- 533 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kuzey Kutbu Gezisi Bölüm 2
Detaylı olarak tüm geziyi anlatmayacağım. Merak etmeyin, sadece aklımda yer etmiş bazı yerleri sizlere aktaracağım. Trieste’ye varıp limandan motorlarımızı teslim alıp yola çıktığımızda hava cehennem gibi sıcaktı. O yüzden hepimiz kışlık ve su geçirmez motor malzemelerimizle değil, yazlık giysilerimizle yola koyulduk. Bir de benim iğrenç bir inadım vardır; hava sıcak ise motor çizmesi giymem, pantolon içindeki diz korumalarını takmam. Bu yüzden Aytekin çok huzursuz olur ve beni bu konuda hep azarlar. Çünkü motora binenler bilir; motor üzerinde asfalttan gelen minicik bir taş parçası bile bileğinizi, bacağınızı morartma ya veya kanatmaya yetebilir ya da ola ki motordan düşerseniz ayağınızın veya bileğinizin kırılma ihtimali yüksektir. Değişimin içinde yer alan takıntılar kısmında bu anlamsız saplantıyı atlamış olmalıyım ama bunun tekrarlanmaması için akıl not defterime not yazarken; benim kendi üzerimde bir çalışma yapmama hiç gerek kalmadı. Birdenbire bir yağmur indi, biz kendimizi bir benzin istasyonuna atana kadar “donumuza kadar” ıslandık. Vallahi de billahi de o yağmur iç çamaşırlara kadar nasıl ulaştı bilmiyorum ama ulaştı. Benzin istasyonunun tuvaletinde üstümü değiştirirken “Ya sen misin inat eden, al sana işte şimdi bu ..t kadar yerde soyun giyin bakalım” diye söylenmeye başladım. O an fark ettim ki bulunduğum yerin eni boyu önemli değildi. Önemli olan benim kadar titiz bir hatun, umumi bir tuvalette üstündekileri çıkartıp lavabonun yanına koyup oradan kuru olan diğer giysilerini alıp giyiyordu ve bir yandan da kendime sövmeyi bırakıp “helal sana kız bak nasıl kendini aşmışsın, kızım sen bu değişimi yalayıp yutmuşsun be kim tutar seni” diye övgüler diziyor. Sonra “Ey Allah’ım ben manyak mıyım ya ne işim var benim burada? Neredeyim ben ya” diye tekrar söylenmeye başlayınca kafamı kaldırdım aynaya baktım. “Kızım kapa çeneni ve kişilik bozukluğu yaşamayı da bırak. Allah’ın unuttuğu bir benzincinin tuvaletinde, üstünü değiştiriyorsun ve bugün Kuzey Kutbu’na gitmek için yola çıktın. Haydi, rast gele” dedim ve tuvaletten çıkıp eşimin yanına gittim. Yüzümde gülücüklerle hepimize kahve ve çay aldım. Dinlendik ve yolumuza devam ettik. Bu arada yüzümde gülücük olması sadece kendime ait bir olay değil. Eğer Aytekin’in yanında amma da ıslandım dersem varın siz duyacaklarımı bir düşünün bakalım. İşte o yüzden yüzüme kocaman bir gülümse kondurmayı ihmal etmedim.
O akşam konaklama yerine varana kadar yağmur hep bizimleydi ama yağmura kafayı takmamanın sonucunu otele varınca aldım. Yoldan rezervasyon yaptırdık ve en nihayetinde otele varınca sıkışıklıktan dolayı bize iki çift yataklı oda ayıramadıklarını ama aynı fiyattan olmak kaydı ile bir tanesini “president süite” olarak vereceklerini söylediler. Biz sizden yaş olarak büyüğüz Emin’ciğim diyerek odaya el koydum. (Onların aslında odayı almak ile ilgili bir girişimleri hiç olmadı.) Birisi o gece o süit odanın halini görse ne derdi acaba? Çantalardaki tüm ıslak giysileri her önüme çıkan kapının, koltuğun, toplantı masasının üzerine gecekondu mahallesi gibi asarak eşyalarımı kuruttum. Odanın klimasını 25 dereceye ayarladım, duş aldım ve yatıp kütük gibi uyudum. Haziran ayında oda derecesini kaça getirdim fark ettiniz sanırım. İlerleyen günlerde, buraya gelirken üşüdüğümüzün lafı bile olmazmış, onu çok iyi anlayacaktım.
