- 4973 Okunma
- 17 Yorum
- 0 Beğeni
Siyah ve Siyah Mektuplar - 2
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
...
Sevgili kardeşim Peksi(met)...
Mektubunu aldım. Uzun uzun okudum. Dediğin gibi ne cevap yazacağımı bilemeden saatlerce düşündüm önce. Dün geceden beri aralıksız yağan kar yağışıyla birlikte sanki düşüncelerimin üzerine de beyaz bir örtü serilmiş gibi hissediyorum. Eskisi gibi yazma hevesimiz yok. Nedeninin ne olduğundan çok emin değilim. Yazdıkça rahatlardık eskiden. Ama şimdi canımız acıyor sanırım. Koşup koşup hiçbir yere varamamak gibi yorucu bir yığın duygu. Mesela ölümü anlatıyoruz ama yaşamadan anlatması biraz saçma oluyor gibi...
Orta okul bittiğinde en yakın arkadaşımla mecburi sebeplerden ötürü ayrılmak zorunda kalmıştık. Babası diplomat, annesi öğretim üyesiydi. Görev icabı Belçika’ya yerleşmeleri gerekiyordu. Her şey bir anda olmuştu ve bize kimse sormamıştı ayrılmak isteyip istemeyeceğimizi. Velhasıl bir hafta içerisinde toparlanıp gittiler. Çok ağladım. Arkadaşım da çok ağladı. Dört yıllık bir özlemden söz ediliyordu. Nasıl dayanabileceğimizi bilmiyordum.
Gider gitmez ilk işi bana yazmak oldu. Dört gözle bekliyordum. Hemen cevap yazdım. Bu döngü sanırım üç yıl kadar sürdü. İlk zamanlar abartmıyorum haftada üç tane bile mektup geldiği oluyordu. Sayfalarca yazıyor, sayfalarca hem ağlıyor, hem özlüyor, hem de gülümsüyorduk. Yazları tatil için Türkiye’ye geliyor ve bizim evde misafir oluyordu. Ama yıılar geçtikçe o da, ben de değiştik. Bulunduğu ülke ve maruz kaldığı durumlardan ötürü onun değişime uğraması zaten kaçınılmazdı. Bu sırada Belçika vatandaşı oldu ve oraya temelli yerleşme kararı aldılar. Mektupları giderek azalttık. Zamanla kopukluklar ve çok az haberleşmeler başladı. İletişimi hiç koparmadık ama ilk zamanlardaki heyecanımızı da yitirmiştik. O mektuplarsa benim için özelliğini hep korudu. Hala saklıyorum bir kutu dolusu mektubu. Artık yalnızca sosyal paylaşım sitelerinde yaptığımız yüzeysel ve yapay iletişim ağının maalesef birer parçasıyız.
Mektubunda Kafka’dan söz etmişsin. O, yazma hastalığına tutulduğu halde değişmeyen yegâne insanlardan biri kanımca. Bunca değişen insanlığa rağmen, değişmeden kalabilmek ve inandıkları uğruna ömrünün son gününe dek devam edebilme sürekliliği pahabiçilmez ölçüde kıymetli bence. Hangimiz yazdıklarımızı bir çırpıda gözden çıkarabiliriz? Onun hayatını okuduğumda tüylerim ürperiyor. Bir insanın son arzusu nasıl olur da tüm hayatı boyunca yazdıklarının yok edilmesi olabilir, inanamıyorum! Bazen çılgın bir istekle Milena’nın yerine geçebilmek, onu anlayabilmek ve tarihe geçen tüm satırların küçücük bir kırıntısı olabilme düşleri büyütüyorum içimde. Hayranlığımı biliyorsun Kafka’ya.
“Uyudum, uyandım, uyudum, uyandım; kepaze bir yaşam.” / Kafka/ Ahh.. Peksi, bu sözün üzerine başka ne söz söylenir ki!
Theo’nun mektuplarını hala okuyamadım. Sana karşı bu sebepten biraz mahçup hissediyorum kendimi. Ama inşallah en yakın zamanda okumaya çalışacağım. Kenan Kalecikli’nin ’Sevgiliye Gönderilmemiş Mektupları’nı okuyorum bazen. Hayli yalın ve samimi bir dille yazılmış olması ilgimi çekiyor. ’Suya Yazılan’ ne çok mektup var, eriyip giden...
