız için.
Sevgiler.
Aynur Engindeniz
Sevgiler.
Başını kaldırmak istemiyor. Hep o tahta, tabut denen oturağın altında, saçlarıyla yeri süpürüyor. Güneş batmak için bugün erkenci. Sapsarı saçlarıyla, alnına bir yol çiziyor birden bire. Bir çizik, tahtaya çakılan çivi orada olmamalıydı. Ağlıyor, sızlıyor ve biraz naftalin kokusu, anne eli; oyasız mendiller ritüeli az evvel gösterime girdi bile.
Birkaç on yıl sonra bir mezarlık köşesi. 'Burası şöyle, şurası şöyle olmalı!' Amir yorgun gözlerini kısıp, güçlü görünmek zorunda. Toprağın rengi hiç bu kadar kahverengi olmamıştı sanki! Parmakları arasına herhangi bir mezardan toprak alıyor ve elleriyle ufalıyor. Elleri çamurlu şimdi, elleri üşüyor. Kaleme nefesini verip, donunu çözmek isteyen yaşlıca bir adam az ötede. Yanında da ibrik, mavi mavi.
Yeşil uzaklarda kalmış bir sevdalı gibi hasret bu aralar. Mermerler cennetine uzak olduğunu zanneden topluluklar akıyor boy boy şehirlere. Bu akşam kızıl kıyamet kış, son senfoni 'hüzün!' Sapsarı saçlarına kahverengi bulaştıran kaderini sevmeye çalışıyor bir kız hala. Ellerinde toprak lekesi. Ağaçlar mutlu mesut. Naftalin kokusu hiç olmadı kadar uzak ama toprak geçmişe özlem.
-Kızım, ne güzel bir çeyiz! Maşallah!
Kendi kendine saat işlemeye devam ediyor. Ölüm daha bir gerçek ve yakın sanki.
Aynur Engindeniz
Çok teşekkür ediyorum kelime ustası kardeşim.
Selamlar.
Sizinle aynı gün nesirde ana sayfada denk gelmek ne hoş bir süpriz..
Anlatımda berraklığınız hep takdirimde türkçemizi gelecek nesillerimiz için tertemiz kullanmak
hepimizin borcu bu konuda da hep öndesiniz.
Ve öyküdeki mistik lirik tad yüreklere çabucak dokunabiliyor
yine bu kaleminizin mahareti..
Emek ve yetenek
özet bu
Tebriğim ve sevgimle Aynur hanım
Aynur Engindeniz
Benim için güne gelmek değil de, bu kadar uzun bir öykünün okunması ve ilgi görmesi bile sürpriz oldu sevgili yazarım:) Sıkılarak eklemiştim ama çok şükür uzunluğa bir tepki almadım:)
Daha nice başarılar sizin olsun inşallah.
Teşekkürler ve sevgiler çokça...
Aynur Engindeniz
Sen de benim sevgimdesin küçük dev yazarım.
Aynur Hanım yazınızı yorumlar ile birlikte okudum zira ölüm pek çoğumuzun içini ürperten bir son,tabi son olduğu da tartışılacak bir konu.daha beş yaşında iken kendini saman ahırına asmış bir adam ile yüz yüze gelmiştim ve o anda gördüklerimi tasvir etmek istemiyorum.O görüntü beni ne kadar korkutmuştu ki gece olunca dışarıdaki tuvalete hatta sokağa çıkamıyordum.Oysa köy yerinde bu olağan bir durum değildi.Rahmetli anacığım bu durumu farketti.Günlerce benimle konuştu,hikayeler anlattı.Gece yolda kalırsam en güvenli yer olarak mezarlıkları gösterdi:))Sonrasında onun haklı olduğunu gördüm.Yaşarken yanında veya kucağında yattığı kişilerin vefatında yanlarında bile durmaya çekindiklerini görünce onlara karşı ne hissedebileceğimi bilemedim.Tam on yıl önce paşam dediğim oğlumu öpüp koklayarak kendi ellerimle suyunu dökerken ayakta zor duruyordum ama bu korkudan değil onunla yaşayamadığım güzel günlerin kayıp olma acısından idi.Mezarında onun ile konuşurken çok buldum kendimi,intiharı düşünmedim değil ama onunla diğer tarafta buluşamama korkusundan vaz geçtim.her geçen yılda ona daha çok yaklaştığımı hissederek yaşıyor ve ölümü bir son değilde bir bir vuslat olarak görüyorum.
