32
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
6511
Okunma
Saat beş.
Üst katın kapısı açıldı. O kadar rica ettim, hala yağlamadılar şu kapıyı. Her gece gıcırtısıyla sıçrıyorum uykumdan. Evin adamı gece birden sonra gelir hep. Öksüre öksüre çıkar merdivenleri. Benim kapımın önünde soluklanır. Zıkkım olasıca sigarasını da hep benim ayakkabılığımın dibine atar. Hafazanallah, bir gün hepimizi yakacak bu adam.
Hamiyet işe gidiyor olmalı. Üst kat komşumun kızı. Çıtı pıtı güzel bir şey. Ama bir tuhaf bakıyor. Gözlerine iki saniyeden fazla bakar kalmanın imkanı yok. Gittikçe genişleyen gözbebeklerinin içinde, bir çift teneşir var sanki. İki teneşir de dolu. İkisinin de başında imam var. Bakabildiğim o iki saniye içinde bunları görüyorum hep. Kim bilir az daha tahammül edebilsem o manzaraya, devamında neler göreceğim. Kim o ölüler? Neden öldüler? Nereye gömülecekler? Kim mütemadiyen çiçek götürüp, hıçkıra hıçkıra ağlayacak başuçlarında? Helvalarını kim karacak? Mevlitlerine kimler gelecek? Hepsini öğreneceğim bir gün.
Düşlerimde hep cenazeme geç kaldığımı görürüm. Ben kabristana yetişene kadar cemaatim çoktan gömülmüş olur. Beni iyi bilecek kimse kalmaz geriye. İmam herkesten evvel terk eder başucumu. Yalnız Hamiyet yeşil entarisiyle bekler beni ufukta. Koşarım koşarım varamam yanına. Ölülerimi gömdüm, der fısıltıyla. Çok uzaktan gelir hıçkırığı…
Hep bu saatlerde gider işe. Az sonra yine seke seke geçecek penceremin önünden. Saçlarını paltosunun yakasından sıyırıp ellerini cebine sokacak. Adımlarına karışacak nefesinden çıkan buhar. Bir kedi kesecek az ileride önünü. Ayak ucuyla okşayacak kedinin kirli başını Hamiyet.
“Vallahi bir terlikte çıkartırım seni aradan!”
Bu bağıran Hamiyetin annesi. Yine bir şeye kızmış. Para istemiş olmalı Hamiyet. Belki de yeni çizme alacak. Kedi iyice aşındırdı siyah potinlerinin burnunu. Gözlerinde teneşirler saklayan bir kadın, pençe izleri taşıyan bir çift potinle dolaşmamalı. Bu kadarı fazla gelir. Ona da, aleme de. Hep bu acılı kadınlar yüzünden ters gidiyor işlerimiz. Eriyip şehrin logarlarına akıyorlar. Kıvrılıp denizlere dökülüyorlar. Ya da yanıp, buharlaşıp havaya karışıyorlar. Onları soluyoruz. Fakat ciğerlerimizi yakan acılığı kentin kirliliğine yoruyoruz.
Topuk sesleri. Hamiyet şimdi merdivenin dördüncü basamağında. Üç adım daha attı mı benim kapımın önünde duracak. Burada bekleyecek biraz. Biliyorum ki, posta kutumdaki zarflara bakıyor. Kredi kartı ekstreleri, konferans davetiyeleri, faturalar vesaire…Her gün aynı zarflara bakar üşenmeden. Bir keresinde çöp bırakmaya gideceğim sırada, posta kutumun kapağını açarken yakaladım onu. Görmemezlikten geldim. Telaşlandı. Acele bir merhaba diyerek, çıkıp gitti.
Hamiyet şimdi kapımın önünde. Kapı dürbününden baksam mı? Ne göreceğim? Hayat sırtına kırbacı yemiş bir at. Koşuyor dili dışarıda. Hamiyeti çiğnemiş de geçmiş. Kızın kanlı saçları giriyor her gece düşlerime. Onu görmekten korkuyorum. Her gece acaba taban tahtalarının aralığından bana bakıyor mudur diye düşünmeden uyuyamıyorum. Bu hastalıklı düşüncenin nihayeti, yine onunla süslü kabuslar.
Gidiyor. Topuğunun teki aşınmış, çivisi mermer merdiveni çiziyor yine. Hem ne korkunç çiziyor. Garip şekiller, hiçbir dile benzemeyen harfler yarım yamalak insan figürleri var kapımın eşiğinde. Dış kapıya doğru ilerledikçe, çivi çiziği zikzaklı fakat sade bir hal alıyor. Derdi benimle besbelli. Bütün karasızlığını, heyulalarını, sorularını kapımın önüne döküp giden bu gamlı kızı seviyorum. Her kapıyı açışımda beni çocukluğuma götüren o çivi izlerini okumayı seviyorum.
“Rüzgar, bak bir bulut!”
“Neye benziyor?”
“ Kemana olabilir mi?”
“ Olamaz! Gökyüzünün kendi müziği var. ”
“ Peki neye benzer bu müzik?”
“ Benim duyduğum hıçkırık sesine benziyor. Biri mütemadiyen ağlıyor yukarıda.”
