- 3472 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MEDENİYETLER ETKİLEŞİMİ
İnsanlık, tarih denilen olaylar ve olgular toplamı içinde “insan olmanın ve insan kalmanın” çabası ve çabasızlığında bugünlere kadar gelmiştir. Yaşadığımız,idrak ettiğimiz ve duyumsadığımız yüzyıl önceki yüzyılların bizlere bıraktığı bir mirastır. Bizler de sonraki yüzyıllara insanlığımızdan kopan mirasımızı bırakacağız.
Her yüzyılda insanlık bir etkileşim süreciyle duygu ve düşüncelerini billurlaştırmış ve rengini ortaya koymuştur. Gerek batı medeniyeti gerekse doğu medeniyeti bir etkileşim süreci yaşayarak bu günlere gelmişlerdir.
Her medeniyet önceki medeniyetlerden bir takım temel referanslar almıştır. Ve alınan bu referanslar medeniyetlere farklı bir yol açmıştır.
Diğer yandan bir medeniyetin geldiği son noktada bir başka medeniyet farklı bir şekilde ve coşkunlukta son noktaya gelmiş olan medeniyetin her alandaki en önemli şahıslarını ve değerlerini ele alır,yorumlar ve kendileştirir.
Örneğin Hint,mısır ve çin vs medeniyetlerin bitmeye ve canlılığını kaybetmeye başladığı noktada yunan medeniyeti bu medeniyetlerden aldığı bir takım referanslarla ve şahsiyetlerle kendisine has olan felsefeye dayalı olan yunan medeniyeti ortaya çıkarmıştır.
İslam dünyasının tedvin dönemi dediğimiz döneminde yunan medeniyetinden bir hayli tercümeler yapılmıştır ve tercümeler vasıtasıyla bir çok felsefi husus tartışılmış,bir çok islam filozofu bir düşünce sistemi kurma çabası göstermişlerdir.
Tabi ki bir medeniyet referans aldığı medeniyetin en olgun ve üst noktada olan şahsiyetlerini ele alır. Bunun gibi islam dünyasıda bu dönemde Sokrates,platon,aristo ve plotinos gibi filozofları ele almış,bunların düşünce sistemlerini inceleyip İslam düşünce sistemi içinde bir yerlere koymaya çalışmışlardır.
Bunun gibi batı medeniyetide islam dünyasının en olgun ve üst noktada olan farabi,ibn sina,ibn rüşd ve gazali gibi şahsiyetleri ele alıp onları kurmak istedikleri kendi düşünce sistemleri içinde bir yerlere koyup “kendileştirmişlerdir.”
Yaşadığımız yüzyılda batının kendi içinden çıkmış nietzsche ve heidegger gibi önemli düşünürler mevcuttur.
Örneğin heidegger islam düşüncesinin modern dünyaya bakışını değerlendirmede ele alınabilecek hakiki bir düşünürdür.
Martin Heidegger 20. yüzyıl düşüncesine en fazla etkide bulunan felsefecilerden biridir. Hayatı boyunca Varlığın Anlamı Nedir? sorusuna yanıt aramış, düşüncesini bu soru çerçevesinde yoğunlaştırarak, Felsefe tarihini incelemiştir. Varlığın Anlamı Nedir? sorusuna sistematik bir yanıt vermesi onun engin felsefe tarihi bilgisine bağlıdır. Yıllarca antik çağ üzerine verdiği ders ve seminerler onun varlık incelemesi ve varlık kavramı üzerine yaptığı etimolojik araştırmalar onu, Sokrates öncesi doğa felsefecilerine yöneltmiştir. Heidegger, doğa filozoflarının varlığı önsel ve dolaysız bir biçimde kavradıklarını ileri sürmüştür. Fakat Platon’la birlikte varlığın önsel ve dolaysız kavranışı metafiziğin etkisiyle üstü kapanmıştır. Heidegger’e göre, Platon, Batı metafiziğinin de başlatıcısı olmuştur. Felsefe, antik metafiziğin varlığı açıklama evreni olmuştur. Aristoteles’le devam eden bu metafizik varlık anlayışı ortaçağda, dinsel anlam kazanarak ilahi varlık alanına dönüşmüştür.
Descartes’le başlayan modern Batı Felsefesinin, varlığı epistemoloji temeli bir metafizik anlayışla ele aldığını ileri süren Heidegger, en büyük karşı çıkışını kartezyen geleneğe yapmıştır.
