- 1863 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Siyah ve Siyah Mektuplar-1
Sevgili Fulya,
Kış yeniden göğün tepsisinden boşalırken arşa, ruhumun derinliklerindeki boşluklardan bahsetmek için elime kalemi aldım. Fakat nasıl yazacağımı bilmiyordum. Defalarca aynı cümleleri tekrar etmekten bazen o kadar çok bunalıyorum ki, beni ilgilendirmediğini düşündüğüm konuları deşip, yeni bir ben çıkarmanın ne kadar da beyhude bir emek olduğunu düşünmem, bana hep acı veriyor. Yine de aynı cümleleri telaffuz edip, mahiyetinde deforme olmuş bir duygu boşalımı imha etmemek adına, kalemimin yanında bir de kâğıtları toparlayıp, masamın üzerine koydum. Bembeyaz kâğıtlar o kadar çok şık gözüküyorlardı ki, aslında kıyamadım onları kirletmeye. Belirli bir pişmanlık anı sonrası, nihayet yazacağım dedim ve yazmaya başladım.
Uzun bir süredir kendimi enerjisi bitmiş batarya gibi hissetmeme sebep olan duygusuz kalışlarımı düşünüyorum da, nedense bazı insanlar hayatın anlamı için gereksizce kafa yoruyor. Buna dâhil olan zatlardan biri de ben(d)im! Nihayet bulmayacağına kanaat getirdiğim bu arayışıma, kısa ve öz olarak temellendirdiğin cümleler mantıklı bir çıkış kapısı olmuştu. Dediğin gibi ’yaşadıkça kaybetmeli insan’ fikri, ilk başta insanı ürküten bir ejderha tırnağı kadar karşısında dururken, pek çokları gibi olağan bir hal üzerine ikamet ettireceğim silinişlerimden ise bir türlü kurtulmayı başaramadım. Olmadı ve irkilmelerime sebep olacak tembelliğimi değiştirecek hiçbir çare bulamadım önümde.
Bu tembelliğime açıkçası tiksinti ile bakınırken, senin objektif olarak bakabileceğin birkaç soruyla kalemine ortak olmak istedim. Bir kadın olarak elbette figürlerin ortak yapısını, ruhun görselliğin dışında; izafi kavramları açıklarcasına zihninin eteklerinden önüne serpiştirmen kolay oluyor ama bu erkekler için kesinlikle zor bir hale dönüşüyor. Tabi ki bu fikrim iki asır öncesinden kalma, Freud daha doğmadan önce yeşermeye başlayan bir fidan gibi. Şimdilerde ortak bir payda olarak güç sendromunun metaya dayandığı ortamda, insan canının önemsizleşmeye başladığı aralıklarda gerçekten de cinsiyetin bir manası kalmıyor. Herkesin yaşamak için daha fazlasını düşündüğü ve kendisine mutluluğun her daim pencere dışında olduğuna inandırdığı bir yumurta içerisinde, insanı değerli kılan en büyük kavramın ’yaşamak’ olduğuna inanmak, kaderin bir cilvesi belki de yaradılışın en anlamlı aforizması halinde aklımda dolaşmaya devam ediyor.
Birkaç gündür burada havalar gerçekten soğuk ve soğuğu bana daha çok hissettiren ise hastalığım. Uzun yolculuklarım sonrası vücudumun zayıf düştüğünü yeni anlamaya başladım. İnsanın dayanma sınırı da bir yere kadar! Aslında bunu benim rahatça kavramam lazım. İhtisas gördüğüm alan olarak, ’mukavemet’ kelimesinin ne kadar da önemli olduğunu sayfalarca yazsam, anlatamam! Aynen öyle de, insan vücudu bir yerden sonra filmi kopartıp, ışıklarını söndürmeye başlıyor. Bunu daha çok iki tane yorgan altında olduğumda anladım. Neden dersen, çünkü iki yorgan dahi olsa üstümde, hastalık öyle bir acizlik bırakıyor ki üzerimde, tir tir üşüyorum ve yapabilecek bir şey bulamıyorum. Sonra yapacak hiçbir şeyin olmadığı bir an bana gülümsetmeyi hatırlatıyor. Evet, kanepe üzerinde hasta bir şekilde uzanırken, kaç defa gülümsediğimi ve ciğerlerimden burnuma doğru tertemiz havayı soluduğumu bir bilsen, sen de şaşardın! Elbette şaşırtıcı bir şey, çünkü insanın bünyesi acı çekerken, ruhu cennetler içinde olabiliyor. Bunu yaşamamış olsam, inan ki söylemezdim!