“ Çiğdem’in annesi o. Öldü ya geçen yıl. Hani odunlukta asılı buldular onu.”
“ Belki de.”
Yağmur’la çayıra uzanmışız. Otlar kulaklarımı gıdıklıyor. Üstümüzden geçen bulutlara suret veriyoruz. Araba, sakallı adam, kırık bardak…Yerin derinliklerini duyuyorum. Kulaklarımla değil, sırtımla. Bütün algılarım kaburgalarıma cem olmuş. Aşağıda birileri yürüyor, konuşuyor, koşturuyor. Sırtım onların gökyüzü. Onlar da tıpkı bizim gibi içimden geçenleri bir şeye benzetmeye çalışıyor mudur?
Çiğdem annesini odunlukta bulduğunda hiç doğmamış olmayı diledi. Sonra hep nefret etti ondan. Kaç kere annesinin mezarını çubukla döverken gördüm onu. Şimdi ona annesinin yukarıda bir yerlerde ağladığını söylesem, belki durulur.
Daha çocuğum. İnsanların kilitli sandıkları olduğunu bilmiyorum. O sandıkların en müsait zamana kadar kapalı kalması gerektiğini, vaktinden evvel açılanların sahibine felaket getirebileceğini, aslında sır ve gizemin mahsus insan hayatına sokulduğunu bilmiyorum.
İnsan eşref-i mahlukat, fakat yapayalnız. Çırılçıplak ve savunmasız. Hayatın sillesi ne yönden gelecek, yalnızca Rab Teala biliyor. Biz bilseydik, çok figan ederdik. Akıbeti hayır olanların bile içine çöreklenirdi figanımız. Yetmiş yıl sonra birinin bizi sokak arasında sıkıştırıp kurşunlayacağını bilseydik eğer, o yetmiş yıl boyunca başka hiçbir şey düşünemezdik. Her günümüz muştularla, sıhhatle bereketle geçse bile, tünelin sonundaki o kara gerçek doya doya yaşamamıza müsaade etmezdi.
Bulut sürahiye benziyor. Sonra iki martı dalıyor bulutun bağrına. Sürahi, ince bir şıngırtıyla kırılıyor.
“Rüzgar! Yine ne kırdın orada? Vallahi bıktım bu haylazlığından!”
“Anne!”
Bu gün işe gitmesem. Fazıl Bey masamın başına dikilir, aleyhimde neler söyler kim bilir.
“Baylar bu Rüzgar vallahi delidir. Kamu dairesinde çalışması münasip değildir. Allaseniz siz de yardımcı olun da, attıralım bu uğursuzu dairemizden.”
Kamil Abi sever beni.
“Ne diyorsun Fazıl? O hepimizden çok çalışır. Ondan başka kimse çekemez bu tabutluk gibi kokan daireyi.”
Çaycı Şenol lafı yapıştırır.
“ Mezarlıklar Amirliği ne kokacak başka?”
Evet, Mezarlıklar Amirliği. Günde elli kişi gelir. Ağlayanlar, ağlamayanlar fakat ekseriyetle göz altları mor insanlar. Sanırsınız ölü kendisi geldi müracaata. Çatlamış dudaklarını aralayıp “Gömün beni Allah aşkına” diyecek. Gelenleri görünce, içten içe bir ürperti yoklar tırnak uçlarınızı. Canınız saç diplerinizde atar. Benim işim mezar eşicileri temin etmek, fakir fukaraya cenaze levazımı tedarik etmektir. Gönüllü girdim bu işe. Dediler ki; kızlara göre değildir bu meslek. Ağlayanı, inleyeni teselli etmek zordur. Hem o teselli arasında vazifeni icra etmek. Bir de mezar yeri keşfi var tabi. Sabahları amele pazarına gider, işimize yarar mezarcıları seçeriz. Aslında işin en zor yanı da budur. Oradakiler gözlerinizin içine bakar beni götür diye. Birini alıp diğerini bırakmak kadar fena bir vaziyet yok. Sabahın o saatinde, caminin çay ocağının bahçesinde, ellerinde avuçlarının içinde kaybolmuş bardaklar, ağızlarında sarma sigara, gözlerinde telaş rızık bekliyorlar.
Fakat mesleğimin bu acı tablosu bile beni kararımdan döndürmedi ve bir kez olsun pişman etmedi. Çünkü hayatın tam ortasındayım ben. Köprü gibi. Varsıllık ve yoksulluk, ölüm ve yaşam benim iki yanımda atıyor. Ben iki tarafa da dahilim ve iki taraftan da bağımsızım. Bundan daha kıymetli ne olabilir bir insanın hayatında?
Bir keresinde ihtiyardan bir kadın yanaştı masama. Mevsim kış. Eteklerine bulaşan karı silkeleyip oturdu. O kadar ağlamış ki, kan gözbebeğine yürümüş. Rahat beş dakika hiç konuşmadan bakıştık. Neden sonra söze başladı.
