- 750 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BEYAZ ATIN SÜVARİSİ
“bir modern halk hikâyesi denemesi”
– “Dizlerimin feri, gözlerimin nuru hatunum, maşallah, narçiçeği kızımız Ayperi büyümüş.”
– “Ferace giydirelim, rüştüne erdi.”
Benginaz, kaç zamandır bugünlerin telaşındaydı, söylendi:
“Hey benim ağam, kızımız büyümesine büyüdü de biz büyüyemedik. Hani kızın ipek feracesi? Ulu kervan yollarının üstüne konduk diye pek yiğitleniyordun, ne oldu? Hani nerede kaldı senin ipek kervanları? İpek kervanı da ne ki, kaç yarınlar dün oldu, dirliğimize yolunu şaşırmış bir bezirgân uğramadı. Bu gidişle, ipek ferace şöyle dursun, kızın çeyizine el kadar ipek mendil koyamayız. Sahipsiz yurdun gönüllü muhafızı avanak Türkmen, bu akılla sen daha çok ipek kervanı beklersin…”
Mustan Ağa, kadının zihninden geçenleri gözlerinden okudu:
– “Sen hep mor renklisini istiyordun ya, ak çadırdaki balyayı aç, feraceler yazma bohçanın içinde, beğendiğini giyinsin kızımız, biri de senin.”
– “Ne zaman geldi Mustan, dünkü misafirler mi getirdi?”
– “Ben hatunumu üzer miyim, kuşların kanadında getirttim.”
***
Babasının narçiçeği, anasının karçiçeği Ayperi, iki çadır arasında ceylan gibi sekiyordu. Benginaz, bir geçişinde kızını yakaladı:
– “Balam, bugün keyfin pekiyi, Allah keder vermesin, gel sana ipek feraceni giydireyim.” dedi, elinden tutup kızı ak çadıra götürdü:
Böyle bir muştu, rüştüne erdiğinden beri Ayperi’nin rüyalarını süslüyordu:
– “Hadi ana, feracemi giyindir…”
Benginaz, ak çadırın süzme aydınlığında kızının çeyiz bohçasını ortaya serdi. Kızına kendi eliyle diktiği içliği seçip ayırdı; al renkli bir yazma bohçanın bağlarını çözdü. Ana kız feraceleri kapıştılar:
– “Ay balam, evvela içliğini kuşanmayı öğrenmen lazım…”
– “Hadi öğret, anacım…”
– “Evvela entari kalana kadar üstündekileri çıkar bakayım…”
Giysilerini çıkarırken Ayperi, eline dokunan mahrem yerlerinin varlığını daha canlı hissediyordu. Yalın entarisinin içinde bebek gibi sevinirken, feraceleri önce kendi boyuna tutunarak beğenen kadına:
– “Dur seni bir öpeyim anacım.” dedi, kadını öpüp sıkıştırıp bıraktı.
– “Dur hele… Dik dur, tut şu içliği, iki kolun üstünde kaydır, ortala… Boyuna ölçmeye kalkışma, göz ayarıyla bul ortasını…
– “Ah, şaşırdım…”
– “Şaşırma, şöyle tut, iki ucunu omuzlarından arkaya sal, tam ortasını bağrına ser, çeneni içine alacak şekilde… Çeneni sonra kurtarırsın, iki adım ileri çık... Uçlarına basma...
Uzanabildiğin kadar sırtında, el yordamıyla uçlarını çapraz geçir; salıver... Şimdi el değiştir, aşağıdan, iki elinle iki ucu tekrar öne, koltuk altlarından geçir. İki adım gerile… Basma uçlarına balam… Kuşan şimdi karnına, karşılıklı iki yandan sımsıkı sarsın bedenini… Tekrar arkaya geçir. Kırıştırmadan geçir...
– “Ay, koluma dolandı…”
– “İki adım öne çık; belinden dolaştırıp önüne geçir. İki adım gerile, şimdi de göğsünü, bağrını kundaklasın… Omuzlarından tekrar arkaya sal... Şimdi de el yordamıyla belinde çaprazlayıp bir saç örgüsü kıvır, böğürlerin hizasından öne al, karnının üstüne düğümle… İşte bu kadar…”
Kız kendini kundaklanmış gibi hissediyordu. Kıpır kıpırdı:
– “Babam gelene kadar böyle dursam mı?”
– “Utanmayacaksan, dur…”
– “Latife ettim anacığım…” derken kadını kucaklayıp bir kez daha sıkıştırdı.
– “Şu çıkın kimi kaba düğümü arkaya getirmek istersen, bunun hesabını kuşanmaya başlarken yapacaksın.”
Yeniyetme bir kız değildi de içlik kuşanan, beşiğinden kundağıyla kalkıp yürüyen bir bebekti. Vücudunu sımsıkı saran içliğin içinde kız, hoplayıp zıplamayı öğrenmeye çalışan bir ceylan yavrusunun taklidini yapıyordu.
– “Karçiçeğim, gel, yanıma gel, daha işimiz bitmedi.”
– “Güzel anam, sana bir tutam çiçek toplayıp geleyim mi?”
– “Bu halinle mi? Vazgeç bu sevdadan balam, sen kendin bir çiçeksin. Unutma, bu görünmek hevesidir biz kadınların burnunu sürten.”
– “Sadece babam görsün istedim anacığım...”