Sizin bu satırlarınızı okuduğumda daha çok şeyler vardı yazacak ama tamamlayamayacağım ...Kaleminize sağlık ,saygılar efendim.
Aynur Engindeniz
Teşekkür ediyorum okuduğunuz için.
Rabbim yaşadığınız acılardan daha büyük bir ferahlık versin size.
Saygılar.
"Mezarlık Müdürü" "Mezarlık Bekçisi" " Mezar Kazıcı" gibi mesleği olan insanlar ve onların ruh sağlıkları nasıl olduğu geldi aklıma.yazını okurken. Ben bile oturduğum yerde bir garip oldum. Bu insanlar nasıl sürdürürler bu işi bilemedim.
Ama gece çökmüşken okuyunca, benim tüylerim diken diken oldu bilesin :(
Billur T. Phelps tarafından 1/21/2012 7:49:08 PM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
O meslektekilerin psikolojileri nasıl bilmem ama, gördüğüm kadarıyla duruma adapte olmuş haldeler. Gülüyor eğleniyorlar.
Ben de senin ilk öykülerini okurken diken diken olmuştum:) Ödeştik sevgili yazarım:)
Teşekkür ediyorum.
Sevgiler çokça.
Billur T. Phelps
Kısasa kısas yaparsın ha! Sen görürsün o zaman.Bir tane var elimde hop hop hoplatacak hepinizi, ama henüz bitmedi. Şimdilik ben hopluyorum yazarken. Arada bir de frene basıyorum. Abartma kızım diye :)))))))
Las Vegas aynen senin de yazdığın gibi yazılıyor ve daha önce Meksikalılara ait bir bölge olduğu için o dilde bir isim. Manasını sorma
ben de bilmiyorum çünkü :))))
toprak kokulum başka yazmış bu sefer
geniş zaman aralığında yeniden okuyup yorumlamalı
.
Aynur Engindeniz
Hayret ! neden askıda kaldığımı hissettim ki.ne güzel akıp gidiyordum mısralşarda oysa.Neden bütünlük hissi oluşmadı içimde.Ve içimde yığılan bu imgeleri nereye ascağım şimdi.Ölüm neyi işliyordu içimde.Yaşamak ölümleri izlemekmiydi.Neden ruhlar havada kaldılar ve neden intihar etti birileri.Niye her ölüm yakışıksız kaldı satırlarda.Ve neden içimde uyanan hisler ölmeden Öldü bu yazı.
Bir solukta okuyamadım.Aralıksız ama kalemin gittiği her durağı duyumsayarak okudum.Arkası yarın tadında bitti.Dilerim burada kalmaz. Başarıyı objektif bir dizayn içinde gördüm.Bilgilendiğimden de eminim bu arada .Finali bulamamak istisna çok ama çok sevdim sağlıcakla kalın.
Aynur Engindeniz
Haklısınız, final yok. Çünkü bu bitmemiş bir öykü. Daha doğrusu uzun hikaye çalışmamdan bir kesit. Paylaşmamın sebebi eleştirileri görüp ona göre devam etmekti.
Daha çok şekil değiştirecek, belki elemelere tabi tutulacak, belki bir şeyler eklenecek. Öykü devam edip gidiyor. Öyle soluksuz, sürükleyici bir şekilde değil, salyangoz misali sürünerek ama iz bırakarak gitsin istiyorum. Biliyorum, çok çalışmak lazım...Bunun içinde gerekli motivasyonu topladım bugün :)
Okumanıza ve beğenmenize çok sevindim. Eleştirilerinizi hiç çekinmeden bırakabilirsiniz. Çünkü yazı paylaşma sebebim buydur daima.
