En Son Devrin Din Mazlumları
Büyük Doğu’nun Büyük üstadı Necip Fazıl’ın kaleme aldığı eserin adı; ‘Son Devrin Din Mazlumları’dır. 11. basımı 1994’te tamamlanan, fakat uzun araştırmalara dayanan böyle bir esere verilen ünvandaki Son Devir Mazlumları künyesi, maalesef ülkemizde hiçbir zaman son bitişini ve tükenişini sağlayamamıştır. Sağ şehidlerle, müteveffa şehidlerin yanyana getirildiği bu künyedeki isimler; Mazlum Padişah II. Abdülhamid Han, isyankâr Şeyh Said, Şapka Kurbanları’nın başı İskilipli Atıf Hoca, Menemen mazlumu Şeyh Esad Efendi, Bediüzzaman Said Nursi, Hafızlar’ın Menzili Süleyman Hilmi Tunahan ve Müellifin İrşad Kutbu Esseyyid Abdülhâkim Arvasi’dir.
Hayat ölçülerini hangi değerlerle tartıp, sadece milletin nezdinde nasıl yükselirken, o günlerin zulüm ve istibdad kadroları tarafından da hangi sebeblerle hep yerin dibine batırılmaya muhatab kalabilen ilmin bu âlimane din adamlarını günümüzün genç nesilleri acaba ne kadar okuyabiliyor, okuyup da anlayabiliyorlar? Kanaatım odur ki ekseriyet bu menzilde yürümekten acizken, var olan sayının iman, ihlâs ve sadakatli olanları ahde vefalı davranmaktadır.
Siyasî hiçbir tarafı olmayan Tunahan Hazretleri de, bir ara siyasete karışmış Bediüzzaman Hazretleri de, gayesi; bize Batı’nın icadı olup kendi bin yıllık geleneğimiz Kavuk ve fes manzumesine mugayyir Şapka ve de Serpuş diktasını dayatmak olan bir Kanun ile idam edilen İskilipli Atıf Hoca ve Menemen’de Serkeş ve afyonkeş Mehmed’in ‘Şeriat isteriz!’ naralarıyla idamına hükmedilen Şeyh Esad Erbili de..
Say ve say bitmeyecek bir zulmün sayı ve sırasına giren Arvasi’lerden Şeyh Said ve Sultan Abdülhamid’lere kadar nice Nur’un hadimleri, ne yazık ki hayatları pahasına bu milletin önüne müptelâ bıraktıkları bir zulüm ve baskı geleneğini, adına Son Devir denilen bir ön Devir’i hiçbir devir de ‘Son’ ile telâffuz etmemizi temin edememiştir.
Aynı hâli halâ zaman zaman aynen yaşamaktayız.
Pektabii Necip Fazıl’ın ad verdiği o Son Devir gibi, bugün ‘cild ipi sattı’ bahanesiyle boynuna ip geçirilip şehid edilenlere şahid olmasak da, dine ve imana adavette bulunan aynı zihniyetlerle yine karşı karşıyayız. Fakat, buna rağmen bir nev’i ‘Isparta Barla Mürşidi’ dememiz icabeden Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, tarihin paslı ve gasblı zamanlarını silip süpürecek bir hüküm ile hem lüzumu istenen neşir, hem de belgesellerle kendinden fevkalâde güzel bahsettirmektedir.
Bu gelişmeye istinaden gayesi sadece Kur’an’a hizmet olan bu büyük mürşidin ‘Bediüzzaman’ ismine lâyık görülüşü ve bu ismi alışı hakkında yazılanlara iki müellifin kalemiyle dikkat çekmek istiyorum. Necip Fazıl büyük âlim için; “Bediüzzaman, 15 yılını geçirdiği Van’da bulunduğu sıralarda valiyle sık sık buluşup İslâm ve Hıristiyanlık dünyalarının hâlleri üzerinde fikir yürütürdü. Bir gün, ellerine geçen bir gazetede müthiş bir haber okumuşlardı. İngiliz Sömürgeler Nâzırı mebuslar meclisinde, elinde Kur’ân, kürsüye geçiyor ve onu mebuslara doğru uzatarak şöyle diyor: “Bu kitap Müslümanlar’ın elinde kaldıkça ve onlar bu kitaba bağlı bulundukça biz kendilerine hâkim olamayız! Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmanın, yahut müslümanları ondan soğutmanın yolunu aramalıyız! Bediüzzaman bu haber karşısında o kadar sarsılıyor ki, şöyle haykırıyor: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu ben dünyaya ispat edeceğim!”