Heidegger’in Amacı, Kartezyen geleneğe bağlı olan epistemoloji temelli dualist varlık anlayışını yeniden yorumlayarak yerine ontoloji temelli varlık kuramı geliştirmekti. Bu amacını “varlık ve zaman”adlı eserinde gerçekleştirerek çağımızın varlık kuramlarını etkiledi. Martin Heidegger’i Anlamak ve onun çağımızdaki konumunu belirlemek için ondan önceki felsefi gelişmeleri anlamak gerekir. Özellikle Descartes’le başlayan felsefe ve sonraki gelişmeler varlık bağlantısı içinde yorumlanmaktır.
İslam medeniyetinin yetiştirdiği nadide düşünürlerden bir tanesi de ibn Sina dır.
İbn Sina Modern batı medeniyetini bir çok fikriyle etkilemiş bir islam düşünürüdür.
İbn Sinanın Varlık düşüncesi doğuda etkili olmasının yanında batı felsefesi tarihinde de son derece önemli bir rol oynadı. Vücud kavramı islam felsefesinin tarihi gelişiminin ilk dönemlerinden itibaren, grek felsefesinin bir mirası olarak müslüman düşünürlerin önemle üzerinde en büyük metafizik problem idi. Mesele ilk defa Farabi tarafından ortaya kondu. İbn sina Probleme olağan üstü ve farklı bir muhteva kazandırdı.
İbn Sina metafiziği, varlık olması bakımından varlık bilimi diye adlandırıyor. Metafiziğin merkezinde varlık problemi vardır. Varlık düşüncemizin temelidir. İbn Sina Descartes gibi varlığı düşünce ile ispat etmez, düşünceyi de varlıktan çıkarmaz, onları özdeşleştirir.
Bu iki filozofu yani İbn Sina ve Martin Heideggeri merkeze alarak modern batı medeniyetini değerlendirdiğimizde şunları görürüz.
Batı felsefesi, Descartes ve Kant öncesi devirde, varlığın, kendi gerçekliği içerisinde en genel hususiyetleriyle ve onun mutlak cephesiyle bilinmesi demek olan metafiziğe büyük önem veriyordu. Bu durum, varlık karşısında, önce Descartes’le refleksif, sonrada Kant’la kristisist bir tavır alan felsefeyle yavaş yavaş eski gücünü kaybetmiş, varlıktan çok, varlık hakkındaki bilgi dikkatleri çekmiştir. Gözetilmekte olan gerçekliğin kendisi değil, onun bilgisinin kesinliğidir. Descartes, varlık hakkındaki beyanını “cogito” vasıtasıyla verirken, önceliği subjektif plana tanımak suretiyle, rasyonelliği kurmakta, bilginin sağlayacağı kesinlikten hareketle varlığa ulaşmakta idi. - “Cogito” temeli varlığın anlaşılması için elzem bir vasıta durumuna getirilmekte adeta varlık, varlık olma garantisini bu subjektif çerçeve içerisinde kazanmaktadır.
İşte ele almak istediğimiz, Ekzistansiyalist (varoluşcu) felsefe, varoluştan hareket etmesi dolayısıyla, batı felsefesinde kaybolmuş olan bu, varlık hakkındaki suali yeniden ele almaktadır.
Bu noktadan ekzistansiyalizm, bütün mücerret ve rasyonel izah denemelerini bir tarafa bırakarak, ferdi orjinalliği içerisinde insana, yaşamakta ve hayatı “kendine göre” değerlendirmekte olan özneye yönelmeye çalışır. Burada Ekzistansiyalizmin umumi manada, rasyonel felsefenin mücerred düşüncelerle ve bunların mantıki bir izah hamlesiyle bütün bir Kainatı anlayabilme iddialarına karşı tavır olduğunu belirtmekte yarar vardır.
Herhangi bir mahiyetten veya tanımdansa, varoluştan hareket etmenin, varlık hakkındaki sualin ilkliğini ortaya koyması bakımından önemi büyüktür. Hiçbir mücerret mahiyet, bende bu kadar ilk ve doğrudan olamamaktadır. Adeta varoluşta varlık, herhangi bir şeyin, bir mahiyetin varlığı olmaksızın, doğrudan varlık tecrübesi olarak sezilmektedir.
