- 1458 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
335 - EL VAHİD
Onur BİLGE
Her gün belirli saatlerde muntazaman Virane’ye gelen, sevdiği kızı adım adım izlemekten usanmayan serseri âşık Selahattin, namı diğer Selo, dedenin karşısına geçmiş, oflayıp pufluyor, onu aşktan anlamamakla suçluyor, dert yanıp duruyordu. Dede de ona yan yan bakıyor, bir taraftan da ağaç oymaya devam ediyordu.
“Bir de bilge geçinirsin. Halden anlamıyorsun işte, dede! Halimi anlamıyorsun!” diyordu, Selo. O da:
“Ben Allah sarhoşu, sen dünya hoşu... Ya sen beni anlıyor, anlamaya çalışıyor musun?” diyordu.
“Ocağına düştük, yardımcı olmuyorsun.”
“Oğlum, sende bu kafa varken adam olmazsın! IO kadar dil döktüm, ne değişti? Ha? Ne değişti?”
“Ne dedin? “Çalış!” dedin, çalışıyorum işte! Alttan derslerim kaldı ama sınıfımı geçtim.”
“Yemeyelim birbirimizi! Herkes geçti. Kalma yok ki zaten. Geçtin ama nasıl geçtin! Kız peşinde koşmaktan oturup çalışmaya vakit bulamıyorsun ki! Bir ayağın burada, bir ayağın orada! Bela oldun başıma!”
“Tesadüfen yan yana düşmüş kişileriz. Bunları ben planlamadım. Sevdiğim kızın buraya yakın olması, benim buraya gelmem, seni görmem hep tesadüf…”
“Yeryüzünde değil, kâinatta tesadüf diye bir şey, rasgele bir nesne veya olay yok. Her ne varsa varlığa dair, akıl almaz aklın ürünü ve acayip bir hesaplama neticesinde ayakta... Hayret ender hayret kurgular iç içe... Bunlardan en acayibi sensin ve senin yılan hikâyesine dönen aşkın…”
Onların didişmelerine alışıktık. Selo zaten çok kalmıyordu. Kızın peşine takılıp geliyor, onunla beraber çıkıp gidiyordu. Dede, ona da bir şeyleri göstermeye çalışıyor, fırsat buldukça incitmeden iğnelemeye devam ediyordu.
“Âlemsin, dede ya!” diye gülümsedi. “Ben de seni anlayamıyorum. Ne acayip adamsın!”
“Aslında geçek âlem, beş duyunun dışında algılanabilen âlem... Düşünce, hayal ve gözle kâinat var kabul edilirken, beynini kiraya vermiş birinin beni anlayabilmesi muhal…” dedi, dede. Der demez de bir kahkaha tufanı geldi! “Senin gözlerin işgal edilmiş, kulakların zapt edilmiş. Ne göstersem göremezsin, ne desem duyamazsın.”
“Keşke ben de onu görmeseydim de bilmeseydim dünyanın güzelliğini, süsünü, rengini, ışığını... Keşke duymasaydım onun sesini. Nefsime kokusu yüklenmeseydi.”
“Güzellik sadece onda mı? Dünyanın tek süsü o mu? Rengi, ışığı… Bütün alıcılarını ona ayarlarsan, senin için ondan başka bir şey kalmaz. Bir de dilin var. Eşekarısı sokası dilin… Dilin bilmez olsaydı, binlerce tadı. Tatmin edilemeyecek kadar çok ihtiyacın olmasaydı. Madde, çekiştirip durmasaydı...”
“Nefis herkeste var. Sende yok mu, dede?”
“Bende de var, olmaz mı? Ben de bendeki beş duyuyu ya da nefsi tam anlamıyla yok edebilseydim! Yok edebilseydim; ateş, lav, zehirli gaz dolu patlamaya hazır bombayı, benliğimle birlikte!”
“Ne bombası? Bomba olan ne?”
“Şu süslü püslü kokona! Dünya denen jelâtinli cehennem! İçi gibi dışı da cehennem, bana. Yere batası!..”
“Kat be kat yüksekliklerle anlatılan cennet de ruhunun yükselişiyle doğru orantılı olsa gerek.”
“Dünya dediğin, sırat değil de ne? Dünyayı geçmek, sıratı geçmek... Nefsi yenerek dünyayı geçebilen, sıratı geçmiş oluyor. Ayağı kayan, dünyanın içine, yani cehenneme düşmüş oluyor ki bir daha çıkması çok zor!”
“Benim için dünya, Cano! Tek o! Bir o! Başka bir şey yok!”
“Bir olan, Tek olan Allah’tır. Ehad!”
“Leyla! Mevla!”
“Şimdi de Mecnun’u mu oynuyorsun? Bak hele sen!”