“İki evladım vardı. İkisine de kıydılar. Biri üç yıl evvel talebe olaylarında öldürüldü. Hiçbir suçu yoktu aslında. Talebe bile değildi. Babasıyla inşaatta çalışıyordu. O gün yeni aldığı ayakkabıları inşaatta unutunca babasından ayrılıp işyerine döndü. Ayakkabılarını aldı. Geri dönerken çatışmanın içine düştü. Ne yana kaçacağını bilemedi. Öyle dimdik durmuş sokağın ortasında. Nereden geldiği belirsiz bir kurşunla yere yığılmış. Yeni aldığı ayakkabıları başucundaydı onu gördüğümde. Cesedini üç gün sonra verdiler bize. Böyle ölümlere ne sayıp da ağlanır, bilemedim. Sessizce gömdük onu. Bir damla gözyaşı dökemedim ardından. Böyle kara taş gibi bir şey oturdu içerime. Karardım da sustum. Zaman geçtikçe aslında ölenin ben olduğumu anladım. Çürüdüm sanki. Hak Teala etimi kemiğimi alıp, ruhumu bıraktı meydanda. Oturdum kalktım, güldüm konuştum fakat, buz gibi. Şimdi küçük oğlum…”
Kadın buruşuk elleriyle gözlerini kapatınca, beni hafif bir titreme tuttu. Teselli için bir iki söz söylemem icap ediyordu. Fakat gördüm ki, ne söylesem kifayetsiz kalacak bu ananın acısı karşısında. Bir müddet ağlayıp kendiliğinden sakinleşti. Sonra kaldığı yerden devam etti.
“ Küçük oğlum dün akşam yoldan geçen bir kamyondan dökülen kütüklerin altında kaldı. Ben oraya varana kadar kaldırıp götürdüler onu. Odunlara bulaşmış kanını gördüm. Ezildiği yere su döktü esnaftan biri. Oğlumun kara kanı sokak evleklerinden akıp gitti sessizce. İşte o vakit, ömrümde hiç ağlamadığım kadar ağladım. Sanki içimdeki kara taştan daha büyük bir taş düştü gökyüzünden ve eskisini karın boşluğuma itip, onun yerine kuruldu. Nefesim durdu. Zaten sade bir ruh kalmıştım. O da eriyip oğlumun evlekten akan kanına karışıp kayboldu. Benim dünyada bir işim kaldı artık. Onu da yapıp…”
Sustu. Fakat ağlamıyordu. Titreyen dudaklarındaki mor damarlara baktım. Sahiden ölmüş kadın. Azıcık gözlerini yumacak olsa, ona ölü raporu vermek işten değil.
Benden mezar yeri istiyordu. Üç yıl evvel ölen oğlunun iki yanına da başka müteveffalar gömülmüş. Biraz araştırmadan sonra, onun kabrine yakın bir yere defnedilebileceğini öğrendik. Cenaze öğle namazına müteakip kılınacaktı. Bizim işte zaman çok mühim. Bir an evvel olup bitmeli her şey. Aileler o kadar acelecidirler ki; sanırsınız rahmetlinin doğumundan beri bekledikleri gün bugün. Bir tek analar “biraz daha kalsın yeryüzünde” diye ağlarlar. O da kabul görmez her zaman olduğu gibi.
Kadınla beraber mezarlığa gittik. Giderken amale pazarında durup iki adam aldık yanımıza. Kazı için gerekli edevatlar aracın bagajındaydı. Sadece o kazma kürekler bile normal bir insanı hatırı sayılır bir buhrana sürüklemeye yeter. Arabanın kasasında oturan adamlara baktım. Soğuktan donmuş ellerine üflüyorlardı. Az sonra derin bir mevzuyu kazacaklarının bilincindeydiler belki de. Belki de o yüzden etrafa öyle tuhaf bakıyorlardı. Kadıncağız hiç susmamaca ağladı yol boyu. Nihayet mezarlığa vardığımızda, işin en zahmetli kısmı bizi bekliyordu. Kadını arabada bırakıp, adamlarla beraber mezarlığa yürüdük. Şoför Ali Efendi cebindeki krokiyi çıkartıp etrafı kolaçan ettikten sonra adamlara kazacakları yeri gösterdi.
Karı temizlemek, mezarı usulüne göre kesmek ve kazmak neredeyse iki saat sürdü. Bu süre içinde arabada bekleyen kadınla göz göze gelmemeye gayret ettim. Bir ara arabadan çıkıp iki yüz metre ilerideki bir kabre gittiğini, üzerindeki karı elleriyle temizleyip aldığı bir avuç toprağı öptüğünü gördüm. Benim gibi içinde derin kuyular saklayan insanların bu tür ortamlardan uzak durması gerekir aslında. Gözyaşı bizim en büyük düşmanımızdır. Keder ha keza. Bir ağlamaya başlarsam, cenaze cemaati ölüyü benim yakınım sanabilirdi. Yeter ki içimdeki yeşil ve ürkütücü kuyuya bir damla düşmeye görsündü. Kuyu öyle bir taşardı ki, yıllarca etrafına yığdığım ne kadar umut varsa yıkar da götürürdü.