Saygılar çokça.
Gözlemler, tasvirler, tahlilller ve anlatım...Tek kelimeyle kusursuz bir yazı. Bir başka arkadaşın da belirttiği gibi bu tür uzun yazıları en az iki bölüm halinde yayınlamak kanaatimce daha iyi olur. Her ne kadar uzunluğuna rağmen kendisini okutuyor olsa da.
Kaleminizdeki bu başarının hayatınızın her alanına yayılması dileklerimle selam ve saygılar sunuyorum.
Aynur Engindeniz
Ben de size hayatınızn her alanında hayırlı başarılar diliyorum. Okuyup değerlendirdiğiniz için. Teşekkürler. Saygılar.
Merhaba Aynur Hanım,
Bu siteyi sizin sayenizde bulmuştum. Yazı ve yorumlarımı orada da sürdürdüğüm bir sitede sizin bir yazınızı okumuştum. Çok beğenmiştim. Yorum olarak da belirtmiştim. Bu denli güzel ve farklı türde yazı yazan bu kalem kim diye araştırırken bu site çıktı karşıma. Yazdıklarınızı görüp, büyük çoğunluğunu okuyunca size olan beğenim daha da arttı. Bu siteye kaydolup yazı ve yorumlara başladım. İlk yorumumu da size yapmıştım. üç-beş kalem hatanızı belirtmiştim. Daha sonraki yazınızda gördüğüm hataları mesajla bildirmiş, siz de; yorum hanesine koymamı rica etmiştiniz. Tahmin ederim yapıcı yorumumdan herkes faydalansın istediniz. Ben de yazınız altına koydum eleştirimi.
O günden bugüne dek yol yöntem göstererek onlarca kaleme yapıcı eleştirilerim oldu. Yararlanları görüyorum. Kimilerinin umurunda olmuyor. Bu dönem içinde dört olumsuzlukla karşılaştım.
Bir hanımın karşı ifadesi: Siz içeriğe bakın. Bir başka hanım: Yazara(!) baskı yapıyorsunuz.
Genel eleştirlerde bulunan entellektüel (Bu sözcüğü hiç sevmem.) görünüşlü iki bay kalemin ise, verdikleri yanıtlardaki dolambaçlı sözlerinden anladım ki eleştiriye tahammülleri yok.
Demek istediğim şu: Bu sitede en iyi ve en doğru yazanların başında geliyorsunuz. Benden en çok eleştiri alan da sizsiniz. Bir defasında bile serzenişte bulunmadınız.
Bir hafta önce kendi kendime, "Bayım, eleştirden vazgeç artık," dedim. Bu sitede eleştiriye Aynur hanımla başladım, onun koyduğu bir yazıya son defa eleştiri yapayım ve bu işi noktalayayım istedim.
Yine size özgü bir anlatımla dantel gibi işlenmiş bir öykü okudum. Değişik bir konuydu. Beni sürükledikçe sürükledi. Geçenlerde bu sitede "Bir Kuzunun Günlüğü" adında bir dizi öykünün son bölümünü okudum. Olumlu görüş bildirirken, "Koyun-kuzularla haşır neşir olduğunuz belli oluyor," dedim. Bana verdiği yanıtta, yakından koyun-kuzu görmediğini, bilgileri internetten aldığını söyleyince doğrusu şaşırdım. Çünkü, öyle bir yazıyı koyun-kuzuları yakından tanıyanlar yazabilirdi. O hanım kalemden öyle yanıt almamış olsaydım, sizin de mezarlıkla ilgili bir işinizin olduğunu sanırdım.
Öykünüz, içerik olarak sarsıcı. Olaylar örgüsü çok güzel işlenmiş. Sizin anlatım tarzınızın tadı da bir başka. Yazım yönden de elbette iyisiniz. Veysel Başer bu. İlla bir şeyler bulur.