“Bir şey aklıma takılıp duruyor, dede.” diyerek, araya girip sözlerini kestiği için özür diledi, Neşe.
“Söyle bakalım! Sen de bir Mecnun mu buldun yoksa?”
“Yok, dede. Öyle değil. “Kul Hüvallahi Ehad” var ya hani… Oradaki Ehad, sayısal olarak Bir demek değil mi?”
“Evet, Melek. Bir demek…”
“Melek mi? Teşekkürler… Ya Vahid? O ne demek? O da Bir…”
“Ha, o mu? O, sıfatlarında Tek, demek. Tek, bir olmak, Allah ikincisi olmayan tek birdir. Tek, Zatında, sıfatlarında, fiillerinde ortağı olmayan işlerinde, mübarek isimlerinde, hükümlerinde asla ortağı, benzeri ve dengi bulunmayan...”
“Nasıl yani? Tam anlayamadım.”
“Allah tekdir, teki sever. İkincisi yoktur. Her şey çifttir, bir O tekdir.”
“İyi ama bu sayısal anlamda Tek… Nasıl sıfatlarında tek oluyor?”
“Sözümü bitireyim… Tek… Hem öyle bir tek ki O’ndan başka ne varsa yok, fani yani ölümlüdür. Var gibi görünen ne varsa, durumları ölü artistlerin halen beyazperdedeki halleri gibidir. Konuşurlar, gülerler, ağlarlar… Gerçek gibidirler ama aslında çoktan aramızdan ayrılmışlardır. Canlı ansız bütün varlıklar evrende birer yer kaplarlar, işlevlerini yaparlar, aslında yokturlar. İşlevlerini, Yaratan’dan bağımsız olarak yapıyor görünseler de fiillerinin gerçek sahibi Allah’tır.”
“Hah işte! Onu açıklasana bana, lütfen.”
“Zengin, Allah kadar zengin olamaz. O Gani’dir. Canlılar hayattadır ama Hay esmasıyla… Herkes kendince bir şeyler yapmaya muktedirdir ama gerçek Muktedir olan Allah’tır. İnsan da affeder, intikam alır ve sabırlıdır ama gerçekte bu sıfatlar da aslında Allah’a aittir. Afüv’dür, Müntakim’dir ve Sabur’dur. Kimse O’nun kadar bu sıfatlara sahip olamaz. Anlaşıldı mı?”
“Vahdaniyet, Vahidiyet ve Ehadiyet… Bu üçünü birbirinden ayırt edemiyorum.”
“Vahdaniyet’in içinde Vahidiyet ve Ehadiyet var.”
“Yani Vahidiyet ve Ehadiyet, Vahdaniyet’in alt kümesi…”
“Alt kümeden falan anlamam, ben. Ehadiyet, Allah’ın bir numuneyle kendisini göstermesi… Sayısız numunenin de bir sanatkârı işaret etmesi… Her nesneden akseden ışık, güneşi gösterir ya… İşte onun gibi her yaratılan, yaratan’ı gösterir. Eserlerden sanatkara gidilir.”
“Tümevarım…”
“Neler diyorsunuz, anlayamıyorum. Bizim zamanımızda bu kelimeler yoktu. Vahidiyet ise güneş ışınları gibi her yaratılanın Yaratıcı’dan çıkmış olması… Sanatkârın sayısız esere sahip olması… Sanatkârdan eserlere… Tamam mı? Anlaşıldı mı?”
“Tümdengelim… Anlaşıldı ama daha detaylı anlatsan da iyice anlasam!”
“Allah, hepsi altıgen olan kar tanecikleri yaratmış. Her biri sanatkârın mührünü taşımakta… Aynı şekilde ama biri birine asla benzemiyor. Yaratıcı tüm alemde sanatını böyle teşhir ediyor, gizleniyor ve bulunmak istiyor. Hâlbuki güneş gibi ortada! Tek bir sani var.”
“Petek de altıgen… Sergilenen muazzam bir mimari… Birçok şeyde görülen altın oran…”
“Evet, Orçun… Aynı sanatkârın imzasını taşımakta… Bütün bu eserler rasgele olmamış. Tek ve Bir olan’ı göstermekte…”
“Allah, Bir’liğini iki çeşit sergiliyor. Evrenin tamamında ve her bir varlıkta… Tamamında Vahidiyet, her birinde Ehadiyet…”
“Kül de cüz de O’nu göstermekte… Vahidiyet ile tecellisi umumidir. Kâinat tek elden çıkmıştır. Ateşin yakıcılığı, tabiatındandır. Yakması, Allah’ın emrine bağlıdır. Nitekim Hazreti İbrahim’i yakmamıştır. Vahidiyet ile tecellisi tek tek olur. Her eseri kendine mahsustur, taklit edilemez.”