Bu arada size en önemli kısmı anlatmayı unuttum. İstanbul’dan yola çıktığımız uçağı genellikle TIR’larını Trieste Limanı’ndan teslim alıp Avrupa’da dağıtım yapan TIR şoförleri kullanıyor, ara sıra da İstanbul’a yolu düşen ve ülkesine geri dönen Slovenyalılar. Uçağa bindiğimiz andan itibaren aralarından bazıları dikkatli dikkatli bana baktılar. Bazıları bana selam vermeye bile yeltendi ama benim suratımı görünce vazgeçtiler. (Sabaha karşı 03.00’de ne kadar sevimli olabilirdim ki!) Sonuçta uçaktan indik, bizi bekleyen otobüse bindik ve Trieste Limanı’na yola çıktık. Otobüste de aynı gayret içinde olan beyler gene benim uykusuzluktan mayhoş suratımı görünce selam vermeye yeltenmediler ama bu sefer de bana bakıp fısıldamaya başladılar. Limana vardık, Aytekin ile Emin motorları teslim almak için gerekli işlemleri yaparken Aslı ile ben de yolculuk kıyafetlerimizi çıkarıp motor kıyafetlerimizi giyeceğimiz “özel oda ”ya yöneldik. Bu oda limandaki tek olan büfeyi işleten İtalyan adama ait. Büfesinin arka depo kısmında kendi özel eşyalarını koyduğu, içinde kendisine ait tuvaleti de olan bir yer. Bu limana genelde kadın yolcu gitmez, sadece TIR şoförleri gider. Bu yüzden bir tek erkekler için tuvalet vardır. Kadın geleceğini düşünmedikleri için ayrı bir tuvalet yapmak gereği duymamışlar. Motorla çıktığımız seyahatlerde hep bu uçağı kullandığımız için ben de büfecinin gözdesi oldum ve oraya adım atar atmaz bana anahtarı uzatır ve ben o özel odayı kullanırım. Büfecinin bu hareketini gören şoförler arasında hummalı bir fısıldama ve bana daha da dikkatli bakma baş gösterince kendi kendime inşallah Aytekin bunların yaptığını görmez de bir tatsızlık çıkmaz diye düşünürken Aslı da fark etmiş olacak ki, o da rahatsız bir şekilde bana bakmaya başladı. Biz birlikte gidip kıyafetlerimizi değiştirdik. Geri dönüp birer çay ile tost aldık ve eşlerimizi beklemeye başladık. Birden fısıldanan ve bana bakan gruptan birisi bana doğru gülüp selam vererek yanımıza gelmeye başladı. Ben de içimden yahu bu kişisel gelişim, kuantum sıçraması ile uğraşırken içim güzelleştikçe galiba bu güzellik yüzüme de yansıdı, keşke Brad Pıtt buralarda olsaydı da bu güzellik işte o zaman bir işe yarardı derken beyefendi yanıma gelip “Merhaba Yenge Hanım kaç saattir sana bakıp aramızda odur, değildir diye tartışıyoruz. Sen Mersinli Şehnaz Hanım değil misin be ablacığım” demez mi. Benim bütün karizma yerle bir oldu. Aldı mı beni bir gülme krizi. İşte o sırada Aytekin de gelip “Hayırdır dostum, bir şey mi var” deyip bir yandan da ne olduğunu anlayabilmek için bana bakmaya başladı mı? Ben onun gözlerindeki kızgınlığı görünce biraz toparlandım ama hâlâ sırıtmaktayım. Adamcağız “Ağabeyim kusura bakma, bizim bir Şehnaz Hanım’ımız vardı, bizim eski patron Mersin’den. Sonra o evlendi ve İtalya’ya taşındı. Kendisi bu limanda görevli. Ağabeyim ya biz senin bu eşine taparız, adam gibi kadındır vallahi. Gel seni bir öpeyim. Tanıştığımıza sevindim” deyince Aytekin “Yok dostum bu hanım benim eşim. Adı da Şehnaz değil” dedi. Bu sefer adam “Yapma ağabey gözünü seveyim, kanıyla canıyla o bizim Ablamız Şehnaz” diye ısrarla devam ederken diğer şoförler de yanımıza geldiler. Sonunda uzun ısrarlar sonucunda benim Şehnaz olmadığımı anladılar ama arada bana dönüp “Allah herkesi çift yaratır derler, yenge ya bilmediğin bir ikizin falan olmasın” diye de sormayı ihmal etmediler.
Sonunda hepsiyle Selcan olarak vedalaştım ve yola koyulduk. Ben bu arada kendi kendime motorun arkasında otururken “ne kuantumu, ne sıçraması, ne güzelliği kızım keramet Şehnaz’daymış” diye gülmeye devam ettim.
Evet devamı bölüm 3’te
Alıntı: Bir İki Üç SIÇRA adlı kitaptan/ Selcan Yıldırıcı
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.