*** Kapı dürbünü. Bir zamanlar buna ne denir diye epey bir araştırma yaptım. Ne denildiğini bulamadım. Büyük Larousse'den göz hakkında bilgi edinirken orada rastladım. Meğer oraya göz deliği denirmiş.
*** "Cenaze öğle namazına müteakip kılınacaktı." Bu cümlede "namazı" eksikliği var.
*** ...karatavuklar imamın Allahu ekber deyişiyle kabristanlığın... Burada bir hitap var.
...imamın, "Allah'u Ekber!" deyişiyle... olması gerekir. Benzer durum iki yerde daha var.
*** Mezarlıklarda genellikle selvi (servi) vardır. Hatta mezarlık ağacı bile denir.Sedirle selvi (servi) karışıklığı olabilir mi?
Aslını sorarsanız, eleştiri yaparken ben de çok şey öğreniyorum. Örnek olarak "güçbela"
sözcüğünü ele alalım. Daha önce bana kaynaklık eden "Büyük Larousse" de bu sözcük bitişik yazılı.Siz, "güç bela" yazmışsınız. Gözünüzden kaçmış diye yazacakken "TDK Büyük Sözlüğü" ne
baktım. Orada ayrı yazılı. Bundan böyle ayrı yazacağım. Yapıcı eleştiri yaparken işte böyle ben de bir şeyleri iyi öğrenmiş oluyorum.
Bundan böyle yorumlarım, güzeldi, kalemine sağlık, beğendim, falan filan şeklinde olacak.
Başarılarınızın devamını diliyorum. Saygılarımla.
Aynur Engindeniz
Beni sonuna kadar eleştirebilirsiniz. Katıldığım kısımları alırım yazımı ona göre düzeltirim. Katılmadığım kısımları da gerekçeleriyle size bildiririm. Bu zaman kadar olduğu gibi.
İkaz ettiğiniz şekilde düzenleme yapacağım.
Lütfen üç beş kişi sizi yıldırmasın. Ben beş yıldır doğru bildiğimi söylüyorum. Şimdi bütün arkadaşalrım beni anlıyor. Biraz daha yumuşak bir üslupla doğru bildiğinizi söylemekten vaz geçmeyin lütfen.
Siz bize lazımsınız...
Güzel sözleriniz için yine teşekkür ederim.
Saygılar.
Veysel Başer
Benim kitabımda yılgınlık yoktur. Belanın üzerine inadına giderim.
Yeni bir çalışmaya başlayacağım için internetten uzak kalmak
istiyorum. Sitelere girince uzun süre çıkamıyorsun. Bazen,
yorum yapmak gerekiyor. Şunu da belirteyim. Yorum yapacağım yazıyı, yanılgıya düşmemek için aralıklarla iki kez okurum. Zamanım olmayacağı
için uzun soluklu yorum yapmayacağımı belirttim.
Başarı dileklerimle saygılar.