”Vahidiyet ve Ehadiyet… Allah’ın; zatında, mübarek isimlerinde, sıfatlarında, fiillerinde ve hükümlerinde asla ortağı, dengi ve benzeri yoktur. Fakat bazı insanlar, ne yazık ki farkında olarak veya olmayarak çoğu zaman kendisini, bazen başkalarını ve bir şeyleri öyle görür gibi davranışlar sergilemektedirler.”
“Ne yazık ki öyle, Mahir… Bırak günlük hayatı, ibadet esnasında bari akılda ve gönülde sadece Allah kalmalı ama nerde? Allah’ın birliğinin ortaya çıkması için ikiliğin yok edilmesi gerekmektedir. Onun için özellikle ibadete başlarken, bir süre dış etkenlerden uzaklaşılmaya çalışılır, tüm yaratılanlar, kâinat yok sayılır. O halde sayı ikiye iner. Bir Allah vardır, bir de sen… Allah, Ehat’tır, Tek’tir. Sen ise zaten yok olup, gideceksin, O daima kalacak. O halde şimdiden bunu hissetmelisin. Ölü gibi hissetmelisin kendini. Kendini bile hissetmeyinceye kadar beklersin. Bunu hissedinceye kadar, birkaç dakika beklersin. Bazı hallerde bu süre uzayabilir. Buna, Rabıtatül Mevt denir. Mevta olursun adeta. Ölümle irtibat kurarsın. Bedeninden çıkmış bir halde, Allah’ı zikredersin. İşte tüm ihtişamıyla sadece Allah kalmıştır. İbadet, bu şekilde yapılırsa, çok daha makbul olur.”
“Ne zaman ki kalabalık içinde bile kendini yalnız hissedersin, O’na epey yaklaşmışsın, demektir. Ne zaman ki kendini dahi unutur, âşık gibi, deli gibi O’nu düşünürsün, o zaman adını sorsalar, bilmezsin... Âşık olmuşsun, adeta yok olmuşsun, kaybetmişsin kendini yani. Mecnun’a adını sormuşlar: “Leyla!” demiş. Bilindiği gibi Leyla’dan kasıt, Mevla’dır.”
“Vahidiyet, ancak ve ancak Allah’a aittir. Kemal sıfatları bütün eşyayı kuşatmıştır, eşi ve benzeri olmayan, bölünmez ve parçalanmaz Tek Zattır. Bütün mevcudat O’nun icadıdır, O’nundur, O’na bakar. Sıfatları bütün yarattıklarını kuşatmıştır. Her şey O’na muhtaçtır. O, ihtiyaçtan münezzehtir, hacetleri giderebilecek tek mercidir.”
“Isı ve ışığı ile güneş nasıl diğer ışıtan ve ısıtanlardan farklıysa Allah da sıfatlarında öyle farklıdır, diğer sıfatlar asıl değil, görüntüden ibarettir. Doğru anlamış mıyım?”
“Evet, Neşe. Doğru anlamışsın. Evrendeki ve dünyadaki uyum ve mükemmellik, aynı ağaca ait yaprak ve çiçeklerde, ikizlerde bile göze çarpan farklılık, Allah’ın Vahidiyetini, eşsiz ve benzersiz olduğunu göstermektedir. Aynı insanın iki gözü, iki kulağı, iki eli, iki ayağı bile birbirinden az da olsa farklı özelliklere sahiptir.”
“Allah’ın sıfatları her yerde tecelli ediyor. Yeter ki görebilelim.”
“Allah’ın sıfatları iki yerde tecelli eder. Biri kâinatın genelinde, biri cüzünde… İlki büyük, ikincisi küçük tecelliyattır.”
“Küçük Ehadiyet, büyük Vahidiyet…”
“Evet. Öyle de denebilir. Külli ve umumi tecelliler, her yeri kuşatır, onlarda Azamet ve Kibriya’sı seyredilir. Ehadiyet, Azamet ve Kibriya’sının kolayca seyredilmesi için tek tek varlıklarda tecelli edişidir, cüzidir. Yağmurun tamamını temaşa mümkün değildir. Bir damlada tecellisi, tamamı hakkında bilgi verir. Damla düşünülerek tüm damlalar, yağmur tahayyül edilebilir. Yağmur, kâinat olsun, damlalar da aynı mührü taşıyan nesneler… Damlalardaki Ehadiyetle yağmurdaki Vahidiyete ulaşılabilir.”
“Vahidiyet bütün çiçeklerde, Ehadiyet tek bir çiçekte…”
“Güzel bir örnek… Vahidiyet, azamet ve kibriyasını, Ehadiyet ise cemal ve şefkatini ifade eder. Çiçeklerdeki sanat ve güzellik Cemal esmasının tecellisindendir. Celal, Vahidiyetin, Cemal ise Ehadiyetin tecelli edişindendir. Cemal, bazen Celal’den tecelli eder. Cemal’in gözünde Celal ne kadar Cemil’se Celal’in gözünde de Cemal o kadar Celil’dir."