Bu paragrafa başlamadan önce yazmaya biraz ara verdim. Günlerdir sigara içmediğim için aslında kendimi hafif hissediyordum. Paltonun cebindeki üç farklı sigara paketini düşününce, şimdi gülümsüyorum. Aslında onlara hiç de ihtiyacım yok ve ihtiyacımın olmadığını bile bile sırf zevkimin kölesi olup, kendimi mahvediyorum. Bunu sen de yapıyorsun ve içerken de ara ara pişman olduğunu düşünüyorum. İnsan o kadar değişik bir varlık ki; kendisini mahveden varlıklara bile alışıp, ondan vazgeçmeyebiliyor. Böyle düşününce aklıma yaşadığımız cumhuriyetin içerisinde halkın bütününe etiketlendirilmek istenen kalıplar geldi. Ne kadar da komik! Özgür bir kuvvet ile, milletin egemenliğini benimsediğimiz bir toprak da neler oluyor muş da, neler dönüyormuş da; bizler öylesine saf bir şekilde kendi hayatlarımızı yaşamaya çalışıyormuşuz. Ne kadar garip değil mi? Farkındayım, temel içgüdülerimiz olarak siyasetten bahsetmenin ne kadar da anlamsız olduğunu ama yine de insan doğrular karşısında hayret edemeden duramıyor. O kadar çok yanlışa alıştırılmış bir milletiz ki; şimdi bize garip gelen hayatın ve yaşamak adına gerçeklerin doğruları. Gerçekten çok vahim vaziyet!
Belki anlatmam biraz saçma kaçacak ama zamanında Lise’de okurken, 19 Mayıs’da Bursa Atatürk Stadyumunda gösteri için hazırlanıyorduk. İki ay boyunca derslere katılmadan, birkaç dakikalık gösteri için yapacağımız hareketleri tekrarlayıp duruyorduk. Bir gün Veledrom’a gidiyorduk, bir gün oluyordu Hipodrom’un yanındaki araziye gidiyorduk. Kızlar, erkekler hep beraber şarkılar söylüyor, eğleniyorlardı. Aklıma geldikçe ne türlü his aldığımın dahi farkına varmıyorum. Bunları anlatmamın sebebi, dün gazete okumuş olduğum haber. 19 Mayıs gösterileri artık yurdumuzun 80 ilinde sadece okul içinde olacak ve öğrenciler böylece diktatör eğilimli rejimlerde daha çok görülen, anlamsız figürlerin oluşması için şehir statlarında bir araya gelmeyecek! Ne mutlu bir haber! Geçmişten biraz yad etme imkanım da doğdu ama bu gösteriler için öğrencilerin okullarından uzak tutulması sence de saçma değil miydi? O zaman küçüktüm, derslerden kurtulduğum için seviniyordum ama haftada 24 saatten sekiz haftayı geçik bir süreyle yaklaşık olarak 200 saate yakın İngilizce eğitimi için şimdi kaç lira para vermeliyim? Bunlarda hayatın küçük gözüken, önemli ayrıntıları işte!
Hayatı deneysel olarak yaşamanın zararlarını her geçen gün biraz daha fazla anlarken, aslında kendime farklı bir yoldan öğretiler kazandırdığımı düşündüğümde, mürekkebin Farsçasında birleşik olarak gösterilen hayatın ne kadar da basit olduğunu kavradım. Evet, hayat çok sade ve biz onu yaşamak için gönderildik. Fakat bazen sınırlar dışına çıkıp da, farklı dünyalar keşfetme hevesimiz doğuyor. Ne kadar kötü ve ne kadar acı benliklerimiz için!