tabudun karabatak gibi kalablığın omuzlarından kalabalığa içine kaybolup tekrar omuzların üstünde görünmesimezarlığa kadar sürmüştü. Üçüncü karga gelen kalabalıktan önce mezarlığa karşılama heyeti gibi süzülerek konumuşştu kimin olduğunun okunmadığı mezar taşının üzerinde. Saatler önce taş attıkları kargayı tanıyamayan omuzları yükten kurtulmuş cemaat imamın ağzından çıkan dua cümlelerine dalmışlardı İmamın gözleri duayı bitirir bitirmes besmelelere bürünmüştü karganın ağzındaki kanlı göz gibi imamında gözleri kanlaşmış ve cemaate sezdirmeden içinden başka duaları okurken.Az önce mezarlığı dövüp tırnaklarının kanaması dinmemiş ama dermanı bitmiş Çiğdem başını kaldırdı. Kalabalığın içindeki küçük çocuk korkusuzca mezar kazıcılarının unuttuğu kuru kafayı yerdena alıp kalabalığın içindeki babasına gösterirken aradan bakan yaşlı sakalları beyazlanmış kırışık yüzlü bastonlu adam tebessüümle çocuğun gözlerine bakarken elindekine bakmamıştı bile. İlk gören babası daha çığlık atmasına ramak kalmıştı ki kefenin çıkarılması sırasındaki Nesibe Halanın yuvasından çıkarılmış gözleri göründüğünde ben bayıldım. O gözler hala gözlerimin önünde. Sonraki olayları sadece başkalarından duyduğumda inanmasamda o karganın çınar ağacında gördüğümde gagasındakileri bende zaten görmüştüm. Göremediğim ise Çiğdemin elleriyle kazdığı mezardan çıkardığı çürümüş cesedi imamın yanına sürükleyip de imamam anamada dua et imam efendi söyle ki her akşam rüyalarıma gelip beni ağlatmasın, rüyalarımdaki cam sürahiyi yere düşürüp kırdığım için bana kızıp durmasın. İmam efendi bir de şunlar için de dua et diyerek mezar taşını üstündeki kargaları göstererek "şu kargalarda bir daha rüyalarımı gelip kollarımı ditmesin diyerek kollarındaki gaga izlerini gösterdiğin daha iki gün önce arabanın altında ezilen İzzeten öğrenmiştim. Şimdi bende uyuyamıyorum. Aslında uyuyorumda şu kargalar yokmu gaklamalarından değil uyanışım gagalarıyla kollarıma vurmaları hep uyandırır oldu beni.
BENDE ŞİMDİ ANLAMAYA BAŞLADIM ÖLÜM NEZAMAN NASIL KİME GELECEK BİLİNMEZ AMA BİLDİĞİM BİR ŞEY VARKİ O DA GÜZEL BİR ÖYKÜCÜYE ÖYKÜYLE YORUM YAPMAK DAHAYERİNDE OLUR....
SEN OKURLARINI UZUN YAZINLA SABRINI ÖLÇMEYE ÇALIŞSANDA ŞUNU BİLKİ SENİN BU GÜZEL YAZILARINI SABIRLA OKUYACAK ÇOK AMA ÇOK OKURUN VAR.....EY SİHİRLİ KALEM BENDE SENİN SABRINI ÖLÇMEK İÇİN BENDE BÖYLE YAZMAYA DEVAM EDERİM.... :-)
Aynur Engindeniz
Okurlarımın sabrını ölçmek değil de, anlayışlarına sığınıyorum desem...Beni okuyanlar taksite bölüp yine okur. Okumayacak olanlar ne kadar kısa tutarsam tutayım okumayacaktır sevgili yazarım:) Ben okuyana da okumayana da teşekkür ediyorum. Gözlerinin hakkını helal etsinler.
Bugün sayfama pırıl pırıl yaşdın resmen. Hem onur duyduım, hem de daha fazla ne diyeceğimi bilemiyorum...Allah daima yolunu açık ve aydınlık tutsun.
Çok çok sevgiler ve teşekkürler değerli yazarım.
ERAY ÖZGÖR SARIKAYA
Başlarda neler olacak diye merakla okurken sedir ağacı ve kemiklerin ilişkileriyle ürpermeye başladım, Mustafa'nın hikâyesiyle sarsıldım sonra dalgaların sildiği ayak izleriyle rahatladım biraz ve sonunda Nesrin teyzenin rujlu dudaklarını düşünüp gülümseyerek çıktım yazıdan.
Bir çok duyguyu bir anda yaşatan bir yazıydı, emek verilmiş, sürükleyici bir yazıydı.
Kutlarım Aynur kardeşim.
Selam ve sevgimle.
Aynur Engindeniz
Saygılarımı ve sevgilerimi kabul edin lütfen.