Nitekim, gençliğindeki bu ahdini, ileride kendi öz kalemi ve şivesiyle aynen şu şekilde tasvir edecektir: “Eski harb-i umumîde ve daha evvellerinde bir vâkıa-i sâdıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana, korkma, Cenab-ı Hakk’ın emridir. O hem Rahim’dir, hem Hâkim’dir.’ Birden o halette iken baktım ki, mühim bir zat bana âmirane diyor ki; İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et. Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâbdan sonra Kur’an etrafında surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek, i’cazı, onun çelik bir zırhı olacak ve şu i’cazın bir nev’ini, şu zamanda izharına haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım” dediğini yazıyor ve Bediüzzaman ismini de alışını şöyle not düşüyor; “Van valisi Tahir Paşa bir gün kendisine diyor ki: “Bu civarın âlimlerini bir bir yeniyorsun! Fakat acaba İstanbul’da ne yapabilirsin? O büyük denizdeki balıkları da oltana takabilir misin?” Bediüzzaman 32 yaşlarında geldiği İstanbul’da.. Artık Molla Said’in İstanbul’daki köşesi, bitmek tükenmek bilmez bir münazara bucağı.. Grup grup sarıklı başlar ve ak sakallılar, onun karşısına geçip, bu genç, sarıksız ve sakalsız hocayı kıstırmaya bakıyorlar, fakat muvaffak olamıyorlar. O sıralarda İstanbul’a, Şeyh Bahîd isimli bir allâme geliyor. Bu zat Mısır’ın meşhur Ezher Üniversitesi reislerindendir ve dinî bilgisiyle ün salmıştır. Bediüzzaman’ı bir türlü yenemeyen İstanbul ûleması bu zâta baş vurup rica ediyorlar: ‘Onu ancak siz mat edebilirsiniz! Lütfen karşılaşmayı kabul buyurunuz!’ -Memnuniyetle kabul ediyorum!
Ve Molla Said’in peşine düşüyorlar.. Bir gün Ayasofya Camii’nde kılınan namazdan sonra görüyorlarki, Molla Said, o civarda bir çayhaneye girip oturmaktadır. Bunu fırsat bilip Bediüzzaman’ın etrafında halkalanıyorlar.. Mısırlı Şeyh Bahîd’in Molla Said’e ilk suali yamandır: “Avrupa’nın bugünkü manzarasiyle Osmanlılar’ın hâli arasında ne gibi bir kıyas yapabilir ve bunlardan herbiri hakkında ne düşünürsünüz?”
Said Nursî bu yaman suale, gayet veciz şekilde, ondan çok daha yaman olan şu cevabı veriyor: “Bugünün Avrupa’sı, içine düştüğü ve yaşadığı buhran noktasından, eninde sonunda varmaya mecbur olduğu netice olarak İslâm’a gebedir; Osmanlılar’sa Avrupa’ya gebe..”
Şeyh Bahîd hemen fikrini açıklıyor: “Bu gençle münazara edilemez! Dâvayı bu kadar veciz ve kökünden kavrayıcı şekilde belirten bu gence hayran oldum! Kendisini Bediüzzaman ismine lâyık görüyorum!”
İşte İslâmiyet’le Hıristiyanlığın birbirlerine karşı hangi surette ve nasıl gebe kalacağına dair muazzam bir fikir ortaya koyan bu büyük mütefekkir de, O’nun gibi aynı yolu takibeden âlim dostları da öyle bir zaman gelecektir ki, eli sopalı ve omzu yaldızlı bir cemiyetin esaretine düşecekler, böylece ahlâken üstün olması gerekenlerin mürted fikirlerle dine ve dinin bütün kaidelerine, ne şekil düşman bir Avrupaî buhrancılar doğurduğuna şahid olacaklardır.