Oyuncağa dalmış bir bebek gibiydi; feracelerin eteklerini bir elinin içine sıkıştırıyor, avcına dolan ipek kumaş yığınının, elini açınca avcından fışkırışını seyrediyordu. Maviliyi tutundu göğsünün üstüne, beğenmedi, mor renklisini tutundu. Mor renklisi daha alımlı görünüyordu.
– “Ben de moru beğendim, dedi anası, şimdi bunu giyin üstüne. Biraz öteye git, bana doğru dön. Evvela başından geçir, içine gir…
Sol elin bağrında, avuç içini dışa doğru pençe tut; üst tarafı başına, omuz-larına dökülen feraceyi iki yandan, iki katından şöyle, bak benim yaptığım gibi yaka-la…
Tuttuğun kısmı bırakmadan, bileğini göğsüne yasla. Böyle ay balam… Elin, kolun feracenin katlarına dürülsün, beyaz tenin görünmesin. Kudret güzeli kızım, Allah seni bana bağışlasın. Solak değilsin maşallah. Senin sağ kolun işlek. Bu işe sol kolunu alıştır, sağ kolunu diğer işlerinde kullanırsın.”
Biraz da hakkını verelim feracenin. Şimdi de içliğinin çene altında kalan kısmını burnun üstüne kadar hafif gerdirerek asıl, bırak… Elini sokma, gevşemesin, iki parmağını çene altından geçirerek tut, asılırken çeneni hafif içeri çek...
Say ki balam, yabandasın, kucağında yük var, âlemin gözü senin üstünde. Hemen darılıp dürülüp feracene saklanmalısın; ağzın, burnun görünmeyecek şekilde kapanmalısın. Ha, baktın ki bu işler ayaküstü olmuyor, ceylanım, yolda yolakta feraceyle didişip durma, işte o zaman, her şey bir tarafa, feracenin üst katını başının üstünden yüzüne indirip toparla; sarın, uçlarını ağzına tık, dişinle tut; boşta kalan iki elinle yükünü taşı, aç kurt gibi bakışan gözlerden kaybol:
Güzele sevap deyip de bakarlar,
Şeytan ile bir olup can yakarlar.”
***
Anasının karçiçeği, babasının narçiçeği Ayperi’nin üstünde mor renkli ipek ferace dalgalandıkça renkten renge giriyor; içinde çocuksu, uçarı bir kız olduğunu cümle âleme hissettiriyordu. Balanın edası, nazı yoktu daha. Vücudunu bolca saran ipek feracenin üst katını omzuna başına dolayıp da uçlarını çenesinin altında alımlı çalımlı buluşturamıyordu. Eğer bunu bir becerse, mor ipek ferace kızın erişkin bir kız olduğunu ortaya çıkaracaktı. Bunun böyle olması lazım geldiğini Ayperi kendisi de biliyordu lâkin bütün vücudunu kundaklar gibi sarıp sarmalayan içliğinin boğazından geçen kısmını burnunun üstünde hâlâ durduramıyordu. Kendi kendine ilk denediğinde içliği çok sıkı sarmıştı, içinde boğuluyorum sandı; burnunun üstüne çekerken asıla sündüre içliğin gerdan kısmını çuval ağzına döndürdü:
“Alt tarafı çok sıkı, üst tarafı gevşek… Böyle olmadı…”
İpek feracenin hakkını veremeyişinin sızısı ayakuçlarındaydı. Orta direğin keçesine abanmış bakır işlemeli aynanın içinde seksek oynar gibi hoplayıp zıplayan mor feraceli kız Ayperi miydi acaba? Aynadaki kendine doğru vardı; yavaşladı, durdu. Bakışlarını süzdü, duruşlarıyla süzüldü. Yıkanmış yün beyazı ellerinin zarif parmakları feracenin üzerinde geziniyordu. Anasının dediklerini kusursuz yapmıştı. Bu sefer olması lazımdı. Evet, olmuştu, babasının narçiçeği olgunlaşmıştı. Hakikaten dudakları narçiçeğini, yanakları karçiçeğini andırıyordu. Son işlemi de hatırladı, içliğini buğday sarısı boynunun altından parmaklarıyla nazikçe tutarak burnunun üstüne kadar çekip bıraktı. O sıra çenesini içe doğru çekmeyi de unutmadı. Böylece Ayperi, çocuksu davranışlarından kadınsı kimliğine bürünürken içinde yaşadığı eski dünya bir anda dışarıda kaldı. Kudret kalemiyle çizilmiş karakaşlarının altındaki güvercin bakışlı bir çift ela göz, Şark’ın edebi güzellerinin destansı beytine benzi-yordu.
***
Bunlar, iki yiğit kardeşti. Babaları onlara, Barak ovasından Çukurova’ya kadar uzanan beyler diyarında namı yürüyen şanlı bir düğün etmiş; bir düğünde iki gelin almıştı. Diyarın bütün beyleri, erleri, erenleri, omzu sazlı ozanları düğünde boy göstermişlerdi. Böylesine şanlı izdivacın ardından Mustan’ın bir kızı, Mestan’ın da bir oğlu oldu. Kızın ilk adını ay yüzlü, güler yüzlü olsun diye aydan aldılar. Masallarda, destanlarda daima iyiliği, güzeli, güzelliği temsil eden Peri Padişahı’nın kızına nazire olsun diye de “peri” adını ilave ettiler, kıza bunun için “Ayperi” adını verdiler. Oğlana da büyük dedesinin adını koydular: Sinancan.