Okurken kaç kere bölündüm bilmiyorum. İki kez de ben ara verdim. Satırlarda ilerlerken ağzımdan dökülenleri yazmak için de sabırsızlandım. Evet kısa ve delici cümlelerin sahibi Aynur ENGİNDENİZ. Aynı zamanda da oldukça zengin yaşam anekdotları. Evet evet anekdot diyorum çünkü okurken salt bir hayal gücünün bunları yazdıracağından kuşku duyuyorum. Güçlü gözlem yeteneği ve dolu dolu yaşamak olan hayat heybesi...
İlerleyen ve genişleyen zamanlarda diğer yazılarınıza da göz atıp asıl söylemek istediğim şeyi dile getirebilirim ancak.
Sizi okumak kesinlikle güzel Aynur Hanım.
Kutlarım.
Aynur Engindeniz
Sizin edebiyat zevkinize, analiz gücünüze, kalbinize güvenim sonsuz. O yüzden sizden duyduğum her söz benim için farklı bir mutluluk. Ne mutlu bana...Hakikaten ne mutlu bana...
Sevgiler güzel yüreğinize.
edebiyat defterinde şimdiye kadar bu kadar güzel yazı okumadım çok amaçokgüzel konu muhteşem anlatım muhteşem hikayenin içine alıyor insanı ve hkayenin ahramanı ben oluyorum tebri ederim çok çok beğendim bütün yazıarınız okuyacağım favori listemdesiniz artık bir eleştiride bulunabilirmiyim
b yazıyı bukadar uzun yayınlamakla yazıya hakızlık etmiişsiniz yazıya üçe bölün hergün bir bölümünü yayınlayınki herkezokuun böylegüzel yazıyı herkez okumalı
Aynur Engindeniz
Çok teşekkür ediyorum.
Sevgiler.
gelen karga bir türlü gitmek bilmedi.Karga bir iki taşın yakınında geçtiğine güldü ağzında gaklama sesi. Merhumun yakınları taşa atıp kovaladıkları için gittiğini sanarlarlarken yanılmışlardı. Kargadan daha kara hüzünlerle merhumun naaşının yanına gittiler yeniden. Merhum muhasip Mustafa yüzük parmağının ve yüzüğünün yerinde olmayışını umursamadan öylece musalla taşının üzerinde yattıyordu. Yüzünde tebessüm, çıplak vücudundan çıkardıkları kumaş pantolonun sol çebindeki on iki kişilik kağıt listeden başka merhumun yakınları ve listenin üçüncü sırasında ismimle birlikte kalabalığa karışmış ben vardım.
Herkes karganın atılan taştan korkarak uzaklaştığını sansada, sonradan öğrendim kapı komşumuz Nesibe Halanın ölümüne yetişmek için karganın gittiğine. Mahallenin diğer camisinden okunan selanın sonuda kortuğum ismi duydum Merhume Nesibe... başlayan ilanı duyduğumda Muhasip Mustafa nın kalan muhasebe işlerini kalabalığa bırak ayrıldım. Ben vardığımda benden önce ölümün ağıtları mahalleyi kaplamış yağmalamaya başlamıştı gözyaşları ise yağmurdan çok önce başlamıştı. Şimdi bir taraftan ağlamalar bir taraftan yağmurlar Nesibe Halanın son yıkanış sularına karışıp belli belirsiz kıvrımlarla mahallenin emektar çınar ağacının dibini sulamaya başlamışlardı. Çok geçmeden fark ettiğim o çınar ağacındaki karga yine yapılacak hırsızlığın habercisi olmuştu. iyide Nesibe Halanın yüzüğü yoktu ki...Ama karga belliki çalacaklarını önceden planlamıştı. Nesibe halanın son yıkanma işlemi bitmek üzereydiki içerdeki feryat değişik bir çığlığa döndüğünde öğrendim. Üç yıl önce iki oğlunu yitiren Nesibe Halanın kurumuş gözleri yerinde olmadığını öğrendiğimde yanıldığımından farkına varmıştım. Ölüm kargalarının çalacak birşeyleri mutlaka olurmuş... Ah be Nesibe Hala sonunda duaların gerçekleşti.Oğullarının yanına gidiyorsun ya sonunda ne vardı keşke gideceğini söyleseydinde kapını çalıp senle helalleşseydim.
