- 2123 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Siyah ve Siyah Mektuplar - 4
Sevgili kardeşim yeniden merhaba...
Öncelikle mektubun için teşekkür ediyorum. Kimsenin kafa yormadığı konuları bile uzun uzun düşünmüş, uzun uzun susmuş ve anlatmışsın yine. Gün içerisindeki koşturmacalardan fırsat bulup yazamadığım ve seni beklettiğimi bilmenin huzursuzluğunu yaşadığım için biraz üzgünüm. ’Geç olsun, güç olmasın’ diyerek özrümü rahata bağlıyorum.
Bugün günlerden salı, saat gece yarısına varmak üzere. Bundan tam üç hafta öncesini düşündüm az evvel. Yine günlerden salıydı ve kendimi dibe vurmuş gibi hissettiğim tanıdık bir andı. Arada sırada oluyor öyle, serseri yağmurlara yakalandığımız zamanlar. Elimizden gelen ya sağanağa tutulmak, ya da sığınacak bir şemsiye bulabilmek. Ama bazen elde avuçta inanacak bir şey kalmıyorsa bunu başarması zor. Velev ki, son günlerde kendimi gayet iyi hissediyorum. ’Keyfim gıcır’ derler ya, öyle. Demek ki yeniden su yüzüne çıkabilmek için arada bir dibe vurmak gerekiyor. Ben vurdum, biliyorum. Yeniden göğüs boşluğum oksijenle dolduğunda anladım.
Yakınımızdaki insanların düzenli aralıklarla ’iyi misin?’ diye sormasına ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu fark ediyorum. Amaç iyi olup olmadığımızın merak edilmesi değil, bizim için endişelenen insanların varlığı. Bize kendimizi değerli hissettirmeleri belki de. Zaman zaman bu duyguya ne kadar aç olduğumuzu biliyorum. Bunu yaptıklarında önemsendiğimizi bilmenin verdiği güven rahatlaması. Benim için tedirgin olduğun zamanlarda kendimi güvende hissettiğimi hatırlıyorum. Kötü günümde yanımdaydın ve dualarınla hep destek oldun. Varlığın için duyduğum şükraniyeti kelimelerle anlatması zor. Hamd olsun ki, sırtımı yaslayabileceğim senin gibi bir kardeşim var. Allah senden ve şükretmeme, umudumu canlı tutmaya sebep olan herkesten, her şeyden razı olur inşallah. Yalnız bu memnuniyet hissinin akabinde kimseyi üzüntüne ortak etme lüksün olmadığını düşünüp dağınıklığını toparlamaya çalışıyorsun. Bu yüreklendirici bir şey. Yürekse bulunduğu koşullara uyum sağlamaya odaklı bir saat gibi çalışırsa doğru zamanı yakalayabiliyor zannımca. Benim yüreğim artık doğru zamanda atıyor...
Televizyonda yine ’O’ film oluyor. Defalarca izlesem de doymayacağım o film. Bazı filmler her izlediğinde aynı tadı verir, bir öncekinde ne hissettiysen yine aynı muhteşem his. Ama başka zamanlara yayılan, bir kristalin parlak ışıkları gibi bir ahenk... ’Sevgili Mathilda, biz bugün çok yorulduk’ Kahve eşliğinde bir kez daha izlemeni tavsiye ederim. Bu sıralar kahveyi sek içmeye başladım. Biraz sert ama ancak kesiyor hücrelerimi. Arkadaşım bir kahve makinası almış bana. Filtre kahve yapıyor ama ben bazen içine bitki çayı bile atıyorum. Çok amaçlı kullanmayı seviyorum her şeyi. Harika bir hediyeydi. Çok mutlu oldum. Nicedir istiyordum zaten. Benim gibi bir kahve delisinin şimdiye kadar nasıl oldu da bu makinadan mahrum kaldığını anlamak mümkün değil...