Adları atalarının şanına pek münasip düştü çocukların. Beyler diyarında “Ayperi” deyince Mustan’ın kızı; “Sinancan” deyince de Mestan’ın oğlu akla gelir oldu. Bakmaya kıyılmazdı beşikte yatan bebelerin yüzüne. Pırıl pırıldı gözleri; nurunu aydan almıştı yüzleri. Kız evladının üstüne ziyade kelam edilmez lâkin bütün beyler, adı Sinancan olan kundaktaki erkek evlada, “Oğuz neslinden pek yaman bir er olacak.” derlerdi.
Mevla’nın hikmetinden sual olunmaz. Sinancan’ın daha incikleri sertelmeden, omuzları genişlemeden, babası Mestan hastalanıp yataklara düştü; bu hali çok sürmedi, vefat etti. Sinancan’ın anası Ülfet Hatun da bu acıya dayanamayıp zevcinin ardından dünyada fazla kalmadı. Sinancan sekiz yaşının eşiğinde hem öksüz, hem yetim kaldı.
Sinancan’ın amcası Mustan Ağa, mal tamahlısı ve biraz da asalet düşkünü bir Türkmen’di; merhum kardeşinin oğlu Sinancan’ı baştan beri kendi emrinde bir çırak gibi görürdü. Kardeşinin zevcesi Ülfet Hatunun acısını paylaşırken kara yaslı acılı hatuna yağmayan bulutlar gibi gürleyip dağlar gibi dayanak oldu lakin kader, Ülfet Hatun da göçünce fani dünyadan, hem öksüz hem yetim kalan yeğeni Sinancan’ın vesayeti Mustan Beyin üstüne kaldı.
Baba yarısı Mustan’ın gönlünde, Sinancan’ı bey oğlu yetiştirmek gibi bir düşünce yoktu. Sinancan’dan başka bir varisi kalmayan merhum kardeşi Mestan’ın arazideki payı üzerinde de tek başına söz sahibi olmak gibi bir düşüncesi vardı. Her yiğidin yüreğinde bir aslan yatar. Kızının izdivacı vesilesiyle uzak diyarlardan bir beyle de akrabalık kurarsa, niçin bu geniş arazide bir beylik de kendisi kurmasın? Bu sırrını bilen bir kimse olmasın diye de Sinancan’ı kendi evladı gibi besleyip büyütme gayretini kimseden esirgemedi. El âleme karşı gayretini kimseden esirgemedi lakin oğlana daha rüştüne girmeden ağır vazifeler vermeye başladı. Bundaki muradı da oğlanı ağır yükler altında ezip aciz duruma düşürmekti.
Zor işlerde çalışmayı bilmek, zor olanı alt edip becermek yiğitliğin şanın-dandır. Nice ağır işler altında yoğrularak gelişen oğlan da sanırdı ki amcam beni büyük, sorumluluk isteyen ağır işlere alıştırıyor. Doğrusu da budur ki zor, ağır işler erkek milletine kuvvet, kudret, şan verir. Muzaffer kişiler, böyle zor işleri alt eden kişilerdir.
Zaman su misali akıp gitti; Sinancan taşı sıksa suyunu çıkartacak bir yiğit oldu. O da aklı başında bir er kişiydi artık. Büyük göçte, Kafkaslardan bu yana beraber yürüdükleri dedelerinin yoldaşlarından olsun, babası merhum Mestan Ağanın arkadaşlarının çocuklarından olsun yeni çevreler edinmeye başladı. Türkmen geleneğinde gençler çayırda çimende birbirleriyle güreşirler, evde barkta bilek gücüne tutuşurlar; kılıç kalkan oyunu oynarlar, at binerler, ok atarlardı…
Babasının eski dostlarından Sinancan’ın durumunu yakinen bilenler, bazı acı gerçekleri oğlana işittirir oldular. Ağır işlerin altından kalkmaya çalışırken kalbi ve ahlakı hiç bozulmadan gelişen Sinancan, dostlarının kinayeli laf işittirmelerinden sezinler ki amcasının çiftliğinde bir kâhyadan farksız çalışmaktaydı. Dost acı söyler. Bir gün, iki baba dostundan, yüreğini dağlayan şu iki cümleyi duydu:
– “Yiğit Sinancan, amcan seni evlendirmeyecek mi?”
– “Biz merhum kardeşimiz Mestan’dan işitmiştik ki Ayperi senin beşik kertmendir.”
Beşik kertmenin dahi ne olduğunu henüz öğrenen delikanlı; bu sözlerden kendi menfaatine yorum getirmeyi şanına yakıştıramadığı için işittiklerini üstüne almıyordu. Sinancan, çocukluğundan beri amcasını baba, Ayperi’yi de kardeş bilirdi. Zaten amcasının kızı Ayperi’nin üzerine kimseyi fazla konuşturmazdı ama ortalıkta dolanan böylesine şık laflar doğru muydu, yoksa Türkmen halkının hoş seda bir gevezeliği miydi? Sinancan için bütün bunlar, herhâlde çözülmesi cebir bir muamma. Böyle muammalar karşısında delikanlının hiç değilse anacığı sağ olsaydı, oğul, anasının dizine başını koyup derdini paylaşırdı ve yiğidin kaşları bu kadar kararmazdı, yüreği bu kadar daralmazdı.