Mezar yeri eşildi. Öğle ezanı okundu. Ahali ağır ağır gelmeye başladı. En önde ölüme daha yakın oldukları umulan ihtiyarlar, hemen arkalarında müteveffanın akranları, en arkada kadınlar. İhtiyar kadın arabadan inip mezarın başında diz çökünce, ileride mezarcılarla pazarlık eden Ali Efendiye seslendim. Şimdi çarçabuk buradan gitme zamanı. İnce bir urun gittikçe damarlanıp genişlediğini hissediyorum kaburgalarımın altında. Belediyenin cenaze arabası kabristanın girişinde durunca ahali o yöne doğru yöneldi. Kadına baktım o sıra. Gözlerini çukurdan ayırmadan öylece duruyordu. Ne zordur kim bilir, bacaklarının arsından sıyrılıp çıkışına şahit olduğum et yumağının büyüyüp serpildikten sonra, tam da yaşamaya başlayacağı sırada karanlık bir çukura sokulmasını izlemek. Ben buna dayanamam. Gökyüzünden serpilen beyazlığa inat kapkara bir keder geliyor üzerime üzerime.
Ölüm…Bana daima yakın olsun. Gözümün önünde. İçimde. Olsun ki, hayata aşk ile sarılırken, akıbetimi hiç aklımdan çıkartmayayım. Fakat herkesin bir ağrı eşiği var. Ne kadar yığma duvarlar gibi dikilirsen dikil, acı bir yerden sokulur içine. Kalabalıklar görmemeli kanayan yanlarımı. İlla ağlamam ve içimdeki cerahat dolu kuyuyu boşaltmam icap edecekse, bu yalnız başımayken olmalı.
Arabaya binerken cenazenin sırtlara bindirildiğini gördüm. Mezarın başı insanla örtüldüğü için, yaşlı kadını bir daha göremedim.
Bir hafta sonra yine aynı mezarlıkta, o mezarın yanı başındaydık. Bu kez ihtiyar kadını gömdük içindeki kara taşlarla birlikte. O gün gökyüzü bembeyazdı. Belki de hayatımda hiç görmediğim kadar beyaz. Böyle mi oluyor acılı ruhların göğe yükselişi? Böyle mi miras kalıyor geridekilere beyaz ağıtları? Kesmiş bileklerini kadın. Altmış üç yaşında. Bir çocukların intiharlarını anlayamadı bu aklım, bir de ihtiyarların…
Sedirlerde tüneyen karatavuklar imamın Allahu ekber deyişiyle kabristanlığın tenha bir tarafına kaçıştılar. Sedirler ve karatavuklar. Onlar normal değildirler. Geceleri uluyan, ağlayan, kafayı çekip çekip mezarların üzerine kusanlar da onlardır. Onlar bilirler merhumların bütün sırlarını. Bu günahkar dünyanın artıklarına, itimat ve hürmet etmezler o yüzden.
Bekçi taze bir mezarın üzerine dikili sedir ağacını göstererek “ Bu ölmüş adama yapılacak en büyük zulümdür” dedi. Sedir, hakkında söyleneni duymuş gibi titredi. Öldükten sonra ne önemi var başına ne dikildiğinin dedim. Adam yeleğinin küçük ceplerine soktu ellerini. Yüzüne baktım. Sanki o hiç ölmeyecek. Sanki başka bir cinsten bahsediyor. Gülümsemesi yok mu? Dudaklarında tüten, bıyıklarını tarayıp yükselen sigara dumanında binlerce ruh titriyor. Belki de ben bir rüya görüyorum.
“Kökler nasıl sarar bir iskeleti bilir misin?”
“Bilmem. Hiç gerçekten ölmedim.”
“Kimi kemikleri önüne katıp, ağır ağır daha derinlere doğru iter. Bütününden ayrılan uzuv feryat etmez mi? Sessiz sessiz. Kimseler duymaz. Bir Allah’a ayan. Kimi kemikleri deler de geçer sivri kökler. Zamanla genişler köklerin hacimleri. Kemik çatlar, ufalanır, toprağa karışır. Kimine kibar bir hanımeli gibi sarılıp sıkarlar. Çıtır çıtır kırılır incecik kaburga kemikleri. O göğüste yumuşatılmamıştır bir sevgilinin başı. Ortasından şehvetli nehirler akan iki tepe yükselmemiştir o çitlerde. Öyle yani. Hiç yaşamamış gibi olur insan. Bir kere ölmeye gör. Tükenmen için elinden gelen ne varsa yapar geride kalanların. Son iş sedirlere düşüyor işte. Kemikleri öğütmek!
Bekçi deli. Sedirler ve karatavuklar gibi. Hep beni bulur deliler. Bende onların işine yarayacak bir şey var. Fakat bilmiyorum ne olduğunu. Bu kadar delinin hayatımda olması bir tesadüf olamaz.
