- 479 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Hasar Tespiti
Bir kaza olur, hep aynı sırada giden şeylerin sırasını bozar birden. Başı sonu birbirine girer her şeyin. Oysa az önceye kadar tıkır tıkır işleyip gidiyordur dünya denen o çark. Tüm zorlanmalara, oflamalara puflamalara rağmen bir noktada direnmekten vazgeçmiş, dişlilerden biri olmuşsundur sen de. İçinin sızlamalarına alışmış, küçük bir çocukken kurguladığın dünyadan çok az sayıda şeyi yanında götürebildiğin çok daha gerçek bir dünyayı ısıtmaya, tanıdık bir yere dönüştürmeye başlamışsındır artık.
İşte tam bu noktada o kaza olur. Yoldan çıkar araba… Çoluk çocuk yaygaraya başlar. Basılacak bir zemin bulamazsın ayaklarının altında. Her şey kayıp gidebilecek gibidir çevrende. Bana ait diyebileceğin kadar sıkı sıkı tutabileceğin tek bir şey yoktur.
“Anne ölecek miyiz?” Bir arı dönüp duruyordu arabanın aynası önünde. Biliyordu, bu kaza sonrasını ne zaman hatırlasalar o arı hep vızıldayıp duracaktı yine. Az önce bu soruyu soran küçük kız gibi kendisi de hep arılarla yoldan çıkan arabaları birbirine bağlayacaktı artık. Bir yolun kenarında kapısı uçmuş, kaportası göçmüş bu araba bozuntusunun içinde çok zavallı hissederken kendini o sahnenin içerisindeki her şey zihninin bir köşesine kaydolur, sonsuzlaşırdı çünkü.
Telsiz sesleri, erkek konuşmaları, kuş cıvıltıları… Ve bir de o arının vızıltısı tabii… Küçük kızının yanağına bir öpücük kondururken, hani geceleri ona masal anlattığı, en tatlı sesiyle: “Tabii ki ölmeyeceğiz.” dedi. “Artık bir tehlike kalmadı ki! Bir kaza oldu ama hiçbirimize bir şey olmadı. Yoksa burada böyle konuşabilir miydim seninle?”
Kızı altı yaşındaydı neyse ki. Yoksa sadece sözcüklerini değil sesindeki ifadeyi de duyar, ona hiç hazır olmadığı sorular sıralamaya başlardı. Çünkü sesi hiç de ikna edici değildi… Çünkü “hiçbirimize bir şey olmadı” derken aslında hiç de doğruyu söylemiyordu. Burunları bile kanamamıştı, en küçük bir kırık çıkıkları yoktu gerçi. Ama yine de olan bir şey vardı ki, “kaza hasarı” nitelemesini sonuna dek hak ediyordu.
Polislerle konuşan o adama bir şeyler olmuştu. Bu enkazın içinden ona bakarken, bir filmdeki hoşlanmadığı karakterlerden birini izler gibiydi. Oysa o, içinde bulunduğu her sahnenin baş kahramanı olurdu genelde. Diğerleri arasında öyle bir parlardı ki karşıdan seyreden biri ister istemez onu koyardı yaşananların merkezine. Şimdiyse tartıştığı polisin yanında, haksız bir davanın savunucusu durumunda bir yanıyla kendini suçlayıp, diğer yanıyla, yani ölümcül bir kazaya neden olan o sorumsuz ve bencil adam olarak kendini savunurken, ne gerçek ne kurgusal bir yaşamın baş kahramanı olamayacak kadar zavallı görünüyordu.
Bu kaza sevdiği erkekten rolünü çalmıştı... İhtiraslı bir oyuncu gibi sahneyi ele geçirmiş, onu filmin kötü adamı durumuna düşürmüştü. Kadınlar iyi adamları tutarlardı filmlerde. Gerçek hayatta da pek farklı olmazdı bu durum.
“Arabayı kullanmasına izin vermemeliydim.” dedi. Arabada kızıyla kendisi vardı sadece. Bir de o lanet arı… Altı yaşında bir kız çocuğu için fazla ağır kaçıyordu bu cümle. Zaten ona söylememişti ki! Duymadığını ümit ederek az önce farkında olmadan sesli olarak yaptığı şeye devam etti. Yani düşünmeye… Yani olayları nedenleriyle sonuçlarıyla bir mantık çerçevesine oturtup ucunu kaçırdığı o yumağı bir yerinden yakalama ve ait olduğu o dünyaya geri dönme sürecine…
Kızı sabahın bu erken saatinde kuş cıvıltılarını ninni yapmış, çoktan uyuyakalmıştı. Öyleyse sesli olarak da düşünebilirdi: “O kadar sarhoş olduğunu bilmiyordum ki! Konuşmaları, tavırları çok normal görünüyordu. Gerçi düğün telaşında neyi fark edecektim ki? Gelinin akrabaları bırakmıyordu ki onunla ilgilenebileyim. Bir ara arkadaşlarının masasına gitti. Orada ne yedi, ne içti nerden haberim olsun?! Geri döndüğünde de hemen kalktık zaten. O kadar içtiğini bilseydim o arabaya biner miydim hiç? O haliyle bizi ölüme sürükleyecek kadar bencilleşebileceğini bilseydim…?”
Kızının yanağına bir öpücük daha kondururken aklına yıllar öncesinden bir sahne geldi. Kuzeniyle yaptığı bir kahvaltı… Teyzesine konuk olduğu o birkaç günde parça parça bir yaşama tanıklık etmiş, baba olmayan bir kahvaltı sofrasının asla doldurulamaz o boşluğunu hissetmenin neye benzediğini deneyimleme fırsatı bulmuştu. Teyzesi birkaç yıl önce boşanmıştı. Eniştesinin gülümseyen yüzü olmadan çay içip zeytine uzanmak, kuzeniyle şakalaşmak öyle zor gelmişti ki! Sadece konuşmalar, hareketler değil, masadaki yiyeceklerin, hatta çayın tadı bile bir farklıydı sanki. O gülümseme eksikti hepsinde… Onun verdiği o sınırsız güven hissi…
Şimdi yanında melekler gibi uyuyan bu küçük kızdan o duyguyu mu çalacaktı yani? Kuşlar cıvıltılarıyla her yeni gün gibi bugüne de “merhaba” diyip herhangi bir ayırım gözetmezken, kendisiyse bu darmadağın olmuş arabada oturmuş, yeni bir yıkımın hazırlıklarına girişiyor, çok farklı bir yere oturtmaya çalışıyordu günü. Bunu düşününce bir parça utandı kendinden. Aynadaki gözlerinden kaçırdı bakışlarını. Az öteye yöneltti… Camın ardına… İşte orada gördü, yıkımın aslında çoktan gerçekleştiğini. Kendisine son derece yabancı bir adam vardı çünkü o görüntüde.
Az sonra arabaya yaklaşacak, sanki araya onca şey girmemiş, tüm bu uzaklık hiç yaşanmamış gibi “Tamam canım, hallettim.” diyecekti. Ya da yollarına devam edebileceklerini belirten buna benzer başka birkaç kelime… O kendisini görmemiş olacaktı çünkü, bu yıkıntının içinde bir kadının gözlerinden. Onu baş rolden alan o kazanın hasar tespitini tam olarak yapabilmesi için epey bir zaman geçmesi gerekecekti.