- 1834 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Siyah ve Siyah Mektuplar - 6
’...Gazete küpürünü ikiye katlıyor, sonra da büküyorum. Bir dikdörtgen, bir kare, iki üçgen... Köşeleri birleştirip üçgenleri ayırıyorum. Kâğıttan bir gemi oluyor. Yere bırakıyorum. Ne yüzdürecek su var ne de yelkenleri dolduracak rüzgâr. Sanki betondan yapılmış. Hiçbir yere gitmiyor. Tıpkı göğsümdeki ağrı gibi.’
Elif Şafak / İSKENDER
Böyle bitiyor mektup. Defalarca aynı satırları okuyorum. Göğsümdeki ağrı! Hiçbir yere gitmiyor!
Yeniden Merhaba sevgili kardeşim nam-ı diğer Or.
Mektubunu üzülerek okudum. Seni bu kez ümitsiz, yorgun ve sıkkın görmekten ötürü hayli canım sıkıldı. Bu sıralar umudunu beslemeyi unutuyor gibisin. Sanki rolleri değiştik seninle. Bana her daim güç veren, yüreklendiren ve cesaretimi perçinleyen kardeşime ne oldu! Acaba o mızmızlık ettiğim günlere geri dönsem faydası olur mu? Senin kendini güçlü hissedip, bana teselli verebilmen için gerekiyorsa melankoliye teslim olabilirim yeniden. Kudretini kucakla, lütfen...
Yalnızlık ve umutsuzluk bir bumeranga benziyor. Ne kadar kaçarsan kaç, istediğin kadar ırağına at, dönüp dönüp kendine çarpıyor insanın. Bizim fıtratımızda yorulmaktan ziyade bıkkınlık söz konusu. Yorulduğumuz için değil, her şeyden bezdiğimiz anlarda caymaya başlıyoruz; en başta kendimizden! Bir darlanma ki sorma gitsin. Nerden ve neden geldiğini bilemediğimiz o tuhaf his! Yine de yazdıkça ferahladığımız konusunda -zaman zaman med cezirler yaşasam da- ısrarcıyım. Yazmaktan ve izah etmekten vazgeçme olur mu...
Demişsin ki; ’Mutlu olmaktan ziyade, günün anlam ve önemini içeren mühim adımlar atmanın daha mantıklı olacağına dair fikir birliğine vardı vücudum. Ki et, kemik ve ruhum.’
İnsanız. Etten, kemikten ve dokunamadığımız ruhumuzdan ibaret canlılarız. Bazı insanlar için ’ruhuma dokundu’ dediğimiz cümle, aslında imkansız olan bir şeyi yapabileceğine inanmak istediğimiz insanları içten içe yüreklendirmek, belki yüceltmek adına, başkalarına da ne kadar hünerli olduğunu anlatabilmek için kullandığımız bir sıfattır. Birisi çıksın ve o yapılamayanı yapsın isteriz. Ruhumuza dokunsun! Lakin imkansız olan imkansızdır. Kimsenin ruhuna dokunamazsın. Çünkü ruh dokunulmazdır! Ben hiç kimsenin ruhuna dokunamadım bu güne kadar. Sanıyorum ki benim ruhuma da dokunan olmadı. Ruhumun şehir şehir gezmişliğine, cenderelerde can çekişmişliğine çok kere şahit oldum lakin el sürüp de onu ihya edenini görmedim şimdiye kadar. Ruhum kimi zaman sultanlar gibi keyif sürdü, kimi zamansa sersefil yollara vurdu kendisini. Ne uzadı, ne kısaldı. Ruhtur bu; seferi olmaya ant içmiş bir yanardağdır... Ruh bir okyanustur kardeşim, çengellli iğnelere sıkışmaya yaraşmaz, özgür olmayı ister, özgür olmayı diler. Bir an evvel çıkar onu o cendereden, yoksa bedenini de oraya sürükler. Ruhunu yüce tut ki, ayaklar altına serilmesin... Ve sana tavsiyem; günü kurtarmak adına bütünden olma. Alimallah kaş yapıyım derken çıkardığın gözler çoğalır, dikkat et!