Çok uzak bir tümseğin başında başı sarıklı mezar taşına sarılmış ağlıyor bir adam. Bir şeyler sayıp döküyor. Çiğdem de böyle yapmıştı işte. Güç sökmüşlerdi onu annesinin mezar taşından. Fakat o değişti sonra. Kalbine tuhaf duygular girdi. Biz ip atlarken, o balkonda kararıp oturdu. Düşündü çok. Okula giderken bile düşündü. Derste düşündü. Öğretmen elini çenesine koyup izledi onu. Sonra babasını çağırdı. Babası ağladı biraz. Tahtaya döndü de sildi gözlerini. Çiğdem onlara bakmadı bile. Bir akşamüzeri eski bir at arabasının sırtında bilinmez bir yere götürdüler Çiğdem’i. Annem dedi ki “ Aklını kaçırmış yazık. Üsküdar’daki halasının yanına gönderdiler. Hava değişikliği iyi gelirmiş. Nesi iyi gelecek. Anasız kız.” Bunu söylerken elindeki çay bardağının altını tabağa sürtüyordu. Ayşe Teyze başıyla onayladı onu. Ben de biliyorum. Çiğdem deli. Annesinin mezarını dövdü çubukla.
Evet, kız işi değil bu işler. Fakat ben korkmuyorum. Hamiyet bile sabahın nurunda karanlık sokaklarda kaybolup işine gitti. Tezgahtan geçen kalıp peynirleri poşetliyordur şimdi. Başında pötikareli beresi. Ne düşünüyordur kim bilir? Tırnak diplerine dolan tuzlu peynire baka baka, hayatın da neden bu kadar beyaz olmadığını mı? Sanmam. Zira bu sualin cevabına giden yol dar ve karanlıktır. O karanlıkta ilerlemeye çalışırken aynı zamanda iş yapmak zor, hatta imkansızdır. Hiçbir şey olmasa ağlar insan. Hamiyet ağlayamaz. Gözlerindeki kanalizasyonu söktü birisi. Akarlarına da koca kıçlı fareler tebelleş oldu. O yüzden gözleri kıpkırmızı. O yüzden bir çift ölü yıllardır gözlerindeki teneşirlerde yatıyor. Onları yıkayacak kadar su yok gözpınarlarında.
İki yıl evvel cinayete kurban gitmiş gençten bir adam getirilmişti bizim dairenin morguna. Aslında çok nadir ölü kabulü yaparız ama, gencin babası çok ısrar etmişti. Çünkü şehrin bütün morgları doluydu o gün. Halim Abi gece vakti özel izinle, dairenin yerden iki kat aşağısında bulunan morgun soğutucusunu çalıştırdı da cenaze sahibi adamcağız rahat bir nefes aldı. Fakat bizim için huzursuz günler başladı. Kolay mı, bir ölünün üzerinde yürümek? Ne yaparsak yapalım bodrumda bir ölü olduğu gerçeğini unutamıyorduk. Muhasip Mustafa ilk defa o ay yüz bin lira açık verdi. Aramızda para toplayıp makbuz defterinin açığını kapattık ama, Mustafa meslek hayatında açılan bu gediği hiç unutamadı. O da ayrı bir hikayedir aslında.
Adamcağız günden güne delirmiş de hiç birimizin ruhu duymamış. Aslında dış görünüşünde, hal ve hareketlerinde bir tuhaflık yoktu ama, içini kemiren utanç onu günden güne insanlardan nefret eder hale getirdi. Anası bu durumunu bodrumdaki ceset yüzünden çarpılmış olabileceğine yordu. Muhasip Mustafa herkesten sonra çıkardı daireden. Aldığı evin kredisini ödeyebilmek için fazladan civar esnafın muhasebesini de tutardı. Karısı evde iş yapmasını istemediği için, mesaiden sonra iki üç saat dairede kalır işlerini öyle hallederdi. İri, uzun boylu sert mizaçlı bir adamdı. Fakat içimizde bodrum katındaki ölüyü en fazla düşünüp vesveseye kapılan da o oldu. Ceset bir hafta daha morgda kalaydı alimallah hepimiz tımarhaneliktik. Anlatılan peri hikayeleri bizi öylesine etkilemişti ki, bazılarımız tuvalete yanında muhafız olmadan gidemez olmuştu. Es kaza bir tıkırtı duyacak olsak hepimizin aynı anda kulakları dikiliyordu. Sesin kaynağını buluncaya kadar da rahat etmiyorduk. Dedim ya hayattaki en müşkül durumların belki de en başındaydı bir ölüyle aynı ortamı paylaşmak.
Mustafa, yine bir geç vakitte defterlere bakarken, binanın kazan dairesinden gelen hatırı sayılır bir gürültü duymuş. Korka korka o kata inip ne var ne yok diye bakmış. Kazanın yanındaki el arabasını yerde ters dönmüş ve tekeri fırıl fırıl döner halde görünce korkudan oracığa yığılı vermiş. Sabah hademe bulmuş onu. Güç bela daireye çıkartıp, birleştirdiği iki sandalyenin üzerine yatırmış. Elini yüzünü kolonya ile yıkamış. Biz daireye geldiğimizde Mustafa daha yeni yeni ayılmaktaydı. Durumun vahametinden bihaber olduğumuzdan daireye hırsız girdiğini, Mustafa’nın da onunla harp ederken bu hale geldiğini düşündüm. Tamamen kendine gelip gözlerini açtığında hepimizi şüpheli gözlerle süzdü. Deli bakışı dedikleri şeyi hayatımda ilk kez o an Mustafa’nın gözlerinde gördüm. Bereket versin ki bu hali uzun sürmedi. Yoksa bodrumda bir ölü, yan masada bir deli olduğu düşüncesi zaten renksiz olan hayatımı büsbütün çekilmez kılabilirdi.