Dışarıda dondurucu bir soğuk var. Laf olsun diye demiyorum, gerçekten dondurucu. Bugün dışarı çıktım. Yollar buz tutmuştu. Yüzüme yediğim ayaz kendime gelmemi sağladı. Rabbim dışarda kalanların yardımcısı olsun. Bir adam gördüm. Soğuktan uyuşmuş parmaklarıyla yere çömelmiş balon şişirmeye çalışıyordu. Üç beş kuruşa o balonları satacak da, evine ekmek götürecek. İçim sızladı. Bazen hayatın gerçekleri beni çok yoruyor. Yaşam telaşında kaybolan insanların sessizliği kulaklarımı sağır ediyor. Onlar yaşamıyor gibi. Çok az gülüyorlar. Çok az eğleniyorlar. Çok az mutlular... Ama çok kederliler. Kederlenmeye bile vakit bulamayacak kadar kederli görünüyorlar. Dünyayı omuzlamışçasına görünmeyen bir yük var üzerlerinde. Hayatlarındaki her şey az, ama umutları sonsuz. İnançları cömert. İsyansız gibi mağrur ama gözden kaçmayacak kadar da mahzun bir halleri var. Bazen sıcacık evimde oturmaktan çok utanıyorum. Üşürken herkes eşitmiş gibi geliyor. Aniden balkona koşup soğuğu iliklerime çekiyorum. Beş dakika sürmüyor tahammülüm. ’Allah’ım sen onları koru’ diyebiliyorum çaresizce ve sadece...
İstanbul ve Bursa arasında gidip gelmişsin yine. Hatta daha da ileri gidip Edirne’yi de katmışsın bu kez. Beni biliyorsun. Ben Ankara sevdalısı, doğma-büyüme ve hatta sanırım ölüme kavuşacağım şehir de dahil has Ankara’lı ve Ankara’cıyım. İstanbul büyülü bir şehir, Bir o kadar da ürkütücü geliyor bana. Gitmek kısmet olmadı ama bir gün eğer gidersem kaybolacağıma daha şimdiden eminim. O denizi, o vapurları her gün görüp de o şehre hayran olmayan ve o şehre şiir yazmayan insanlara hayret ediyorum doğrusu. Ben gelirsem bir Kız Kulesi’ni, bir de Galata Kulesi’ni ve o muhteşem camileri görmek istiyorum. Bursa’ya bir kez geldim ama gezmek çok kısmet olmamıştı. Edirne ise tamamiyle kapalı bir kutu benim için. Ne söylesem yalan olur. Görmedim ve tanımıyorum açıkçası. Bu da benim ayıbım... Yemek yeme mevzuna dahil bile olmuyorum farkındaysan. Nedenini gayet iyi biliyorsun. Ah biz akrepler... Hatta yakınından bile geçmiyorum! Yok öyle bir şey kardeşim! Yok! Ne yemesi, diyetteyim ben!
Mektubunda bahsi geçen ’taklitçilik’ mevzusu hakkında düşündüm. Bu konuyu iki farklı şekilde yorumlamak gerektiğini düşünüyorum. Zira esinlenmek, ilham almak veya örnek almak da taklitçilik olarak yorumlanabiliyor. Taklitçiliğin kötü niyetli çağrışımlarını sevimsiz buluyorum. Her ne kadar yüzyıllara meydan okuyan; ’taklitler aslını yaşatır’ mantığını benimsesek de, taklitçiliğin ürkütücü boyutları beni dehşete düşürüyor. İnsanların kendi duruşunu, kendi tarzını yakalamaları, önce kendilerini tanımaktan geçer. Başkalarının tesirinde fazla kalıyor ve farkında olarak veya olmayarak giderek başkalaşıyorsak bu bir taklittir ki; içler acısı bir durumdur. Taklit edenin giderek taklit ettiği kişiye dönüşmesi ve kendi varlığını es geçmesi, kendi doğrularını bulamaması, kendi sonunu hazırlayıp kaybolmasına ve bu arayış içerisinde yok olmasına dek varan sancılı bir sürece dönüşebilir. Mevzuya taklit edilen zat tarafından bakacak olursak, bu keyif veren ama dozu kaçırıldığı zaman da rahatsız eden ’örnek alınma’ hissiyatı bunaltıcı ve sıkıcı olabilir. Taklidi feyz alma ile karıştırmamalıyız. Dediğin gibi bir dengesi olmalı bu işin. Zaten hayatta her şey bir dengeden ibaret değil mi? ’Batı ilmi Doğu’nun ışığına dayanak’ dediğin kısmı çok sevdim. Sanıyorum istifade edebileceklerini ceplerine doldurmalı, taklidin kişinin hem kendisine, hem taklit ettiği esere veya eser sahibine zarar verecek boyuta ulaştığını anladığı an bunun idrakına varabilmeli, kendisini de komik duruma düşürmemek için bilinçli bir düşünce yapısına sahip olabilmeli insan. Zira ’özgünlük’ pahabiçilmez derecede kıymetli. Özgün olabilmekse hakikaten çok özgün bir tavır! Alt yapımızı zenginleştirmeliyiz kardeşim, inan bu çok önemli. Okuduğun kitaplara, azmine, araştırmacı kişiliğe hayranlığımı biliyorsun zaten. Umarım bu hevesini hiç yitirmezsin...