Farkında mısın? Tarih boyunca ne çok mektup yazılmış. Kimisi sanat eseri niteliğinde. Öyle mektuplar var ki, bunca zaman önce bile yaşanılanlar ve hissedilen tüm duygular neredeyse aynı. Hatta günümüze nazaran daha derin ve daha saygın. Kullandıkları diller öylesine naif, öylesine kaliteli ki. Edebiyatta yozlaşma dediğin konuyu düşünmeden edemiyorum. Biliyorsun bundan 2500 yıl evvel de bu mevzu geçerliliğini koruyordu. Bir dedikodu gibi yayılan, aslında üzerinde fazlaca düşünülmeyen, kafa yorulsa da anlaşılamayan ve çare bulunamamış bir hastalık gibi bu.
Nedir yozlaşma? İnsanların sürekli kendilerini tekrar etmeleri mi? Kendisini her konuya hakim ve bilir kişi gören insanların, kötü malı yani ortaya çıkardığı eseri bir takım şatafatlarla süsleyerek ilgili kitleye tabiri caizse kakalaması mı? Yahut ilgili kitlenin eser niteliğinde boy gösteren şeyi kendisini ispatlamış ve modaya uygun bulmuş olduğundan içine sindirip hazmedebilmesi mi?
Nedir yozlaşma? Yalnızca edebiyat diye sınırlandırmak da elbette haksızlık olur lakin mevzu bahis o olduğu için ele aldığımız konu edebiyat. Postmodern adı altında bazen yakıp yıkan, bazense kimseye aldırış etmeyen özünde iyi niyetli ama vurdum duymazlığı ilke edinen ve amacına fazlasıyla ulaşan başka bir açı daha var. Yozlaşma, yani sözlük anlamıyla; dejenerasyon, geri sayma ve yapının bozulması manasını taşıyan bu sözcük, aslında uzun manalara gelen ve kafa karışıklığından başka bir işe yaramayan gereksiz bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum. Zira bazı şeyleri değiştiremiyorsak elimizden gelenin en iyisini yapıp kenara çekilmeli ve belki de manzarayı seyretmeliyiz diye de düşündüğüm oluyor. Ama sonra... Sonrası var işte... Bir ateş düşün, karşısına geçmiş iki kişi oturuyor. Biri ateşin ona yansıttığı sıcaklığa fit ve ışığıyla mutlu. Diğeri yetinemiyor, fazlasını istiyor ve elini ateşin içine uzatıyor. Eli yanıyor fakat diğerine nazaran ateşi özünde hissedebilmeyi başarıyor. İzlemenin keyfini çıkarmak ona göre değil. Belki biraz asi, belki yapılmamış, daha önce denenmemiş bir şeyi yapmayı arzuluyor. Tutkularıyla hareket ediyor. Yıllar sonra bile elindeki yanık izi o an ne hissettiğini unutturmuyor ona. İşte şimdi bir bağlantı kurmak gerekirse eğer, bazı yazarlar ve şairler cesurdur. Yozlaşma denilen şeyi aşmak, sınırları geçmek ve tabuları yıkmak isterler. Ateşin yanında oturmuş halinden memnun her insan için ateşe atılacak her adım manasız gelir, yanmayı göze alamazlar. Sorun değişimin yerinde sayması kanımca. Ve bir o kadar da yeniliğe tok okuyucu kitlenin sabit fikirleri olsa gerek. Edebiyatta daha cesur ve daha marjinal yazarlara ihtiyaç var. Mihenk taşı olarak addedilen geçmişimizin değerli incilerini bağrımıza basıp, yolun geri kalanında da devam edebilmek için yenilikçi yapı taşlarına da gereksinimimiz var. Behçet Necatigil der ki;“Sanatın standartlaşması yozlaşma olur.” Yazar Burhan Güner ise; “YOZLAŞMANIN SEBEBİ CEMAL SÜREYA GİBİ İNSANLARIN OLMAMASIDIR” diye yozlaşma adına en parça tesirli afili sözü söyleyerek noktayı bam telimize yerleştirir.
