SÖZCÜKLERİN BÜYÜSÜ(n)
İçinden deniz geçen kentlerin büyüsünü taşıyan, yüreği en karasal iklimlerde büyüyen çocukların öykülerine takılırım kimi zaman. Kalabalık sofraların şenliğini, gittiği bir yol üstü lokantasında sabaha karşı verilen kısacık molalara uygun olarak, küçük çay bardaklarını ellerinde tutmaya çalışırken anlayanların öyküleriyle ne çok benzeşirler. Yitip gidenin ardından uzun bakmadan geride kalanların öyküleri de aynıdır aslında…
Aylarca kar altında kalan toprağı yeniden işleme hayali kuran yaşlı adam, belki hiç duymamıştır ‘Ağustos Böceği İle Karınca’ hikayesini; yine muhtemelen öykünün yazarı da başka birinden etkilenerek karıncayı dünyanın en önemli kahramanı haline getirmiştir. Ancak yaşam her ikisinden de haberdar olarak silip süpürmektedir ömürleri.
Adam tarlasının kokusunu özleyerek yarısı kar altında kalan evinin kapısındaki gül fidanlarını ne ümitlerle taşımıştır ki şehirden daha yapraklandığını görmeden kokusuyla doldurur kucağını. Karısını sevdiğini hiç düşünmeden çocuklarını bir arada tutabilmek için neler çekmiştir oysa: ‘Bazen sevginin şekli olmaz…’
Büyük oğlan talihsizdir aslında; bu evin, tarlanın ve tüm yükün tek varisi olarak seçilmiştir. Erkenden evlenip anneye yardımcı olacak becerikli bir gelin bulmak zorundadır ve başarıyla gelir üstesinden, bunun. Sonra şenliğe şenlik katan birkaç çocuk yaparak filizlendirir hayat ağacını…
Diğer iki oğlan iki nüshadan ibaret birer tekrardır çoğu zaman. Hani olmaları gerekir ancak asılları daha değerlidir, dediklerimizden.
Erkenden giden kızları da saymazsak kalan en küçük oğlan kar kaplamadan yolları, çoktan dağlardan başka, topraktan başka, kerpiç duvardan başka hiçbir şey görmediği ora’yı ardında bırakarak tütün kolonyası sindirmeye çalışan otobüsle çıkmıştır artık yükseklerden.
Rakım yüksek, boylar kısa, yollar uzun, gece hibe, el etek çekilmiş vakitleri demlemeye başlayan bir çift gözle ilk kez başka şehirler, köyler, kentler geçerek ben diyeyim bir gün siz deyin bin ömürlük heveslerle denize doğru…
Ardından kısacık molalar, ve kim bilir kaç kez üstüne dem atılmış çaydanlıklarda pişen koyu, sıcak, sessiz çaylar… Sonra unuttuğu o ses:’ Çay bitti!’ ve ardından kuru kuru yenen peynir ekmek…
Coğrafya derslerinden hatırladığı bir söz: ‘Yazları sıcak, kışları ılık ve yağışlı…’ bir de ‘imbat…’ Sahi inciliği de vardı; ama onu anlaması imkansızdı.
Fiziki haritadan anımsadığı o gülümseyen maviliğe giderken, onca kişi hep birden oturdukları sofradaki kaşık şıngırtılarını anımsadı; artık yetmeyecek, hemen bitecek diye bir hırsla tabağı kaşıklayan yeğenini dürtmeyeceğini de…’Bazen hangisi daha iyi belirsizdir…’
Türkçe kitabının 114’üncü sayfasındaki resim ne garipti: Saçları topuz, kısa etekli, ayağında terlik, elinde örgü şişiyle oturan anneydi. Gözündeki gözlüğü burnunun ucuna kaymış, elinde gazete ile baş köşede oturan da baba… Biri kız öbürü oğlan iki çocuk oyuncaklarla oynarken, kedi de kapının üstündeki paspasta yumak peşindeydi.
Hepsi birden dönüp ona gülümsemişlerdi, ne güzel!
***
Adam o akşam eve döndüğünde kendini hissettirmeye başlayan soğuktu aklında olan. Biraz önce uğurladığı oğlan, içine bir şey bırakıp gitmişti ya neydi? Yemek telaşının içinde kaybolan karısıyla bakıştılar bir süre. Sonra da etraflarındaki bu yeterli kalabalık ve odun derdi, alabildiğine karanlık…( Bazen veda edilmeden de gidilir! )
Sofrada hemen hissedilen rahatlık, uyuşan dizlerin yerini alan genişlik ve hiç olmamış gibi ama yine de var olan bir boşluk…
Sabah erken kalkılacak, oduna gidilecek, ambardaki son işler bitirilecek… ‘ Yatalım!’
***
‘ Ankara’da inecek yolcular kalmasın!’ dendikten sonra da devam eden alışılmış gün ayazı, nice sonra yerini ılık bir nefese bıraktı artık. Ne diyordu kitap: ‘ Batıdan doğuya gidildikçe yükseklik artar, sıcaklık düşer…’ İşte tam dediğinin tersi…
Bu üzüm bağları, sararan kavaklar ve mola yerlerinde kitaptan çıkıp yemek yiyen o aile…Artık somurtmayan ve neşeli yol arkadaşları…
Gide gide vardığı o mavilikten önce hissedilen o koku; hani su kokmazdı? Böyle büyük ve mavi olunca kokuyor,demek ki! Uyanan bilinç, içindeki kuş çırpınışı ve geride kalanlar…Sonra alabildiğine deniz…( Bazen mutluluğun resmi olmaz! )
***
Gidersin gidersin de bazen, bazen yerini bulamazsın. Bazen olduğun yerde mutlusundur bazen olmadığın yerde huzurlu. Gün aynı gün değildir ne zaman aynı zaman…
Yine de insansındır ve dönüp durduğun senin aynan…
En tepeye çıktığında seslenirsin aşağıya: ‘Ben çıktım; demek ki herkes gelebilir!’
Boğulduğunu anladığında da mırıldanırsın: ‘Gelmeyin, felakettir!’
( KISALTILMIŞTIR)
YORUMLAR
Gelin bu vatanı tarih yazıcılarının çöp sepeti olmaktan kurtarıp, iki binli yılların öznel-etken toplumu yapalım. Kalemin gönül burçlarına diktiği o muhteşem manzarayı hep birlikte temaşa edelim. Savaşların, işkencelerin, sömürünün ve insanlık ayıplarının kirli yüzüyle değil, kalemin aydınlık ve berrak yüzüyle tanışsın bebeler, gençler, yaşlılar, anneler...
Bunu az önce yazısını okuduğum kalem erbapları yapacak elbette...
YAZARA SELAM