Mahllenin nüfusu diğer günlere göre artarken neşeside bir o kadar azalmıştı.Azar azar ağlamakların çoğaldı bu mahallenin üzerinde yeni karga sürüleri dolaşmaya başlamadan mezarlığa ağır adımlarla ilerlemeye başlamıştı tüm kalabalık. Karabatak gibi omuzlardaki iki tabun bir kaybolup bir göğe doğru çıkarken herkesin omuzu günah yükünden ağırlaşmıştı.......
Mermer merdivendeki çivi izleri, hiç ölmeyecek gibi konuşan bekçi, bulutlar, yeraltındakiler, Mustafa'nın denizanası gibi şeffaf gözleri ve martılar...
Hiç bir satırı boş geçirmemişsiniz, her biri zihnimize bir pencere açıyor, ayağımızın altına yeni manzaralar seriyor. Böylece biz okurlarınız da uzun bekleyişimizin karşılığını ziyadesiyle aldık.
Bir zamanlar usülen beni teselli etmek isteyen biri ölüm için "doğanın kanunu" demişti. Sizi okudukça bunu hatırladım ve ölümün aslında doğanın kanunu filan olmadığına, dünyada ağacından düşen bir yaprak olmadığıma, ruhumun olduğuna ve imanıma bir kez daha sevindim. Buna kapı açtığınız için ayrıca teşekkürler.
Ellerinize sağlık...
Aynur Engindeniz
Sebepsiz hiç bir şey yok bu kainatta. Şu ansizinle bunları konuşuyor olmamız bile bir sebep...Bir anlam...
Kalibime hoş geldiniz...
Kış günü katılaşmış toprağı kazarken acımasız kazıcılar zorlanıyorlardı ölenlerin ölümlerinden daha da zor atarken çukur kazmak için attıkları toprakları fark etmeden eskimiş bir mezarlığın içindeki ufalanmış kemik kırıntılarını öncesinde ağaç kökleri sanmışlar.Taki o sahipsiz çürümüş kafatası çıkana kadar kazıcıların kafası hiç karışık değildi. Bir de ansızın mezarlığa sabahın o sahatinde pijamasıyla ve dağınık saçlarıyla gelen çiğdemin çığlıklar atarak elindeki sopayla kabarmış toprak mezara o kalın sopayla vurana kadar herşey daha olağandı. Çiğdemin çığlıkları ve sopasıyla vurduğu toprak mezardan gelen yankılar vadiye kurulmuş olan ölüler şehrindeki tepelere çarpıp tekrar geliyordu. Ve bu ses artık kazıcıların kürek tıkırtısını bile bastıracak bir hal alınca kazıcılar küreklerini ürkekliğin korkuya karıştığı bir edayla atmışlardı. Ve o yetmesmiş gibi nerden geldiği bilinmeyen rüzgarın az önce çıkan kafa tasını yuvarlamasıyla güneşin önüne bulutların geçmesi bir olmuştu. Karanlığa gömülmüş mezarlıkta şimdi iki kazıcı ve çığlıklar atan çiğdemden başka görünmeyen ölülerin gezindiği soğuk rüzgarlar vardı. Çiğdem bunları hissetmede kazıcılar ölüler şehrindekilerin rüzgarla kendi yüzlerini soğuk bir şekilde okşadığını hissetmişlerdi. Bu şehirdeki ruhların yeni sevinci kendi aralarına yeni birinin katılacağı sevincine karşılık şimdiden rahatsız edilen yuvarlanan kafa tasının hiddeti bulutların içinden fırlayan şimşeğin mezarlıktaki ağaca çakmasına kadar kazıcılar çiğdemin çığlıklarına bile razıydılar. bir an kazdıkları çukura kendileri bile gireleri gelsede bu yerin daha önceden bir sahibinin oluşu bu fikirlerinide engellemişti. Kısa kütsaçlı, kısa boylu kazıcı diğer arkadaşını çekiştirirken bu şehirde yatanları uyandırmamak adına ayrılırken çiğdem o mezarı sopayla dövmeye devam ediyordu....