Yine bir gün bir başka baba dostu lafını dolandırmadan söyledi:
– “Bre yiğit, sen ne diye yurtsuz yuvasız kuşlar gibi durursun, berduş musun ki bir yurt yuva da sen kurmazsın?”
– “Hürmetli büyüğüm, yüreğime acı vermek midir muradınız, bildiğiniz bir şey var da onu mu söylersiniz? Henüz ben, muhterem oğlunuz kadar müstakil olamadım. Bağışla beni, daha helâl süt emmiş bir ana kızına rastlayamadım.”
– “Sinancan, evladım, helâl süt emmiş birini araman icap etmez. Amcanızın kızı Ayperi senin beşik kertmendir hazar; ondan güzel, ondan âlâ helal süt emmiş mi ararsın?”
Sinancan’a bir şeyler oldu. Bu yaşlı Türkmen, oğlanın içine sanki ateş attı. Sinancan’ın buğday sarısı yanakları bir çift dağ elması gibi kızardı; “Öyle ya, herkes bunu böyle biliyorsa, Ayperi benimdir.” dedi…
***
Sinancan, o günden sonra hayatında daha hoşnut, daha mutlu görünüyordu. Birilerine açıp da paylaşamadığı duygularını arazide kuşlarla, çiçeklerle, böceklerle paylaşıyor; ağılda kuzularla, tavlada taylarla söyleşiyor; güneşler battığında, karanlık geceleri sevdasının üstüne siyah bir tül gibi çekerek uykularıyla barışmaya çalışıyor-du.
Söylentiler Mustan Ağa’nın kulağına da gelmeye başladı. Bir gün Mustan Ağa, Sinancan’ı, eşkıya yolaklarından ancak varılan ırak diyarın beylerine haberci gönderdi:
– “Buyurup gelsinler, beylerle çok mühim meseleler üzerinde danışmalar yapacağım.” dedi.
Sinancan ikiletmedi amcasını:
– “Amcamın ricası bana emirdir.”
Dedi, dört gece beş gün süren yolculuktan sonra o diyardan misafirlerle birlikte sağ salim döndü. Mustan Ağa, oğlandan bu kadar kısa zamanda böyle bir dönüş beklemiyordu. Kendisi komşu beylerle sefaya çıkmıştı. Babasının, ırak diyarlardan gelen, develeri paha yüklü misafirlerine çit kapıyı Ayperi açtı. Eve gelen misafirleri, Ayperi ile Sinancan ağırlamak mecburiyetinde kaldılar.
Mustan Ağanın obasında misafirler, emsali görülmemiş bir şekilde ağırla-nıyor; kendilerini fevkalade bir mekânda, insan eliyle yapılmış bir cennette sanı-yorlardı. Hiç kimsenin gözünden hiçbir şey kaçmıyordu. Kız değildi, bir kadın, bir hatun değildi de bir peri kızı obada nedimelik yapıyordu. Ayperi’nin şevkine ayak uydurmaya çalışan Sinancan, misafir beyleri, amcasını aratmayacak şekilde refakat ederek ağırlarken Ayperi’nin cazibesinde bir pervane idi. İki genç, birbirlerine emir teatisi yapmadan olunması gereken yerde oluyorlar, bulunulması gereken yerde bulunuyorlardı.
Yemeklerden sonra kızın toprak sahanda kavurup dibekte dövdüğü, kalaylı bakır cezvede kaynatıp porselen fincanlarla sunduğu bir yudumluk acı kahve, hava üzerinde yürür gibi süzülerek gelen tepsiyle hazırdaki ümmetin gönlünü fethederken Sinancan’ın da yüreğini çırpıyordu. Misafirler, fincanların dibinde ikram edilen birer yudumluk acı kahvenin lezzetini, lezzetinden daha baskın çıkan o ferahlatıcı hoş rayihasını konuşur oldular. Mustan Ağanın şöhretinin sırrı, Ayperi’nin dibek kahvesi telvesinde gizliymiş meğer! O ne tat, o ne hoş rayiha, fincanlardan yayılan?
Ayperi, fincanların dibinde birer yudumluk ikram ettiği acı kahvenin Yemen diyarından getirilen kara çekirdeklerini önce toprak sahanda kavurur, sıcaklığı geçer geçmez gönül sarayında çalınan davulun ahengine ritim tutarak ahşap dibekte döver; dışı sedir odunu karası, içi kalaylı bakır cezvede kaynatır, sonra sevdasının tülbendiyle porselen fincanlara süzerdi.
“Dibekte dövdüğü bir tutam Yemen kahvesiydi,
Cezveden fincana süzülen sevdasının telvesiydi.”
O gün misafirleri ağırlarken Sinancan ile Ayperi’yi Yüce Mevlâ birbirlerine yakıştırmıştı. Misafirler onları evli barklı bir çift sanıyor, Ayperi’ye Sinancan’ın zevcesiymiş gibi davranıyorlardı. Hakikat olan budur ki o günden sonra Ayperi’nin mor ipek ferace içinde sülün kuşu gibi süzülerek hanım misafirlere nedimelik yapması, hizmette kusur olmasın diye bazen erkekler kısmına dahi müdahil olması, kimi zaman yelpazelenip savrulan mor feracenin içinden ak güvercin misali belli belirsiz görünen içliği, herkesten ziyade Sinancan’ın hafızasına yerleşmişti.