Esasında şimdiye kadar yazdığım hiçbir cümle beni tatmin etmedi. Çoğunlukla her paragraf sonrası bu mektubu yırtacağım diye istek vardı içimde, ama yapmadım. Karmaşık da olsa beynim, çerçevesiz de olsa aklımda hayata dair resimler, yine de hayat kadar basit olmalı mantığıyla yazdıklarımı atamadım. Resim dedim de, Dalinya nasıl, hiç haberin yok değil mi seninde ondan? Onun resimleri zihnimde canlandı da birden, heyecanlandım. Seninde az çok resime merakının olduğunu biliyorum, ama bizim Dalinya’nın ne kadar da güzel sürrealist resimleri olduğunu biliyorsun herhalde! Ressam diyebildiğim o iyi kalpli insanı Rabbim muvaffak eder inşallah. Yeteneklerin köreltildiği ülkemizde aslında ondan haber alamamam da normal bir şey! Canım sıkılıyor, en azından arada bir ’iyiyim’ diye haber verebilse keşke!
Off, kar yağmıyor bu aralar ve canım iyicene sıkılıyor! Kış bitecek neredeyse ama bu şehirde kar yüzü göremedim. Biliyorum ki, benim eğlendiğim, hoşuma giden kar; aslında bazıları içinde eziyet; soba, kömür, odun ve sefalet demek! Yine de fazla bir şey istemediğimin farkındayım Rabbimden. Çocukluğumun geri gelmesini de istemiyorum. Sadece karın yağmasını ve yerdeki kara basa basa saatlerce yürümeyi istiyorum.
Sanırım son zamanlarda sana da pek ilham uğramıyor ki, eskisi gibi mektuplarında yazmaktan bahsetmiyorsun. Nedenini elbette bilmiyorum ama inşallah kötü bir şeyin yoktur. İlham gerçekten de insanı mahveden bir gerçek oluyor, özellikle gelmediği zaman. Yine de insanın sabırlı olması lazım. Bir an geliyor ki, hiç beklemediği anda insanın gözleri kısılıyor ve ruhunun çitlerine sarılı kalmış pamuksu kelimeler, ruhun iltihaplanmasını geçirmek adına usul usul sayfalara boşalıyor. Garip bir şekilde bunun adı da kavrama becerisi üzeride, milyonlarca engel olsa da, vazgeçmeden üretme fikri yatıyor. Üretme, evet Yaratıcının bize verdiği en güzel özelliklerden biri belki de ve de en tehlikelisi ayrıca! İnsan bir şeyler üretmeye başladı mı, kendini aziz/azize gibi nitelendirebiliyor. İlla ki bunu dil ile telaffuz etmesi de gerekmiyor, bazı zaman konuşması gereken yerde susması ve riya yapması bile bu yüzden oluyor. Kazanma kuşağında kaybetmek gibi, öyle ki yazılan her cümle, çizilen her resim, çalınan her parça insanın varlığı için mola olması gerekirken, insan böbürlenip kaybedebiliyor. Düşünebiliyor musun, bir zaman birisinden bir şey duymuştum. Biri eğitim görmemiş olmasına rağmen, edebiyata merak sarıyor ve çeşitli denemeler, öyküler yazıyor. Bir gün bu kadından birkaç yaş büyük bir kadın geliyor ve bu kadına ’okumamış, cahilin tekisin, nasıl yazıyorsun?’ gibilerinden açık açık kadını rencide edecek sözler sarf ediyor. Bunu duyunca canımın nasıl sıkıldığını bilemezsin! Nasıl yani, kıskançlığını bir insanın emeğini küçümseyerek uzatabiliyorsun cahil şey seni! Ayrıca o küçümsediği kadın, ondan daha kaliteli ve anlaşılır yazıyordu. İşte okumuş birinin cehaleti! Nasıl da acı değil mi?