“Bir bebeğin süt emmesinde anne şefkati vardır ve Cemal tecelli eder. Bütün bebeklerin süt emme halinde Haşmet ve Azamet ifadesi vardır ki hayal edildiğinde Celal seyredilir. Neviler Celal’e, fertler Cemal’e bakar. Ferdin rızıklanma sebebi aldatıcı olmasın, bütün bebeklerin mükemmel bir şekilde beslenmeleri tesadüf ve bilinçsiz doğanın işi değildir.”
“Az daha unutuyordum. İyi ki hatırlattın, Mahir. Azamet, akıl almaz büyüklük demektir. Ortak ve yardımcıya gerek duymaz, ona izin vermez. Bazı çirkin gibi görünen şeylerin Allah’a gitmemesi için sebepler yaratılmıştır. Allah’ın sayısız isim ve sıfatları evrende aynı anda, isimler birbirlerinin yardımcısıymış ve aralarında bir yardımlaşma varmış gibi iç içe ve beraber tecelli ediyor. Çünkü müsemma aynı, ancak isimler farklı; isimlerin hükümleri ve anlamları ayrı, sahipleri birdir. Onun için tecelli eden isimler birbirlerinden haberdar, birbirleriyle bağlantılıdır. Her isim ve sıfatın tesirini gösterdiği bir yer vardır, o alanda daha etkindir. Nerede hangi sıfat etkinse, hüküm onun olup, diğer sıfatlar gölgede kalır, onun emrinde, ona göre hareket ederler.”
“Her isim tek tek okunabilir ama öyle değil mi? Birinin çok ışık vermesi göz kamaştırarak diğerlerini yok etmez.”
“Yok etmez. Sadece gölgeler. Gökyüzünde, Allah’ın Celal ve Kibriya ismi baskındır, diğer isimler gölgededir. Mesela Latif ve Cemal isimlerinin anlamları geride durur. Neye veya nereye bakarsak bakalım, galip olan esmanın tecelli ettiğini görürüz. Her isim ve sıfat birbirlerine hem delil hem netice olur. Bir işin veya bir sanatın ortaya çıkması için bir isim vardır ve diğerleri de var olmak zorundadır. Onun için İlim, tek başına yeterli değildir. Kudret ve İrade de gereklidir. İlim delil, diğerleri neticedir. İlim asıl, diğerleri zımnidir. Kudret isminin tecelli ettiği yerde o asıl, diğerleri ona tabidir. Eserlerde, Kudret’te İlim, İlim’de Kudret vardır. Biri bariz, diğeri gölgelidir. Sen ne anladın, Semiray? Toparla bakalım! Kısaca özetleyiver.”
“Allah, Kudret’ini her yerde göstermektedir. Bazen makro bazen de mikro büyüklüklerde… O’nun için evren bir toz bulutu… Dünya o kadar küçük ki uzayda fark edilmesi mümkün bile değil! Bu, Allah’ın Büyük’lüğünü gösterirken, gözle görülemeyen bir mikrop da Allah’ın Kudret’ini göstermekte. Kulakların Semi, gözlerin Basir ismini birer birer sergilemeleri, merhamet ve güzelliği seyrettirerek Ehadiyet’i, bunların tümünün, yani bütün göz ve kulakların aynı anda işlevlerini yapmaları, Semi ve Basir esmaları insanı hayrette bırakmakta, Allah’ın Vahidiyetini haykırmaktadır. Onlar, Tek olan Allah’a bağlı olarak çalışmakta, fert fert Ehadiyeti göstermektedir. Fiillerin gerçek sahibi Allah’tır. Semi ve Basir olan O’dur. Her işiten ve gören, Allah’tan bağımsız olarak işitemez, göremez. Ayın ışığı kendisinden değil, güneştendir. O, sadece yansıtmaktadır. Günışığı Vahdaniyet’i, diğer ışıklar Ehadiyet’i ifade eder.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 335
YORUMLAR
“Ne zaman ki kalabalık içinde bile kendini yalnız hissedersin, O’na epey yaklaşmışsın, demektir. Ne zaman ki kendini dahi unutur, âşık gibi, deli gibi O’nu düşünürsün, o zaman adını sorsalar, bilmezsin... Âşık olmuşsun, adeta yok olmuşsun, kaybetmişsin kendini yani. Mecnun’a adını sormuşlar: “Leyla!” demiş. Bilindiği gibi Leyla’dan kasıt, Mevla’dır.”
ne güzeldi..
emeğinize sağlık..
selamlar..
allah razı olsun..