Sevgili kardeşim, işin özü şu ki, yozlaşma tek başına olan bir şey değildir. Toplumun her şeyi içine sindiren ve çirkinleşmeleri hiç garipsemeden kabullenen bilinç altı ve düşünce yapısı özbenliği zedeliyor. Bakış açısı burada devreye girmeli ve iyiyi kötüden keza kötüyü de iyiden soyutlamayı başarmalıdır. Yozlaşmayalım diye ayaklar altına serilen edebiyatımızın can çekişmesini izlemek gelecek adına beslenen ümitlerimizi yok etmekte. Suya sabuna dokunmayalım mantığını rafa kaldırıp, taşın altına elimizi sokmalıyız. Lakin bel altı değil, muhattabını küçümsemeden, başkalarını yermeden, düzeyli bir şekilde eleştirerek yapabilmeliyiz bunu. Herkes eşittir ve insan çözülmesi zaman alan canlılardır. Şuan yapılmamış olanı yaptığı için yerden yere vurulan, hazmedilemeyen, hatta çekilemeyen sanatçılar yıllar sonra ve neden sonra göklere çıkarılıyor dersin? Zaman alıyor çünkü, zamanla anlaşılıyorlar. Çünkü onlar bir yüzyıl önden gidiyorlar. Boşuna kullanılmış noktalama işaretleri gibi çığırtkanlık yapanlar zamanın vefasızlığında unutulup giderken, kaliteli ve özgün bir şeyler yapabilmek adına savaşanlar öldükten çok sonra hak ettikleri yeri buluyorlar. Tabii bu içler acısı bir durum olsa gerek. Gönül ister ki yaşarken kıymetleri anlaşılsın, ama olmuyor. İlle ölünce; kör dediklerimizi badem gözlü görmeyi başarıyoruz. Yaşarken; badem gözlülere kör dediğimiz gibi... Şimdilerde edebiyat, fazla hayalci diye kangren teşhisi konulup, kolu bacağı kesilip atılmak isteniyor. Ben durumu o kadar vahim görmüyorum. Her şeyin bir zamanı var. zamanı geldiğinde sindirilebilecek ötekileştirilenlerimiz, an itibariyle yozlaşma adı altında yerden yere vurulmaya maruz kalacak maalesef. Bunlara şaşırmamak lazım. Yüzyılların hiç değişmeyen ve yerinde sayan en hakiki tartışmalarından biri yozlaşma. Alışmalı...
Geçenlerde yazdığın serinin final cümlesi çok dikkatimi çekti;
’Or. artık ne yapacaktı gerçekten tahmin dahi edemiyordum. Buğulanan camlara parmaklarıyla bir şey yazdığına şahit olmuştum.
Or. bu sefer ciddi gibiydi. ’ İnsanın kendisi için böyle şeyler söyleyebilmesi beni çok düşündürdü. Neden bazen ne yapacağımızı kestiremediğimiz çıkmaz sokaklarla dolu anlara yakalanıyoruz? Bir caddenin orta yerinde elimi bırakmışlar gibi kalakalıyorum. Arabalar üstüme üstüme geliyor. Üzerimden geçiyorlar ama ölmüyorum. Ne tuhaf...
Bu sıralar her şeyi unutuyorum. Akşam nohut yemeği pişirdim. Düşünebiliyor musun, içine soğan doğramayı bile unutmuşum. Korkuyorum bir gün bir yerde kendimi unutup döneceğim eve. Evin yolunu da unutmazsam tabii. Yazdıklarını epeyce düşündüm. Tırnaklarımı öyle çok yemişim ki okurken, dipleri sızlıyor şimdi. Senin de şiirinde söylediğin gibi;
’şiirsizim
darılmanın hakkı var beyaz sayfalarda
tanınmamak üzere bir daha
sevdiğimi söylemişler çok mu ayıp;
ben hala tırnaklarını yiyen bir çocuğum,
yalnızlığıma sarılıp’
Tırnaklarımı kemirirken, belki de derinlerde yatan yalnızlığın verdiği boşluk hissiyle lanetlenmiş gibi hissediyorum kendimi. Şiirsiz günler inceliklerden ne de yoksun. Boşluklarda ne kadar çok ayrıntılar var aslında. Bazen susuyorum. Susunca içimde bir yerler nazlı nazlı sızlıyor. Konuşsam kanamaya başlıyor. Sessizce susuyorum, sessizce seyrediyorum, sessizce konuşuyoruz kalabalıkla, sessizce... Karanlıklardan biri çıksa gelse ve bilmediğim, ki duymadığım, öyle ki özlediğim bir şey söylese diye geçiriyorum içimden. Aslında beklemiyorum. Beklediğim bir şey yok. Hayır hayır gerçekten beklemiyorum. Öylece durup sessizce çığlık atmak ister gibi susuyorum sadece. Kimse bekle demedi. Beklememi isterler miydi? Bu kötülüğü bana yaparlar mıydı? İsteselerdi bekler miydim? Bilmiyorum...