***
Sinancan’ın yüreği Ayperi’nin sevdasıyla Yemen kahvesi gibi kavrulmaya başladı. Bir divanenin belirtileri vardı davranışlarında. Kararını verdi, içindeki sevda ateşi püskürüp etrafa taşmadan, bir maceraya bulaşmadan amcasının karşısında di-kildi:
– “Bey Amca, haddimi aşıyorum belki, af buyur; Allah’ın izniyle beşik kertmem Ayperi’yi senden istiyorum.”
Mustan Ağa şaşırdı:
– “Sen bunu kimden duydun, Sinancan?”
– “Hürmetli amca, bunu meğer bir ben bilmiyormuşum.”
Mustan Ağa kalpağını kaldırıp başını kaşıdı:
– “Bu sene mahsul pek kıt oldu, Allah nasip ederse seneye düşünelim.”
Mustan Ağa hem kızını vermeyecekti, hem de kızı oğlandan, oğlanı kızdan soğutacak işler yapacaktı lâkin baştan beri söylendiği üzere Sinancan, kalbi temiz bir oğlandı. Erenler, kalbinde kötülük olmayan erlere ok batmaz, cismini kılıç kesmez derler. Oğlan kalbini hiç bozmadan bir yıl daha ırgat ile ırgat oldu, hizmetçiyle hizmetçi oldu; çalıştı, didindi, sene-i devriyede amcasından bir âlicenaplık bekledi. O sene Sinancan’ın sevdasına gark olan ürün bereketlendi; işlerine obanın nüfusu yetmedi; deremediler, devşiremediler, ürünün çoğu arazide kaldı. Tepeler gibi tınaz yığınlarını sonbaharda sel su götürdü. Bu da ne ki, Mustan Beyin yaylasında koyunlar o sene hep ikiz doğurdu, ağılları körpe kuzuları almadı; yavrulayan kısraklar tavlaya sığmadı. Sinancan, verilen sözün arkasını aradı, varıp amcasına bir daha söyledi:
– “Bey amca, bu sene mahsulümüz, malımız bol oldu, Allah gönlümüze göre verdi, düğünümüze izin verecek misin?”
Bir fasıl sessizlikten sonra Sinancan sözünü ikinci kez tekrar etti; amca yerinde tutunamadı, reddetmek yerine ağır bir şart ileri sürdü:
– “Sinancan, bilirim ki güney sahillerinin Beyi Antakya diyarında oturur. Türkmen’dir, bize pek yabancı sayılmaz. Beyin şahbaz bir beyaz atı var. Köroğlu’nun kır atı soyundandır. Eğer o beyaz atı bana alıp getirirsen, Ayperi’yi sana veririm, düğününüzü ederim.”
Sinancan, amcasının bir muamma olan fikrini sezinlemişti lâkin Mustan Ağa da onun sezgisini anladı; sözünün üstüne söz gelmeden düşüncesini daha heybetli bir eda ile dillendirdi:
– “Hem ben o zaman rahmetli babana, oğlun yiğit kişi olursa kızımı veririm, demiştim.”
Sinancan bilirdi ki hırsızdan yiğit olmaz. Hırsızdan yiğit olmaz lâkin sevdanın da önüne durulmaz. Doğrusu Sinancan’ın çalışkan, namuslu bir yiğit olduğunu herkes biliyordu ama bir yiğitliğini kimsenin duymuşluğu da yoktu. Tabii ki o hem öksüz hem de yetim bir oğlandı. Anası sırtını sıvazlayıp yola vurmamıştı; babası av yerinde önüne geyik sürmemişti. Biraz cahil, biraz saf idi fakat oğlan sevdasına sahip çıktı, Ayperi’ye yakışır bir yiğitlik uğruna düştü Antakya yollarına. Gerekirse Antakya Beyiyle teke tek cenk edip beyaz atı ganimet olarak alıp dönecekti.
***
Sinancan sorup soylaştırarak Antakya Beyinin obasını buldu. Buldu ama beyin obası bin kadar silahlı adamla korunmaktaydı, sokulmanın imkânı yoktu. Sinancan, eline bir kırık saz geçirdi, o yayla senin, bu yayla benim, ça-reler düşünüp dolaşırken bir çobanla karşılaştı. Çobanın ağzını yoklayıp beyaz at hakkında bilgi edineyim derken sırrını ele verdi. Çoban:
– “Söyle âşık, söyle, derdine derman olayım.” dedi.
– “Bana Antakya Beyinin beyaz atından haber ver.”
– “Bu diyar onundur, ben onun çulsuz bir çobanıyım. Bir beyaz atı, güzel de bir hatunu var. İkisini de gökte uçan kuştan, yerde yatan karıncadan sakınır. Beyaz atı Köroğlu’nun kır atı soyundan gelme. Bey avdan dönünce, gece, beyaz atın yularını çadırının orta direğine bağlar. Atın ayaklarına kilitli köstek vurur, anahtarını hatununa verir. Güzel hatun anahtarı saçının örgüsünün içinde saklar; silahlı adamlar da kapısında nöbet tutar. Nice yiğitler beyaz atı hırsızlamaya geldi de canından oldu. Senin aklına giren zalim, senin canından kurtulmak istemiştir. Var git âşık, canını kurtar.”