Meseleyi o günden bugüne devretmek gerekirse, devrin Fener Patriği Grigoryos’un Rus Çarı I. Aleksandr’a yazdığı mektubtaki Türkler’in nasıl mahvedileceğine dair tavsiyelerini tekrar okumak icabediyor; “Türkler’i maddeten ezmek ve yıkmak gayri mümkündür. Çünkü Türkler başka milletleri gurur ve ifrada sevk edecek zaferler önünde olduğu kadar her türlü ümitleri kaybedecekleri mağlubiyetlere ve felâketlere karşı sakin, sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefislerine fevkalâde düşkündürler. Ferdî iradelerin üstündeki hadisatı değişmez mukadderat sayma inancına sahiptirler. Bu inanışları dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-ü idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da ananelerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının selabet ve safiyetinden bilhassa dinî ve manevî hayatlarını tanzim ve tedvin eden şahsiyetlere olan bağlılık ve hürmetlerinden gelmektedir. Türkler’i evvelâ bu din ve maneviyat şahsiyetlerinden mahrum bırakmak, buhran anlarında irşad vazifesini îfâ edecek şahsiyet ve mihraklardan nasipsiz kılmak icabeder. Bunun da kestirme yolu dinî ve manevî hayatı temsil eden teşkilât ve şahsiyetleri milletleri üzerinde müessir kudret halinden çıkarmak. Halkı da ananat-ı diniyye ve milliyetlerine intibak etmeyen haricî telkin ve fikirlerle tahrip etmektir. Manevî mihraklardan mahrum oldukları gün Türkler’i kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kuvvetleri sarsılacak ve ancak o zaman maddî vesaitin faikiyetine istinad edilerek Türkler’i yıkmak mümkün olacaktır”.
Evet, Son Devrin Din Mazlumları elbette bu fikirlerin cenderesinde ezildiler, büzüldüler ve sonunda ya boyunlarına ip atılarak, ya da sürgün yollarına katılarak inim inim inletildiler. Sonunda, “O günün Avrupa’sı, içine düştüğü ve yaşadığı buhran noktasından, eninde sonunda varmaya mecbur olduğu netice olarak İslâm’a gebe” iken, bizimkiler asrın Tevhid meş’alesini söndürmek adına, İslâm’ın ne kadar gülü ve bülbülü varsa; dalından kıra kıra ve döşünden vura vura yokettiler.
Yokettiler de ne odu? Şu oldu; “Osmanlılar, Osmanlı’ya, Avrupalılar da Avrupa’ya gebe” kaldılar..
YORUMLAR
BÜYÜK EMEK VAR YAZIDA.
HERKES HER ŞEYİN FARKINDA AMA NEFİS SAVAŞI DA YAPILMALI.
SAFLAŞMA VAR VE GAYET BELİRGİN.
ANLAYIŞLI OLMALI VE AYDINLARA DEĞER VERMELİYİZ. ÖĞRETİMİN YANISIRA EĞİTİME DE ÖNEMLİ ZAMAN VE KAYNAK AYIRMALIYIZ.
YAZINIZIN İÇERİĞİNE KATILIRIM.
SEVGİ VE SELAMLAR.
Evet...Son devrin din mazlumları...doğru söyleyenleri dokuz köyden kovarlarmış Üstadım...Ama ne yazık ki kendileri de abad olmaz bu soysuzların...Çünkü kalplerini kara bürüyenler önlerini aydınlatamazlar.Kandillerin ziyaı gözlerini kamaştırdığı için bu kaçınılmaz zulümlerini sergiliyorlar.Nur olsun yazan eller efendim.Saygılarım sonsuz...Allah'a emanet olunuz...
neneh. tarafından 1/13/2012 10:33:13 PM zamanında düzenlenmiştir.