Açılan çukura kimin geleceği belli isede asıl çukurun sahinin kimliği bilinmezlere gebe kalmışlıkla çoktan çürüştü. Eski yosun tutmuş mezar taşının yosun tutmayan tarafına konan karga gagasının ucunda nerden çaldığı bilinmeyen bir et parçasıyla boğuk bir şekilde "gaaag" demişti. Çiğdem elindeki sopasını bırakıp kargaya göz kırptıktan sonra tırnaklarını kanatana kadar, dövdüğü mezarı eşelemeye başlamıştı ki İkinci karga çiğdemin kazdığı mezarın iki mezar ötesindeki mezar taşının üzerine konan ikinci hırzız karganında ağzında yine et parçası vardı ama bu seferki et parçasını üstünde birde parlayan birşey vardı. yüzük parmağına takılmış kanlı bir parmak çiğdemin parmakları belki daha kanlı olsada en azından sahibi belliydi..Peki bu parmak kimindi morgtaki yaşadığı olayda kafasını yiyen cebindeki 12 kişilik isim bulunan Muhasip mustafa nın mıydı acaba......
bu soruyu ilk bulan cenazeyi yıkamış olan imam fark etmişti...Merhumun yüzük parmağı nerde ?
Ve üçüncü karga kaçıracak birşey ararken merhumun arkadaşları taşla kovalamışlardı gelen kargayı.
BAKIN BANA YAZDIRDINIZ GENE ŞİİR YORUMU GİBİ OLMASADA ÖYKÜCÜNÜN ÖYKÜCÜYE YORUMU BU OLSUN..:-)
NE KADAR UZUN YAZARSANIZ YAZIN ENFES YAZINIZI SONUNA KADAR OKURUM.... VE SİZİN GÜZEL YAZINIZI İKİ DEFA BİTİRDİM ÜÇÜNCÜNÜN YARISINDA BIRAKTIM.....
SİHİRLİ KALEM ÇİÇEKLERİN EKSİK OLMASIN PENCERENDEN
SAYGILARIMLA....
Aynur Engindeniz
Yani korku filmi izlemiş kadar oldum desem yeri:)
Gecenin karanlığında ölüler ve deliler.
Ölümü niye bu kadar çabuk unutuyoruz ?
Niye aklımıza gelince hemen uçuşturuyoruz?
Bir de böyle bir işte çalışmak nasıl olurdu acaba, alışır mıydık ölüm hissine.
Çok güzeldi, özlemişim:)
Sevgimle daim.
Aynur Engindeniz
Bir düşün, cerrahlarınkii kadar korkunç bir uğraş var mıdır? Hergün adam eti kesip dikiyorlar. Organ çıkartıp, organ ekliyorlar. Onlar alıştığına göre, gerisi hikaye:)
Teşekkürler beklediğin için:)
Sevgiler.
Evet, zor bir hikaye okudum, çünkü ölüm her zaman en zor işlerden biridir. Enkötüsü de öldüğünü asla bilmemek..Hayatı sen yaşayacaksın, ama, ölümünü hep başkaları önce bilecek. Kötü bişey ! Hele eşraftan değilsen işin daha bir zor, mazallah ölün ortada kalıverir, dirin gibi...
Anlıyoruzki, insan yalnız doğar, yalnız yaşar ve yalnız ölür...Kalanı bir illizyondan ibaret !...
Yürekten kutladım..Başarı,selam,saygı...
Aynur Engindeniz
Çok teşekkür ediyorum anlamlı sözlerinizden dolayı.
Saygılar değerli şairim.