Sinancan, çobana eyvallah dedi ama oralardan uzaklaşıp gitmedi. Karakeçili bir Yörük obasına Tanrı misafiri oldu, onlardan bir teke derisi aldı. Deriyi sırtına başına büründü; akşam karanlığında çobanın sürüsüne gizlice karıştı. Davarla birlikte Sinancan, dört ayaklı olup Antakya Beyinin ağılına girmeyi başardı. Ağılda tekeyle teke olup, koçla koç olup durdu, seher vaktini bekledi. Beyin çadırı bir karış kalınlığında tepme keçeden, duvarlı, tavanlı, çatılı, say ki otağ-ı hümayun, muhkem bir çadırdı. Ateş yakmaz, kılıç kesmez, ok batmazdı; pala bıyıklı silahlı adamlar etrafında nöbet tutardı.
Hırsıza beylerin borcu vardır. Sinancan, uykuların derin olduğu vakitte nöbetçileri atlatıp bey çadırına girdi. Baktı ki bey, güzel hatuna sarılmış uyuyor. Oğlan üstlerindeki yorganı usulca kaydırdı, erkeğe bir tekme vurarak iteledi. Bey, kendini hatunun tekmelediğini sandı, yönünü öteye döndü. Bir tekme de hatuna vurdu Sinancan, hatun da kocasının tekmelediğini sanarak beri tarafa döndü. Sinancan korkmuyordu, ürkmüyordu, yaptığı ahlaksız işten ürperiyordu. Buna rağmen caymadı, belinden iki bıçak çekti, iki bıçağı bir makas gibi tuttu, kadının saçının örgüsü arasında saklı duran anahtarı saçıyla birlikte makaslayıp aldı. Beyaz atın ayaklarını çözer çözmez yularından çekip üstüne sıçradı. Beyaz atlı bir hayalet, koca obanın içinden uçup kaçıp gitti. Erenler bu manzarayı görseydi, ab-ı hayat içerek kayıplara karışan Köroğlu’nun geri döndüğünü sanabilirlerdi. Silahlı adamlar, beylerini beyaz at ile gecenin mehtabına çıktı sandılar. Doludizgin giderken kişneyen beyaz atın dilinden de anlamadılar. Anlayan anlayıp da anlatıncaya kadar oğlan Gâ-vur Dağını aştı.
Bey uyandı, olanları öğrendi, silahlı adamlarını beyaz atın peşinden saldı ama beyaz at Sinancan’da olunca sahibinin adamları onu yakalayamadılar. Neticede, silahlı adamlar çaresiz dönüp geldiler. Antakya Beyi, kuşluk vaktinde elleri boş dönen adamlarını sıraya dizmiş, hesaba çekmekteydi...
***
Sevdasıyla dağları yol eden oğlan, amcasına yaklaştıkça efkârlanır, tasalanır, yaptığını beğenmez. Durup düşünür, “Benim bu yaptığım bir hırsızlık, bir haksızlıktır. Evet, ben aşkıma kavuşacağım ama bey de hatununu boşayacak yahut ‘Senin parmağın olmasa kimse buna cesaret edemez, çadırıma giremez.’ diyecek, güzel hatuna zulüm edecek. Bir güzelin yuvası kurulurken bir güzelin yuvası yıkılacak. Hak bunun neresinde?” dedi, beyaz atın dizginlerini yana çekti, geldiği istikamete döndü, hatasını bir an önce düzeltmek için rüzgâr hızıyla Antakya Beyinin obasına doğru uçtu.
Antakya Beyi hâlâ ortalığı kasıp kavurmaktaydı. Kıymetli adamlarını kamçılatmış, kimisini katıksız çadır hapsine atmıştı. Herkes başına gelecekleri gözü yerde bekleşirken ufukta beyaz atlı göründü. Oğlanın niyetini anlayamayan adamlar silahlarına davrandılar. Bey, yiğidi gelişinden anladı:
– “Bırakın, gelsin!”
Beyaz at geldi, Antakya Beyinin karşısında durdu; üstündeki er kişi yere indi, atın yularını sahibine uzattı:
– “Benim kellemi vurmakta hürsünüz lâkin beni dinlerseniz boşuna kan dökmemiş olursunuz.” dedikten sonra niçin böyle bir davranışta bulunduğunu, atı niçin çaldığını ve şimdi o büyük aşkından vazgeçerek niçin geri döndüğünü anlattı. Dinleyenler de merak içinde kaldılar. Antakya Beyi duyduklarından son derece memnun görünüyordu, oğlanın sözü bitince birkaç adım gezindi:
– “Beyler, diye hitap etti adamlarına, delikanlının anlattıklarını siz de duydunuz. Şimdi mertçe herkes fikrini söylesin: Bu at kime daha çok layık? Bana mı, yoksa bu delikanlıya mı?”
Adamlar, beyin ne demek istediğini gayet iyi anladılar; hep bir ağızdan gök kubbeye bir hoş seda saldılar:
– “Bu at bu delikanlıya layıktır!”
– “Ey adsız kahraman, beyaz at sana layıktır, senin olsun; dostluğun da benim olsun. Ayrıca bir ricam olacak senden: Bu belâlı macerayı göze alacak kadar senin aklını başından alan o ana kuzusuna kavuşunca, onunla benim ziyaretime gelmeni, o yiğit kızımızı bana göstermeni istiyorum. Haydi, söz ver bana.”