Bazı zamanlar koca bir geceyi kucaklayıp, boşluğa bir yıldız daha kaydırıyorum hepsi bu. Beklemiyorum; yokluğu seyrediyorum sadece. Beklemeden, sessiz ve sakin. Öylece beklentisiz ve beklemiyorum. Belki de kendimi inandırmanın kandırmacası bu. İçimdeki huzursuz yumruları gözlerimden kayan uykusuzluğun ıslaklığında sektiriyorum. Islak zeminlerde parıldayan, tenime çarpıp duran yosma bir ay doğumunda artırıyorum kendimi. Arıtıyorum bazen tüm pisliklerden. Eksilen ömrümü bu kez beklemeden yaşamak istiyorum. Kısacası ve uzuncası söyleyeceğim bu; b/ekleyecek başka telaşımın kalmamış olduğu doğrusu...
Kibirli insanlardan iğreniyorum. Kibirli, egoist ve bilumum gerzek duyguyu içinde barındıran insan müsveddelerinden... Cemil Meriç diyor ki; “Kibirden vazgeçersek sevimli olururuz’ Etrafıma dönüp bakıyorum. Sevimsiz ne çok insan var. Bir şarkıda geçiyor; ’gülmek bazen zaman alır’ diyor. Dilerim fazla uzun sürmez kardeşim. Çünkü insanlardan giderek uzaklaştığımı ve soğuduğumu hissediyorum.
Geçenki filmi düşünüyorum sürekli. ’Ol iz Vel’ diye üç kere tekrar ediyorum gerginleştiğimi hissettiğimde. Kendimi sakinleştirmenin galiba yolunu buldum. Yeniden resim yapmaya başlama kararı aldım. Bir kaç tane yarım kalmış yağlı boya tablo var bitirilecek. Sonra sulu boya yapmayı düşünüyorum. O daha zor bir teknik. Bakalım, evdeki uygun bir bölümü kendime atölye yapmayı düşünüyorum. Yarım kalmış yığınla kitabı da bitirmeliyim artık. Sana bir şey söyleyeceğim ama sakın gülme! Empati’yi hala bitiremedim. Başladığım gibi duruyor. Zaten okuduğum kısımları da unuttum gitti. Sanırım en başından yeniden başlamalıyım.
Dalinya’dan pek haber yok. Ben de nicedir görüşemedim hiç. Herkesin kendi hayat telaşı işte, durmadan koşturup duruyoruz. Kimseye sitemim de yok, kırgınlığım da. Kendimden biliyorum. O yüzden anlayışla karşılıyorum bu iletişim kopukluğumuzu. Hani bir de diyorlar ya; ’hayırsız! hiç arayıp sorduğun yok!’ İyi de kardeşim, bu geçen süre zarfında sen de beni arayıp sormadın! Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diyesim geliyor, sonra gülüp geçiştiriyorum...
Bu arada mektubun ismine bayıldım. İki siyah delisi, iki akrepten de bu isim beklenirdi zaten. Şaşırmadım. Şu dediğin 19 Mayıs kararını da haberlerde izledim. Tepkiler üzerine gereken açıklamayı yapmış gerekli mercii. İşin aslı çok da üzüldüm diyemem. Seninle hemfikirim. Çocuklar stadyuma gitmekten derslerinden geri kalıyorlardı. Onlar okullarının adını duyuracak diye, bir aydan fazla süre öğrenciler yığınla dersten geri kalıp yıl sonunda afallayıp kalıyorlardı. Bence yerinde bir karar almışlar. Tamam belki güzel bir etkinlik ama çok da sevmiyorum biliyorsun öyle kalabalık işleri. Abartmayı sevsem de, içinde siyaset kokan işler beni çok bunaltıyor. Hatta tiksiniyorum siyaseti her yere bulaştıran zihniyetten. Bu konuda da öyle bir şey sezdiğim için, yani kısaca salla gitsin kardeşim..