Uzun zamandır hayata dair düşüncelerimi dökmek istemiştim ama bir türlü oturup yazamıyordum. Şimdi öyle bir şevk geldi ki, kaleme dur da diyemiyorum. Önümde Cemil Meriç’in Jurnal’i ve sözler beni anlatır gibi aynen:
-Acı, hassasiyetini kabuklaştırıyor insanın. (Evet, ben de bunu defalarca genç yaşıma rağmen yaşadım. Acı gerçekten de insanın yapısını kuvvetlendiriyor. Ama bir de bir şey var ki; karakter olarak acı hep içte bir yere akıyor ve kangren olmuş binlerce duyguyu içimde barındırıyorum) Ölmek galiba bu. (Yaşamadığımı biliyordum zaten. Elbette karakterim icabı her gün ölmeyi bekliyorum.) Ayrılığa alışmış gibiyim. (Nedense bir buna alışamadım gibi. Ama yok yok, daha geçen gün beş senedir beraber olduğum bir arkadaş farklı şehre taşındı. Alıştım galiba, gitmesi gerekiyordu.) Tevekkül, teslimiyet. (İşte bize lazım olan iki şey ablacım. Bu ikisini de en güzel şekilde uygulasak tüm buhranlarımızdan arınacağımızı biliyorum.) Ve heyecanların gün geçtikçe kararan pırıltısı.Alışkanlıkların insanı pestile çeviren çarkı. Artık yanarak değil, tüterek yaşıyorum. (Bu sanki yaşım adına mübalağa gibi ama öyle hep! Sen de tüterek eskiden izler taşımıyor musun bir kentin tarihi gibi? ) Nemli bir tomar gibi. Kanatlarım her gün bir parça daha ağırlaşıyor. Galiba ihtiyarlıyorum. (Fazla atmaya gerek yok değil mi? Henüz dünyada görmediğim ve yaşamadığım çok şey varken, burada susmam gerekiyor!)
Sonra da Kafka. Kafka’nın Milena’ya masum aşkını hatırlattığın zaman aklıma geliyor da, kendi kendime ’hayır, yok; sen kimseyi ne öyle ne de böyle sevmemelisin!’ diyorum. Mizaç olarak o kadar kötüyüm ki, hani birisini beğenme aşamasından sevgi aşamasına geçirdiğim zaman yüreğimde, ne volkanlar patlıyor da yıkıyor, harap ediyor içimi. Bu yüzden her zaman dediğim gibi uzun bir süre ben kendi ayaklarım üzerimde, sadece kendim için çaba gösterip, gayretlerimi kendimi yetiştirmeye vermeliyim. Yoksa sevgi bile, aşk bile insanı kısırlaştırıyor; zamanını çalıyor. Haksız mıyım? Bir sevgilim olsa ve ben ondan haber beklesem ikide bir, nasıl sağlıklı düşünebilirim ki? İşte bu yüzden ısrarla al, oku dediğin Kafka’nın Milena’ya mektuplarından sonra özellikle bu duygularım daha da kesinleşti. Hele hele özellikle bir mektubunda Kafka bir şey diyordu ki: ’Erkekler daha çok acı çekiyor. Şöyle de diyebiliriz: Bu işlerde (aşk, sevgi demek istiyor)erkeklerin daha az karşı koyma güçleri var. Oysa kadınlar, suçları olmadan acı çekerler. ’Ellerinde olmadan’ değildir bu çekiş, gerçekten çekerler acıyı. Ama bu da sonunda yine ’elinde olmadan’a varır belki, kim bilir? Bunları düşünmek boşuna; neye benzer bunları düşünmek bilir misiniz? Cehennemdeki kazanı tek başına devirmek istemeye. Zaten tek başına deviremezsiniz kazanı, devirseniz bile yanarsınız; üstelik cehennem yine bütün görkemiyle cehennem olmak da sürer gider.’ Tüm bu dedikleri, sanki karmaşanın öncesinde objektif olarak en canlı düş görünümün perdesini aralamak gibi. Memnun oldum mektupları okuduğuma ama gerçekten, özellikle bu aralar kimseyi misafir etmek istemiyorum gönül dünyama. İnsanın yaşamaya alışmaya çalıştığı bir dünyada, sence düşüncelerim çok mu ütopik kaçıyor? Normal bir insan olarak değerlendirilemez mi aşk konusunda düşüncelerim?
Aslında düşününce bile bir garip oluyor insan! Senin yazmış olduğun Bir aşkın silinen hikayesi/ Gabriel’den Mektuplar’dan not düştüğüm bir paragraf vardı:
-Bazen diyorum şöyle adam akıllı sevsem, yahut delice sevsem, dikilip karşınıza gayet aklı başında bir delilikle; ’Siz olmasaydınız nefes almam imkansızdı. Şehir, ışıkları kesilmiş gibiydi ve bir karabasan gibi üzerime çörekleniyordu. Siz gelmeseydiniz benim sokağıma, benim evimin duvarlarına hiç bir ışık süzmesi değmeyecekti, iyi ki geldiniz Madam, güneş gibi aydınlattınız içimi... Güneş gibi, güneş gibisiniz Madam’ desem diyorum… Siz benim güneşimsiniz...