Cemil Meriç demişken; seninle aynı görüşteyim. Ayrıca mektup alanında çok başarılı bulduğum bir isim Cemil Meriç. Geçen gün bir arkadaşım sohbet ederken şöyle söyledi; ’İnsan böyle güzel mektuplar yazdığı için onu mu kıskanmalı, yoksa ona bu mektupları yazdıran Lamia Hanım’ı mı karar veremiyorum’ Yazılanın mı, yazanın mı, okuyanların mı? En çok kime mâl oluyor bu eserler? Bu eserleri benimseyen tüm insanların ortak değerleri olduğu için belki de herkesin. İhtiyacı olanındır şiir veya nesir. Öyle derler...
En çok acıdan, kederden, hüzünden besleniyoruz. Bazıları çok düşünüp az yazıyor, bazılarımız ise çok yazıp az düşünüyor. Bazılarının çok acı çekip mutlu rolü yapması ve bunu gülümsemesinin ardında saklaması gibi, kimisi de çok mutluyken acımtırak sözler meyletmeye çalışıyor. Çok ters ve yersiz bir uğraş gibi geliyor. Söylenildiği gibi sanıyorum ki bu işe gönül verenlerin çoğu mutluyken değil, gerçekten mutsuzken iyi yazabiliyor. Mutsuzken dökebiliyor eteğindeki taşları ırmağa. Ben mutluyken çok yazamıyorum mesela. Düz mantık işte... Mutsuzken sadece şiire gücüm yetiyor...
Şiir yazarken daha iyi şiir ahengi yakalayabilmek için görmek mi daha makbul, hayal etmek mi diye sormuşsun. Ben hayal etmenin daha vakur bir yanının olduğunu düşünüyorum. Tılsımı kırmamak isteyenler düşlemeyi seçerler. Çünkü düş gerçeğe ne kadar yaklaşırsa ahenk kaybolur, büyü bozulur ve hayaldeki güzellik güzelliğinden olur. Düşün ki Nazım Hikmet Piraye’sine en güzel şiirlerini, en güzel masallarını, en acıklı mektuplarını hep hapisteyken yazmamış mıdır? Belki onun yanındayken bile onu bu denli sevmemiştir, ona bu kadar tutkuyla bağlanmamıştır. Uzaktayken ruhlar her zaman birbirine daha yakındır. Uzaktayken hayal kurmak dokunulmazdır. Yakınındakine nereye kadar bir şeyler yazabilirsin. Yakınındakini özler mi insan? Yaklaşırsan hayalin daha güzel olduğunu anlar ve yeniden o hayalin içinde kalmak istersin. Her gün gözünün önünde duran bir resim düşün. O resme en fazla ne kadar hayranlık besleyebilirsin? Sahip olduklarımıza değil de sahip olamadıklarımıza duyulan özlemdir yazdıran. Hayranlığımızdır... Hani bazı rüyalar vardır, apansız uyanırsın en güzel yerinde. Yeniden uyuyabilmek ve o rüyaya dönebilmek için ne kadar dirensen de bu imkansızdır. Hayal ya da düş, adı her neyse gerçeğinden her zaman daha güzel ve daha yaşanılasıdır. Sanatta hayalin gerçekten daha gerçek olması sebebiyle hep hayal olarak raks etmesi gerektiği fikrindeyim.