Dışarıda hala delicesine kar yağıyor. Perdeyi sonuna kadar çektim. Bir yandan kahve, bir yandan sigaranın anasını ağlatıyorum. Öyle muhteşem bir görüntü var ki dışarıda, tam kartpostallık. İnsanın hüzünlenip ağlayası geliyor. Ama biz akrepler ağlama özürlüyüz. Bir türlü beceremiyorum ağlamayı. İnan o da yetenek işi. Geçen gün sana dediğim o meşhur kızılderili atasözü geliyor hep aklıma; ’Gözlerden yaş akmayınca ruh gökkuşağına sahip olamaz’. Benim ruhum hep hasret kalacak galiba ebruli renklere. İçimiz kara, dışımız kara, siyahı ne çok seviyoruz kardeşim. Bizim mektupların adının siyah olması bu yüzden süpriz değil. Postaya verirken siyah bir zarf bulmalıyım sanırım. Bu halimizi seviyorum ama. Bir gün beyazlaşırsa dört bir yanımız, işte o gün hıçkıra hıçkıra ağlarım belki...
Benim akıbetim bilinmeyen bir zamana dümen kırıyor. Senin akıbetinse parlak bir yıldızın ay’a yarenliği gibi ondan feyz alıp ışıldıyor. Kendini düşüncelere boğup hasta etme. En iyi yaptığımız şey düşünmek ama fazlası zarar biliyorsun. O süreklilik halini alan yolculuklara bir süre ara vermen bence yerinde bir karar olabilir. Bu konuyu düşün ve sınavlarına odaklan. Göreceksin bir kaç yıl sonra bu sıkıntılarının hiçbirini hatırlamıyor olacaksın. Sen değerli bir insansın. Kendi değerini kendin biçiyorsun. Üzülme ve sıkıntı yapma hiçbir şeyi, hiçbir zaman. Bu sıkıntılı günlerinin, limana varabilmen için aşman gereken dalgalar olduğunu unutma...
Beni her daim anladığını ve anlayacağını biliyorum. Tıpkı benim seni anladığım gibi..
Kendine dikkat et, mektubunu bekleyeceğim kardeşim..
Fulya..
*Mektubun 1.sine ; www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=91137 linkten ulaşabilirsiniz. Serinin 3. sü kısa bir süre sonra; profil.edebiyatdefteri.com/hakkinsesi/ içerisinde olacaktır.
fulya/ocak2012
YORUMLAR
Bu akşam dizi yattı, hiç sorun değil iki güzel mektup okudum. İlham perilerim düşündüklerimi kağıda dökmekte yardımcı olsa diye de bir iç geçirdim, sitem ettim tembel ilham perilerime. Samimi, dostane, açık yürekli ve buram buram sanat kokan lezzetli bir mektuptu. Siyah ve siyah mektupları tadında okumak, güzellikleri hızla tüketmemek adına bir günde iki mektup yeterli diye düşünüyorum ve diğerlerini okumak için sabırsızlandığımı da ayrıca belirtmek istiyorum.Saygı ve tebriklerimle.
Sene 1987, İzmir Buca cezaevinde 12 eylül ihtilali sonrası müebbet hapse mahkum olmuş bir dostumla yaklaşık üç yıl süreyle mektuplaşmamız oldu. Ona yazdığım son mektubumun geri geldiğini görünce endişelendim. Bir süre sonra zarfı açmak için korkuyla çevirdim. Üzerinde 'Tahliye nedeniyle İade' yazısını okumamla 'kara endişelerim beyazlaştı ve hıçkıra hıçkıra ağladım'.
Sevgili Fulya,
Önce Hakkınsesi'ni okudum. Sonra tekrar sana döndüm. Meğer yokken kelimeler, cümleler büyütmüşsün. Seni okumayı özlediğime değdi. Teknik olarak da, duygu olarak da gerçekten on numara...Çok beğendim. Başarıların böyle katlanarak büyüsün dilerim.
Kutluyorum. Sevgiler.