’...ezan okunuyor çöller boyunca ve rüzgâr toprağı tenimize iliştiriyor.’ Ah nasıl güzel bir cümledir bu! İnancının peyderpey içreden doğaya sızıntısı gibi. Semada çoğalır gibi... Sen ne güzelsin kardeşim. Su gibi aziz, hava gibi ferah, toprak gibi bereketli gönlünü ne demeye dar alanlara meylediyorsun. Onu nemlendir, gerekirse oksijen ver ürkekliğini okşa, olmadı suni teneffüse çıkar gezdir köşe bucak. Senin gönlün bu kadar kanaatkâr ama asla az ve fukara değil. Senin bahçende binbir renkli çiçekler açar, velev ki sen gülizarına vefakâr ve alâkadar bir bahçıvansın. Bırak saçtığın tohumlar da siyah olsun ne çıkar! Simsiyah tohumlardan da ebruli çiçekler yeşermez mi sonunda...
Eskiden mahallemize ’kalaycı’ çingeneler gelirdi. Kalaycı dediysem o argo deyiminden söz etmiyorum elbette. Bu kalaycılar hakikaten kalaylama işinde ehli insanlardı. Buldukları bir köşeye anında tezgahlarını kurar ve ateşi yakarlardı. Çok hünerliydiler. Eve koşup ne kadar kap kacak varsa getirir, o büyüleyici parıltılı ana şahit olmak için dört gözle ve heyecan içerisinde beklerdik. Nitekim öyle de olurdu. Yılların telaşında orada burada unutulan, kömürlüklerde çürümeye terk edilen kapkara bakırlar ve alüminyumlar, kısacık bir zaman içerisinde yeni alınmışçasına göz kamaştıran bir hale bürünürdü. Düşün ki bizler insanız. Madde bile bir nevi manâya evrilebiliyorken bizim içimiz karardığında nasıl olur da manâsızlaşabilir veya manâsızlandırabiliriz kendimizi, evreni ve her şeyi... Rabbim bizlerin kalbini pas tutmuş, çürümeye bırakmış ruhların zalimliğinden korusun. Sen kalbini bu sıralar ihmal etmişsin. Kalbine bilge bir kalaycının eli değmeli ki yeniden ışıldasın. İster bu görevi bir dosta bırak, ister ibadete sarıl, dilersen kitaplarına... Ama ne olursa olsun karanlık kuyularda bir başına kalmasına ve kararmasına müsaade etme kardeşim... İçinden dervişin selamını tekrar et...
Senin için endişeleniyorum. Midendeki rahatsızlığın ruhunda yaşadığın sıkıntılı ve stresli durumlarla alakalı olduğunu düşünüyorum. Üzüntü en çok mideyi huzursuz eder, hep o zavallıya vurur. Doktorun tavsiyelerine kulak ver. Bu kendini dinlemelerinin sonunda Allah korusun ince hastalığa tutulursun. Sağlığını hep en uzağına fırlatıyor ve onunla ilgilenmiyorsun. Sana bu yüzden çok kızıyorum. Senden herhalde çok var ki kendine bu eziyeti yapmaya devam ediyorsun. Yapılması gereken neyse, yapılması gerektiği şekliyle yap. Hastanelere düşme. Bugün benim yolum yine düştü ve yine kendimi çok yıpranmış hissettim. Allah oraları ne eksik etsin, ne de oralara düşürsün. O doktor odalarındaki beyazlık ve steril edilmiş alanlar beni hep ürkütüyor. Ben kendi siyahlığımla ve sterilsiz alanlarımla gayet mutluyum...
Tavsiye ettiğin filmleri ilk fırsatta izlemeye çalışacağım. Richard Gere’in bir filmini izledim dün. Hala etkisindeyim. Bazı fimler tıpkı romanlardaki gibi hançeri bağrına saplayıp gidiyor insanın. İçimde hala buz gibi bir hançer ve sıcacık süzülen kanımla oturuyormuşum gibi hissediyorum. Bir süre acıklı filmler izlememeliyim sanırım. Fena darlanıyorum...