Hani böyle birisine seslenebilsem, acaba kendime ihanet eder miyim diye düşünüyorum? Hani intiharın değişik bir tarafı mı sevmek? Bilemiyorum gerçekten, bu işlerde hiç düşünemiyorum galiba!
Dediğim gibi, aslında bu mektubu yakmalıydım sigaramın ucunda kalan son ateş ile beraber. Ama kıyamadım. Sana da yaşıyor olduğumu bildirmek istedim. Çoğu cümlede yanlış yaptığımı hissediyorum. Yanlış da olsa, onlar da benden bir parça ve geçmişte yapılan yanlışların, yapılması gerektiğine inananlardan biri olarak son cümlelerimi artık toparlamak istiyorum.
Evet, geçmiş de ne yapılmışsa; olması gerektiği için yapılmıştı. Bu yüzden geçmiş de mutlu dolu günler de var, acı dolu günler de. Her ne olursa olsun, siyah ile beyazın her daim kardeş olduğu bir dünyada yaşadığımızı biliyorum Siyah dedim de, aklıma Theo’nun siyah renk ile açıklamaları sonucu, Vincent’in mutlu olması ve mektubuna öyle başlaması geldi. Bu yüzden ben de mektubuma ’siyah ve siyah’ adını vermeyi düşünüyorum. Cevabını aldığım zaman ne kadar makbul bir düşünce olup olmadığını zaten öğreneceğim.
Uzun bir süredir aklımda olan edebi konulara fazla değinemedim ama senin en azından ’ebediyatta yozlaşma’ adına bir şeyler yazacağın ümidindeyim.
Mektubum epey uzun oldu farkındayım. Ama kendimi frenlediğimi bilmeni isterim. Dedim ya, ilham aklımın başucunda misafir şu an ve yazmaya devam etsem, en az iki bunun kadar sayfa daha yazmış olurum. Eksik kaldığını bilsem de, artık senden cevabı almak için bu mektubu postaya vermeliyim.
Kendine çok, ama çok iyi bak!
İki paşanında gözlerinden öperim.
En yakında zamanda mektubu yazacağını umarak...
Kardeşin Peksi..
Mektubun Cevabı Kısa Bir Zaman İçerisinde profil.edebiyatdefteri.com/fulyacodal/
içerisinde olacaktır.
YORUMLAR
Bu akşam için planım bir bölüm dizi izleyip, birazda kitap okuyup uyumaktı yarının da tatil olmasının verdiği huzurlu yorgunlukla ama bu mektuba nasıl geldim dahası bu kadar uzun bir mektubu bir solukta nasıl bitirdim bilmiyorum...Sanırım şöyle oldu önce gün içinde Fulya Codal'ın günün yazısı seçilen siyah ve siyah mektuplar 10 adlı yazısını gördüm bu mektubun bir başı vardır mutlaka ama başını kim okuyacak diye yarı üşengeçlik yarı iş yerindeki vakitsizlikle ne yazık ki mektubu okuyamadım. Akşam eve gelip faceden önce artık defteri açan bir insan olarak günün diğer yazılarına kısa bir yolculuk yaptım (en azından başlıklarına baktım diyebilirim) "de nice" yazısına baktım çok uzun mutlaka çok iyi bir yazı ama okuyacak gücü kendimde bulamam belki daha sonra diye düşünürken siyah ve siyaha mektuplar 9-7 ek sayılarda sizin sayfada görünce elimdeki iki haritayı birleştirince kendimi .mektupta buldum çok doğal olarak. Sanırım diğerlerini de okumam gerekecek. Hoş, samimi,dostça bir mektup olmuş cevabı okumak istiyorum.Size ve Fulyaya da başarılar diliyorum yazın hayatınızda.
Fulya'nın yazısından yola çıkarak bu mektuba geldim. Haftasonu siteye girmediğimden böyle pek çok güzel yazıyı kaçırıyorum.
Sayın yazar, çok ağır ve manalı bir mektuplaşma olmuş her ikinizin çalışması da. Zaten iki yazarımızda felsefeyi seviyor. Hele sen...Felsefesini kalemine yansıtan kıymetli bir yazarsın.
Kutluyorum.