Morgdaki genç tam altı gün misafirimiz olduktan sonra memleketinde gömülmek üzere cenaze arabasına kondu ve onunla beraber, dairemizin bütün odalarını işgal eden kara duman da çekilip gitti. Müdür bir daha böyle bir şeye müsaade etmeyeceğine belki de yüzlerce kere yemin etti. Her ne kadar daireye pek teşrif etmese de, morg tam onun odasının hizasında bulunduğu için o da bir hayli tırsmıştı.
Yalan yok, ben de en çok korkanlar arasındaydım. Ama bununla beraber, kendimi ara ara morgdaki gençle konuşurken buluyordum. Öyle yanına gidip falan değil tabi. Öğle aralarında. Oturduğum yerden. Ona cevap veremeyeceğini sandığım sorular sordum. Ölüm anı hakkında, neler gördüğü konusunda. Cevap verdi. Dairenin aralık kapısından sıyrılıp masamın yanındaki koltuğa oturdu. Çok güzel bir çocuktu. Asla öleceğini düşünemeyeceğiniz kadar…Hatta kulağının arkasındaki kabarmış kanlı et tümseği ensesine doğru kanamasaydı, ona ölmüş diyemezdim bile. Biliyorum ki, o ve anlattıkları zihnimin bilerek girdiği bir oyundan başka bir şey değildi. Belki de bu sayede morgdaki cansız bedeninden korkmamaya çalışıyordum. Korkunun içine girmek, onu uzaktan seyredip, gafil bir anımda beni esir almasını beklemekten daha akıllıca gelmiştir hep. Ne zaman bir şeyden çok korksam, gözlerimi yumdum ve karanlıkta duvarlara tutuna tutuna tünelin sonundaki aydınlığa doğru yürüdüğümü hayal ettim. Hangi acı sonsuza kadar sürmüş ki dedim kendi kendime. Kutuplarda bile altı ay süren karanlığın ardından sabah geliyorsa, evlatlarını kaybedip, artık bir gün dahi yaşayamayacağını söyleyen analar bile gün gelip gülümseyebiliyorsa, şu hayatta dayanılamayacak hangi acı var? Çoğunlukla işe yarar bu telkin. Fakat öyle uğursuz anlarım olur ki, ne söylesem, ne düşünsem kendimi avutamam. Nesrin Teyze köz söndürür durur başımda. Ona kalırsa nikah geçmeliymiş üzerimden. Vaktiyle onların köyünde bir kız varmış. Nazardan hastalanıp yataklara düşermiş kız. Fazladan üç harfliler de tebelleş olmuş ona. Vakitli vakitsiz evden çıkıp çıkıp tepedeki kayalıklara gider olmuş. Anası babası işinin ehli bir hoca efendiye danışmış kızın bu durumunu. Hoca efendi bir ayak evvel kızın evlenmesi gerektiğini buyurmuş. Kızlarını kiminle evlendireceklerini bilemeyen ihtiyar ana baba yine hoca efendiye varıp, ondan, bir münasip yol göstermesini dilemiş. Hoca efendi de büyüklük edip, köy yerinde hastalıkları yüzünden ıskartaya çıkan kızı, elli beş yaşlarındaki oğluyla nikahlamış. O dakikadan sonra kızın yüzüne renk gelmiş. Bir daha da hiç hastalanmamış.
Nesrin Teyze mütemadiyen evlenmem konusunda telkinlerde bulunsa da, aslında benim kimseyle evlenemeyeceğimi çok iyi biliyor.
Morgdaki ceset işi haftalar sonra unutuldu. Hayat normal seyrine döndü. Ta ki; muhasip Mustafa’nın karısı bir sabah daireye gelene kadar.Müdür odasının aralık kapısından kadının anlattıklarını duydum.
“Müdür bey, inanın Mustafa’nın hali hal değil. O açık verme meselesinin, arkadaşlarınca zimmete para geçirme diye düşünüldüğünden emin. Bu düşünce onu kahrediyor. Siz de bilirsiniz ki, o çok namuslu bir adamdır. Bunca yıldır borç ödüyor olmamıza rağmen daha bir kere, her gün niceleri gelen uygunsuz tekliflere tenezzül etmemiştir. O yüz liralık açık akıl karışıklığından ileri gelen bir hata olmalı. Rakamları mı yanlış yazdı, para üstü verirken mi dalgınlığına geldi, kendisi de bilmiyor. Ne olduysa dairede bayıldığı geceden sonra oldu zaten. Ondan sonra aklını toparlayamadı. Bu açığı da o ara yapmış olacak. Ne olur onunla konuşun ve ondan emin olduğunuzu, ona güvendiğinizi söyleyin. Yoksa delirecek.”