Kalemi kırmayı istediğini yazmışsın. Zaman zaman hepimize oluyor bu. Herkeste, her şeyden vazgeçme ve soyutlanma isteği, ki yalnızca yazma veya okuma işinde değil bu isyankar bıkkınlık durumu. Hatta bir şiirde, şairlik lekesinin nasıl çıkacağını bile sormuştum. Bu dünya delice yazarken daha çekilir gibi geliyor bana. Anlatmazsak çekilmez bir cehhennemmiş de ateşler içinde kıvranıyormuşuz gibi. Düşler bile eskiyor da, susmalar konuşursak yenik düşüyor ancak. Bu hastalığa bir kere tutulduysa insan kolay kolay söküp atamıyor içinden. Bana kalırsa hiç kafa yorma; akışına bırak kendini, hayatın akışına...
Mutluluğun kaynağını bana sormuşsun. Gülümsedim. Ben ki kısa bir süre öncesine kadar hissizleşen hücrelerime yenik düşmüşüm, bu sorunun cevabı bende olabilir mi sence? Hiçbir şeyin beni mutlu etmediğini düşünürken, neden sonra hiçbir şeyin beni artık mutsuz da edemediğini sezdiğim zaman ve eskiden zevk aldığım her şeyden ve bana iyi gelen tüm insanlardan dahi soğuyan, kabuğuna çekilen bana mı soruyorsun bu soruyu? Bazen elma şekeriyle kandırılmış bir kız çocuğu gibi hissediyorum kendimi. ’Mululuk içimizde!’ dersem şimdi kahkahayı basacağına eminim.
Mutluluk koşup koşup yakalayamadığımız, tam dokunacakken bir göz yanılması gibi toz bulutu olup dağılan, o kendimizi muhteşem hissettireceğine sonsuz inanç beslediğimiz doruklardaki duygu. Neşe gibi değil, bir sebebe bağlı çünkü. Bu onun daha kıymetli olmasını sağlıyor. Bazen bir çocuğun gülümsemesinde yakaladığın, bazen bir çiçeğin açmasında, bazen bir çay bardağına boşalan sıcacık demli bir çayda, bazen bir çift yeni ayakkabıda, bazen iki satır şiirde, bazen kısacık ’seni özledim’ cümlesinde... Yani özetle insanın o an neye ihtiyacı varsa, duymak veya sahip olmak istediği; onda bulur mutluluğu. Beklenmeyen bir telefondaki sesin ’merhaba’sı mutlu edebilir insanı da, çuvallar dolusu para verip alınan bir araba yahut bir ev mutlu etmez bazen. İçinde huzur olmayışıdır bu memnunsuzluk.
Ben mutluluğun huzurla alakası olduğunu düşünürüm hep. Huzurluysam mutluyum demektir. Kişiye ve algıya göre bukalemun gibi renk değiştiren mutluluk, kanımca ’huzurun o güven kumaşının’ altında gizlidir. Dilerim huzurunu çabuk yakalar ve ruhunda ömür boyu esarete mahkum edersin onu.. Kendine dikkat et kardeşim. Mektuplara bir süre ara ver, sağlığına, huzuruna ve umuduna kavuştuğun ve kendini güçlü hissettiğin zaman iyi haberlerini yine bekliyor olacağım... Başka bir zamanda görüşmek dileğimle..
Eyvallah olsun, Fulya..
*Mektubun 5.sine; www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=91388 linkten ulaşabilirsiniz...
fulya/ocak2012
Siyah ve Siyah Mektuplar - 6 Yazısına Yorum Yap
"Siyah ve Siyah Mektuplar - 6" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
20 Ocak 2012 Cuma 13:03:24
Hakkınsesine yazdıklarımı sana da yazmalıyım. Bu mektuplar ne Cibran'da var ne Kafka'da. Şimdi bazıları 'abartının bu kadarı' diyecek. 'Bu kadın Kafka'yı hiç okumamış mı' diye düşünecekler belki de...Oysa ben Kafka'nın Milenaya Mektuplarını zamanında ezber etmiş bir okurum:) Halil Cibran' ı da uzun yıllar inceledim. O yüzden kesinlikle diyorum ki; arkadaşım, mektup dalında siz ikiniz, onlardan bile öndesiniz bana göre.
Çok beğendim.
Sevgiler.
Aynur Engindeniz tarafından 1/20/2012 1:04:35 PM zamanında düzenlenmiştir.