Jiyan gayet iyi. Hayatın savurduğu yönlere doğru yol almakta. Her zamanki bildik telaşı ve azmiyle insanlara pozitif enerjiler saçıyor. Günler oldu karşılıklı birer kahve içemedik. Tebessümleri sohbetlerimizden mahrum, gamzelerinden ve gözlerindeki parıltılardan bir kaç gündür yoksun sayılırım. Hep bir panik halinde, yanımızda bir dolu anlatacakla bir araya geliyoruz. Sonra telaş içinde hiçbirine sıra gelmeden ayrılma vakti gelip çatıyor ve yarım yamalak sürdürdüğümüz dostluğumuzu sır gibi içimizde taşımaya devam ediyoruz. Ama değişiklik yapmak adına önümüzdeki günler için hain planlarımız var. Hain dediysem, korkma hemen. Bizim en hain planımız saçlarımızı katletmek ve kızıla çalmak olur. Hayalini bir gün gerçekleştirir umarım. Onun da aşması gereken dalgaları var okyanusunda. Benim resimlerse bekleyişlerde hala can çekişiyor. Senin kar fotoğrafın da ayrıca güzel, insanın resmedesi geliyor. Ölüm, kalım diyip de can sıkma. Yaşanacak daha çok güzel günler var inşallah. Dualarını ve ilerlediğin o mütevazı hayatın peşini hiç bırakma yeter.
Yetişemiyorum kardeşim. Hiçbir yere yetişemiyorum. Kendimi kırk parçaya bölüyorum, her şey yarım ve her şey biraz eksik kalıyor yine de. Kendimi klonlamak istiyorum bazen. Nereye ihtiyaç olursa oraya benden bir tane yollamak istiyorum. Aynı anda bir çok şey yapabilme arzumdan kaynaklanıyor elbette bu. Dünyayı kucaklamak istiyorum her seferinde, kollarımın ne kadar kısa kaldığını unutarak... Yetmiyor...
Arkadaşın için çok üzüldüm. Biliyorsun bazı insanlar hayatımıza girerler ve sonra hiç olmamışçasına giderler. Bir süre ilişkiler ite kaka sürdürülmeye devam eder. Herkes elinden geleni yapar ama sonra can çekişmeye başlar muhabbet. Pansuman edilmesi gerek yaralar ihmal edildiğinde mikrop kapar. Sonra iltihaplanmaya devam eder ve gereken antibiyotik bulunmazsa ölür. Tıpkı bunun gibi herkes kendi hayat telaşına kapılır, kendini düşünmek gerekir önce. Zamanla bencilleşir insan, insandır nihayetinde unutmaya programlıdır. Gidenin ardından biraz üzülür sonra yeni gelenlerle hayata devam ederiz. Bunlar hayatın o nefret edilesi gerçeklerinden biridir; görmeye mahkum olduğumuz...
Tefsir derslerine üç haftalık bir ara verdik. Buna üzülmeli miyim, sevinmeli miyim bilemedim. Tam da bu dönemde, sanırım kendimi dinlemeye fırsat bulabilirsem bunun benim için ne kadar büyük bir anlam ifade ettiğini daha iyi anlayacağım. Bugün bir eksiklik hissettim. Onca koşuşturmanın ve dolu dolu geçen bir günün ardından bendeki o manevi boşluk göz ardı edemeyeceğim kadar büyüktü. Çünkü bugün günlerden salıydı...
Müzeyyen Senar değil de, Ezginin Günlüğü’nden ’Gemi’ yi dinliyorum şimdi. Huzur veriyor, sen de dinle... Güzel kardeşim... Sana söylerken yine uzun uzun anlatan ben oldum. Umarım seni yormamışımdır. Seninle dertleşmek her daim güzel. Bir sonraki mektupta yeniden dertleşme ve yaşamı ne maksatla olursa olsun veya işe yarasın, yaramasın irdelemeye devam etmek temennisiyle mektubuma burada noktayı Halil Cibran’la virgüle çevirmek ve bir sonraki mektupta görüşmeyi diliyorum... Kendine dikkat et, varolan hiç bir ayrıntıya takılma ve canını sıkma. Eyvallah Peksi...
Dostum,
Sen ve ben
Hayata hep yaban kalacağız.
Birimiz diğerine
Ve her birimiz kendisine.
Senin konuşacağın
Ve benim seni dinleyeceğim güne değin.
Sesini sesim sanarak.
Ve karşında durduğum güne değin.
Bir aynanın karşısında duruyormuşcasına.
-H.Cibran-
Fulya..
*Mektubun 3.süne; www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=91228
linkten ulaşabilirsiniz.
Serinin devamı yine; profil.edebiyatdefteri.com/hakkinsesi/
içerisinde olacaktır.
fulya/ocak2012