Sinancan, dostluk elini uzattı; bey elini kaldırarak havada karşıladı. Bilek güreşi yapar gibi tutuştular, göğüs göğse geldiler:
– “Söz namustur beyim, sevdiğim kızı kendime zevce edince birlikte size misafir geleceğim. Yüce Mevlâ dostluğumuzu korusun, ikimize de yardımcı olsun.”
—“Haydi delikanlım, sen de bu diyarda benim kadar hürsün.”
Antakya Beyi, bey olduğundan beri böyle bir hırsızlık, böyle bir hırsızlığın ardından gelişen böyle bir yiğitlik hiç görmemişti. Olup bitenlere aklıselim ile yaklaşıyordu. Hafif çekik gözlü, uzun saçları omuzlarına dökülen buğday sarısı yiğidin yüzündeki tebessüm beyin kalbini bir kez daha fethetti. Bey son bir iltifat düşündü, her ihtimale karşı beyaz atın yedeğine bir de yağız at verilmesini emir buyurdu.
***
Beyaz atı görünce Mustan Beyin nutku tutuldu. Günlerce düşündüğü hâlde bu at hırsızlığının sırrını çözemedi. Oğlanın gittiği yerden ölüsü bile gelmezdi. Mustan Bey, Sinancan’ı unutturmak için kızı Ayperi’ye söylediği yalanlardan utanıyordu. En ağır şartı da yerine getirildiğine göre, gençlerin düğünlerini yapmaktan başka bir kurtuluş yolu bulamadı…
Düğün üç gün üç gece sürdü; Ayperi, Sinancan’ın zevcesi oldu.
***
Sinancan bir gün yaslı duruyordu; zevcesi Ayperi sordu:
– “Yiğidim, töhmet altında kalmış bir erin kederi var gözlerinde, söyle de ben de bileyim beyimin üzüntüsü ne?”
– “Sorma Narçiçeğim, atını çaldığım Antakya Beyi, düğünümüze hediyeler gönderip beni mahcup etti. Kederim ondandır.”
– “Bir gün de biz ona münasip bir cevap veririz, kederin bu mudur? ”
– “Hepsi o kadar değil!”
– “Ya nedir, erkeğim? ”
– “Ayperi’m, seni ben kurttan, kuştan, böcekten, çiçekten sakınırım. Seninle evlenirsem, benim o beye, seni onunla tanıştırmak için sözüm vardı. Şimdi ne yapacağımı bilemiyorum?”
– “Canım, Sinancan’ım, erkeğim; gözlerin yerde, sözün havada kalmasın. Haydi, tez davranalım…”
***
Sinancan birçok adamıyla Antakya Beyine misafir vardı. Yolda atlılar tara-fından karşılandı. Biri genç, diğeri olgunluk çağında, iki dost, birbirlerine teşrifatta, saygıda, iltifatta kusur etmediler. Antakya Beyi, genç dostunun zevcesini yanında göremeyince hayal kırıklığını gizleyemedi. Bu incinmişliği sezinleyen Sinancan, bir iltifat ile beyi yatıştırmayı akıl etti:
– “Beyim, size layık değildir lâkin iyi kahve yapar, bir aşçı yamağı getirdim hizmetinize, sefamız olsun.”
Kaba saba, kıyafet şişmanı, bıyıksız bir oğlan yeni gelenlerin arasından biraz öne çıkınca, obanın asayişinden sorumlu biri sıçradı, bıyıksız aşçı yamağı oğlanı kolundan tutup hemen gözlerden uzaklaştırdı, aşevine götürdü.
Üç gün üç gece misafir kalan Sinancan’a, Antakya Beyi, zevcesini niçin ge-tirmediğini hiç soramadı. Bir gün, Antakya Beyinin birçok yeni misafiri gelmişti. Sinancan da vedalaşma vaktini bildirdi. Bey buna itiraz etti:
– “Senin yerin ayrı, genç dostum, seni öyle kolay kolay bırakmam.”
Yine bir akşam yemeğinden sonra misafir beyler, sohbet odasında, namını çok duydukları acı kahve ikramını bekleşiyorlardı. Aşevinde yanan sedir odunlarının alevi, kubbeli taş ocağın simsiyah cidarını yalazlıyor, sayacak demirin üstünde, toprak sahanda kahve çekirdekleri kavruluyordu. Üstüne başına pek bakamayan, kaba saba giyinmiş tüysüz bir erkek aşçı yamağı, toprak sahanı ateşe koyup kaldırıyor, koyup kaldırıyor, ikide bir de elindeki ucu kara kına rengini almış kısa oklavayı tavanın içinde gezdiriyordu. Kahve çekirdeklerini kavurma işi bitince sahanı yere indirdi, alnının terini sildi, ellerini beline dayayıp dikildi. Yeniyetme iki kız, her zamanki gibi, içi oyuk koca bir ağaç budağını ocağın yanına getirip bıraktılar, kadınsı tavırları olan erkek aşçıya, gülüşerek, “Buyur, aşçıbaşı, al şu kütüğünü!” dedi-ler.