Müdür yarı umursamaz bir tavırla “delirmekte nereden çıktı” diye sordu. Kadın anlatıp anlatmamakta biraz tereddüt ettikten sonra müdür masasına biraz daha eğilerek “Delirecek diyorum” dedi. “Biliyorum çünkü onunla ben yaşıyorum. Yirmi yedi yıllık kocamı tanıyamaz oldum. Geceleri uyumuyor. Bunu abartı olsun diye söylemiyorum; gerçekten uyumuyor. Sürekli bir şeyler mırıldanıyor. Bir iki kez “neyin var” diye soracak oldum, bana öyle bir baktı ki bir daha bir şey sormaya cesaret edemedim. Sonra hepsinden önemlisi cebinde bulduğum liste…”
“Ne listesi?”
Kadın aralık duran kapıya bakınca hemen önümdeki evraka döndüm. Çok geçmeden odanın kapısı kapandı. Ondan sonra ne konuşuldu duyamadım. Liste neydi? Neden bu kadar gizli ve karanlık kalmalıydı? Bunların cevabını kısa bir zaman sonra felaket bir şekilde öğrenecektim.
Bir gün keşif dönüşü odaya girdiğimde Mustafa’yla karşılaştım. Çıkmak üzereydi. Acelesi var gibiydi. Beni görünce duraksadı. Yarım bir şekilde gülümsedi. Karısının sözlerini duyduğumdan beri ondan korkar olmuştum. Bir yandan da ondan korktuğumu fark edecek, büsbütün berbat bir durumun içine düşeceğim diye korkuyordum. Ayaküstü bir sohbetten sonra çay içip içmeyeceğini sordum. Kapı ağzında duruyordu, nasılsa az sonra gider diye düşündüm. Ama umduğum gibi olmadı. “Neden olmasın” diyerek benden önce masama geçti. Misafir sandalyesine yayıldı. Makbuz defterini dizlerinin üzerine koyup, gözlerini bana dikti. Daha mesainin başlamasına yarım saat vardı. Çaycı Şenol bile on beş dakikadan evvel gelmezdi. Hiç değilse eli oyalansın diye yakındaki bir çay ocağından iki kahve söyledim. Mümkün olduğunca ona bakmamaya gayret ediyordum. Havada dalgalanan sinek öbeğine takıldım. Bakışlarımı onların kanatlarının merhametine bıraktım. Nereye süzüldülerse onlardan evvel oraya kondum. Korku insana neler düşündürüyor? Bir ara o sinekler kadar kayıtsız olabilmenin ne büyük nimet olduğunu bile düşündüm. Talihe bakın ki, sinekler Mustafa’nın kirden kayış gibi olmuş ceket yakasına konunca, adamla göz göze gelmek kaçınılmaz oldu.
“E Mustafa Abi, neler yapıyorsun?”
“Hiç ne olacak? Sürünüyoruz. Sana bir şey soracağım. Bir kızım var. Sence onu hangi liseye verirsem hayatı kurtulur?”
Okullarını zar zor bitirmiş birine sorulacak en son soruydu bu. Yanlış bir söz söylemek de istemiyordum. Çaresiz lafı kıvırmaya baktım. Bunu okuldaki hocalarından öğrenebileceğini falan söyledim. Pek tatmin olmadı. Rahatsız birkaç bacak hareketi yaptı. Bıyığını çekiştirip durdu. Dalıp giden gözlerinde daralıp genişleyen bir şeyler vardı. Denizanası gibi açılıp kapanan, saydam fakat ürkütücü bir şey. Bendeki bu huydan nefret ediyorum. İnsanların gözlerinden kafalarındaki gizli sandıklara girmek huyundan. Ama bir kere olsun yanılmadım. Belki bir iki sefer aksi çıksaydı hissettiklerimin, bu gözlerde gölgeler arama huyumdan ebediyen vazgeçecektim.
Mustafa susmuştu. O arada kahvelerimiz geldi. Adam ağır ağır kahvesini yudumlarken tek gözü kısık bir şekilde karşı binalara doğru bakıyordu. İki bina arasından süzülüp balıkhaneye doğru kanat açan iri bir martının gölgesi göründü yüzünde. O zaman yüz hatları birazcık yumuşar gibi oldu. Ah bu martılardaki ruha huzur veren tabiat kimde var? Gözünü sevdiğim maviliği sırtlar da dökerler insanın karanlık yanlarına. Deniz kokar martı gölgesinin geçtiği bozkırlar bile. Sesleri azıcık çığlıklarımızı hatırlatsa da, kanatlarındaki gri heybet örter bütün ayıp yanlarımızı ve yaralarımızı…Şanslılarımız şiir bile yazar belki.
Mustafa…Alnının ortasından havalanan martıya rağmen tarifsiz bir sıkıntıyla büzüldü dudakları. Çantasının fermuarıyla oynadı biraz. Durup durup saatine baktı. Konuşacak bir şeyler icat etmeye çalıştım, olmadı. Sustuk. Neyse ki çaycı Şenol beklediğimden erken geldi. Mustafa kahve için teşekkür edip çıktı. Bu onu son görüşüm oldu. Daha doğrusu yaşarken son görüşüm.
Ertesi sabah işyerine gittiğimde herkes ağlıyordu. Meğer Mustafa benim yanımdan ayrıldıktan sonra çarşıya gidip kendine birkaç metre ip almış. Zahirecinin ikram ettiği pideyi yedikten sonra civardakilerle vedalaşıp gitmiş. Gece yarısına doğru bir dağ evinde asılmış halde bulmuşlar onu.
Dairedeki çekmecesinden “öldüreceklerimin listesidir” yazan bir kağıt çıkmış. Listenin en başında birlikte çalıştığı arkadaşı Namık vardı. Yaklaşık on beş kişinin adının geçtiği liste günlerce incelendi. Adı geçen herkes korkuyla ve hayretle Mustafa’nın neden böyle bir işe kalkıştığını, neden hiçbir sebep yok iken kendilerini öldürmek istediğini düşündü durdu. Ne yazık ki bütün cevaplar hayata çoktan dur diyen Mustafa’nın karışık hafızasında kaldı. Arkasından bir sürü efsane aldı yürüdü. Gaipten sesler duyduğundan tutun da, küçük bir kızın sürekli onu takip ettiğine kadar. Bunların ne kadarını Mustafa anlatmıştı, ne kadarı uydurmaya doğuştan yatkın ahalinin hayal ürünüydü bilemedik.
İşte bu intihar vakası daima bodrum kattaki morgda yatan cesetle birlikte anıldı. Mustafa dairede baygın kaldığı gece neler görmüştü de aklını yitirmişti? Kimileri morgdaki mevtanın kalkıp yürüdüğünü, Mustafa’nın da onu görünce fenalaştığını söyledi. Bütün doğu memleketlerinde olduğu gibi, bizim memleketimizde de bu tür hikayeler çokça pirim yaptığı için, uzun süre ceset ve Mustafa arasındaki karanlık mevzu ballandıra ballandırıla anlatıldı. Şimdi arada bir elektrik kesintilerinde duyulan ince uğultular bize bu talihsiz vakayı hatırlatır. Bazılarımız aramıza yeni katılan gençlere ve stajyerlere daire mazimizin bu eşsiz ve ilginç vakasını anlatır. Her ne olursa olsun Mustafa içimizde yatan sızılı bir hayalettir. Belki o cesetle falan karşılaşmamıştır ama, bizler onun her an başımızdan aşağı bakan hayaliyle yaşamaya mahkum edildik. Ne zaman makbuzda kalem hatası yapacak olsam, Mustafa’nın sağ omuz hizamdan bana baktığını ve için için söylendiğini hisseder tepeden tırnağa ürperirim.
Gözler işte. Bütün gizler şifreler yollar onlarda gizli. Hani bakmasam da görmesem kimsenin kırık yanlarını. Hani benimle alakası olmayan girdaplara düşüp döne döne boğulmasam. Hamiyet kapımın önünden geçmese her gün. Geceleri yatağında ıslak bir kedi gibi titrediğini hissetmesem.
İşe gitmeyeceğim bugün. Canım deniz çekiyor. Şöyle sahile çıksam, kırıla kırıla yürüsem kumsalda. Ayağımı çeker çekmez yalayıp yutsa ayak izlerimi deniz. Ben onu çok önceden beri seviyorum. O da beni sevsin. Hiç değilse o gizlesin nasırlı yanlarımı. Benim kimim var kendimden başka? Deniz biliyor her şeyi. Nasıl bir papatya gibi dökülüp koca bir gövdeden ibaret kaldığımı. Nesrin Teyzem kocadı. O da gider, ben büsbütün budaksız kalırım. Onun mavi yaşmağı var. Hiç çözmez başından. İnce bir deniz akar alnından şakaklarına. Omuzlarına köpüklü bir şelale dökülür. Bakar dururum her akşam.
Gideyim de, deniz sevsin beni.
Az sonra yağmur yağacak. İçimden titrek bir şeyler geçiyor. Rüzgarla cenk eden ağaçlara bakın! Ne kadar derin bir hüzün ve fakat ne kadar derin bir huzur var figanlarında. Şimdi benim de o kadar kalın bir gövdem olsa. Bir buçuk metre yukarıdan üçe ayrılsa. Uzayıp giden yan dallarımdan kırılgan ışkınlar çıksa. Üzerlerinde şamar gibi yaprakların tutunduğu ışkınlar. Şu rüzgar benim kollarıma girse, benim yapraklarımla sevişse.
Hışırtı. Uyku.
Rüzgar da sevsin beni. Benim adım Rüzgar.
Bu bir rüyadır. Başımı öptü de televizyon seyretmeye gitti Nesrin Teyze. Saçımın bir tutamımda buruşuk dudak izleri kaldı. Çilek kokulu bir iz. Hep şu Nazan karısının halt etmesi. Güya ruj çatlayan dudaklara iyi gelirmiş. Seksen üç yaşında Nesrin Teyzem, kırmızı, paraşüt gibi bir ağızla dolaşıyor. Hamiyet’in dedesi var en üst katta. Teyzemi görünce bir tuhaf oldu adam. Gülecek gülemiyor. Teyzemin ağzı koca düz bir çizgi. Kıpkırmızı. Sanki biri suratına balta saplamış da çekmiş sonra. Geri de bu derin kanlı yarık kalmış.
*
...ENGİNDENİZ...