Sohbet odasında beyler, kavrulan kahve çekirdeğinin burunlarına gelen kokusunu konuşuyorlardı. Aşevinde kavrulan kahve çekirdekleri soğudukça birinci dalga koku hafifledi; kavrulmuş çekirdekler dibekte dövülmeye başlayınca, sohbet odasındaki beyler, burunlarına gelen ikinci dalga kahve kokusunu konuşmaya başladılar:
– “Bu aşçıda bir sır var, kahveyi çok güzel yapıyor…”
– “Ya şu kokuya ne buyrulur?”
– “Biraz evvel yayılan kahve kokusundan farklı bir kahve kokusu bu, siz de hissettiniz mi beyler?”
– “Durun beyler, demin kavruluyordu, şimdi de dibekte dövülüyor, zan-nedersem.”
Dibekte tokmağın, esrarengiz rayihaya ilave olarak çıkardığı ahenk, bey-nelmilel musiki diliyle herkesin anlayacağı mesajlar veriyordu.
– “Bunun üstüne kahve içmeyelim beyler, kulağımızda ahengi, dimağımızda kokusu kalsın. Rabbim, bu ne ülfet böyle, bir yudum kahve nimetiyle?”
– “Beyim, rica etsem, kahve pişiren aşçınızı bana verir misiniz? Onu bana verirseniz eğer, İran’dan getirttiğim işlemeli kaftanlık ipeklerden bir deve yükü yıkarım kapınıza.”
Bey, bu zengin misafirine, “Obamda, çadırımda, mutfağımda gözün mü var?” diyemedi. Hem de misafirin istediği aşçı kendisinin değildi. Hem misafir Beye cevap verdi, hem de Sinancan’dan bıyıksız aşçı yamağını kendine istedi:
– “Ey yiğit, ey benim genç dostum; ebediyete kadar seninle aynı kubbe al-tında dost kalmak bana onur verir. Giderken aşçı yamağını bana bırakmanı isti-yorum.”
Misafirlere sürpriz oldu. Bütün yeni gelenler, Sinancan diye bir dost edinmek için büyük bir gayret içine girdiler. Sinancan, kısa bir nutuk iradıyla yapılan bu teklifi memnuniyetle kabul etti:
– “Bu aşçı yamağı kapımıza Tanrı misafiri olarak geldi; obamızda, yanımızda büyüdü. Madem istediniz, aziz dostum, onu size bırakıyorum.”
***
Antakya Beyinin obasında her kahve ikramından sonra aşçı yamağı ile Si-nancan konuşulur oldu. Antakya Beyi, bir yudumluk acı kahveyi içtikten sonra aşçısını ondan isteyen, karşılığında büyük hediyeler vadeden dostlarından nicesinin kalbini kırdı. Kalbini kıramayacağı kişiler isteyince de onlara Sinancan ile yaşadığı o güzel hatırayı anlatırdı. Son söz olarak da:
– “Bu yiğidin her işi, her adımı, insanlığı, dostluğu pekiyi, pek güzel de, bir sözünü yerine getirmedi. Bana zevcesini getirip göstermeye söz vermişti. Aklıma gelen odur ki genç dostum acaba zevcesini bizden kıskandı mı?” derdi.
Bıyıksız aşçı yamağı, bu sözleri bir kenardan hep dinler, aşevine varınca, “Yine memnun değil bey.” diye hayıflanırdı. Yine bir gün, aşçı yamağı, kahveleri sunduktan sonra bir kenara çekildi, söylenenleri mahcup ve müteessir olarak dinledi. Misafirler huzurunda Sinancan hakkındaki sitemli sözler sürüp gidince dayanamadı; başından örmesini çıkartıp attı, tulum gibi giyindiği kaba saba aşçı kıyafetinin içinden sıyrılıp çıktı. Bir kenarda olup biteni görenler, bir oğlanın bir anda nasıl başkalaşıp bir kız oluverdiğini şaşkınlıkla seyrediyorlardı. Mor renkli ferace kabarıp salınıyor, katları açılıyor, dalgalı kırışıklıkları salındıkça Ayperi belirginleşiyordu. Bıyıksız oğlan bir anda dünya güzeli bir kız oluverdi; mor renkli feracesinde toparlanıp düzene girdi, öne doğru birkaç adım ilerledikten sonra söyledi:
– “Yetsin artık beyim, yetsin artık; yiğidime laf söyleyip durduğunuz yetsin! Siz ondan sadece aşçı yamağını bırakmasını istediniz, zevcesini sorup sual etmediniz. Hâlbuki o size, ardından, “Sözünde durmadı, zevcesini getirip benimli tanıştırmadı.” dememeniz için onu size emanet bırakıp gitti.”
***
Genç dostunun gizemli iltifatının altında kalmak istemeyen Antakya Beyi, tarihe destan gibi bir hikâye yazdırdı. Çağırdı oba kâtibini:
– “Oğlum, bu hikâyeyi evvela öz lisanımızla telif eyle, sonra dahi Müslüman Koçeryan kendi diline tahvil etsin.” dedi.
Ertesi günün sabahında, iki deve yükü hediye hazırlattı. Çift hörgüçlü, bakımlı bir tüylü devenin sırtına tahtırevan kurdurdu, tahtırevanın içine Ayperi’yi kadın sultan gibi kondurdu. On tane atlı adam ile Ayperi sultana nedimelik etmeleri için bir alay hatun verdi, kafileyi Antep Barak Ovasına doğru uğurladı.
Yazarın YARENLERİN AĞIR SEVDA PEŞREVİ adlı hikaye kitabından alınmıştır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.