Varlık olmak ile varoluş olmak arasında büyük ve önemli farklar mevcuttur. Varoluşun batı dillerindeki karşılığı olan “existence” kelimesinin etimolojisinden de pekala anlaşılacağı gibi bu kavram varlıktan intişar eden, ondan zuhur eden, bilinen manasına gelir. buradan da çıkartılabileceği gibi, felsefi anlamda “varoluş” olmak, varlığını bir başka varlıkta, varlık kaynağını, yani varlık olmak bakımından bağımlıdır, mutlak değildir. Ancak ve ancak, hakiki varlık diyebileceğimiz, varlık sebebini kendinde bulan bir varlık söz konusu olduğunda vardır. Varoluşta varlık zorunlu olarak sözkonusu değildir ve bir zaruri varlık ile münasebeti dahilinde mevcut olabilmektedir. Nitekim, ekzistansiyalist felsefede, hürriyet fikriyle kazandırılmaya çalışılan dinamizmde, işte, bu varoluşun, kendini, ana varlık kavramına müracaat ile tanımlamaya çalışması ve kendini ona doğru dinamik bir aşma hareketiyle varlık özünü kazanmak isteyişi muvacehesinde ortaya konacaktır.
İşte bu yüzden, hiçbir mahiyete ve mücerret tanıma bağlı kalınmadan doğrudan varoluşa sarılmak, yine bizi, en azından ona bir varlık olma durumu bahşeden, varlık fikri veya özü ile karşılaştırmaktadır ki, bu “varlığın özü” fikridir.
İbn Sina’nın “Uçan adam” delili ile, insanı insan yapan en belirgin özelliğin, idrak ediş olduğunu, bir şuur durumu olduğunu fark edişidir. Zira, bu dünyada oluş şartları demek olan her şey, beden ve maddi çevre paranteze alınmıştır. Yani fert halinde ortaya çıkan insan, kendini, çevresinde bulunan bütün bu şeylerden farklı olan şey (!) olarak görebilmiş, o şeyler olmayan olarak kendini ortaya koyabilmiştir.
M. Heidegger varlığı tanımlarken, onun yoklukla bile şamil olan en geniş anlamda kabul etmekte İbn Sina ile birleşmektedir. İbn Sina Yüklem sahibi”yokluğa” zihnen de olsa bir tür varlık vermedikçe -ister olumlu ister olumsuz olsun- ondan bahsedilmez. O bu yokluktan mutlak yokluğa kastetmez.
Çağdaş Batı varoluşçuluğu içerisinde bulunduğumuz tarihi dönemin bir ürünüdür ve bu dönemin en belirgin özelliği fizik bilimlerin ve bu bilimlerin uygulanımı olan teknolojinin hakimiyeti altında olmasıdır. Batıdaki ileri derece sanayileşmiş modern toplumlarda hayat düzeninin teknolojik bir yığıntı haline gelmesi, insanı onulmaz bir yalnızlığa itmiştir. Teknolojinin yarattığı hayat düzeni gerçekte bir düzensizliktir zira son derece gelişmiş bir anlamsızlık ve saçmalık sisteminden ibarettir. İnsan anlamını bilmediği ve dahası kendi bireyselliğine ve kişiliğine sürekli tehdit oluşturan gayri-insani devasa bir mekanizmanın içerisinde yaşamaya zorlanmaktadır. Modern insan böyle bir ortamda kaçınılmaz olarak tabiata ve kendine yabancılaşmıştır.
Çağdaş varoluşçuluğun ana meselesi olan “varlık” türü, genel anlamda varlık değil, bireyin kendi öz, kişisel varlığıdır. Burada varlık her şeyden önce ve daima benim varlığımdır. Daha sonra senin yahut onun varlığıdır. Bu anlamıyla varoluşçuluk, başka hiçbir varlığa indirgenemez bir biçimde benim olan ve ister hoşlanayım ister hoşlanmayayım yaşamak zorunda olduğum bu özel varlığı başlangıç noktası kabul eden ve bunun etrafında gelişen felsefi bir dünya görüşüdür.
Bu sebebledir ki Batı varoluşçuluğu kendinin “ızdırap”, “kaygı”, ”endişe”, “tasarı”, “ölüm”, “özgürlük” gibi tipik ana terimlerle ifade eder. Ve felsefe yapma biçimi doğal olarak, Heidegger son dönem eserlerinde de görüldüğü gibi, gayri-insani bir kuşatılmışlığın ortasındaki insanoğlunun hazin kaderinin lirik bir ifadesi olmaya meyleder.
Aristo metafiziği batılı ya da İslami olsun ortaçağ skolastisizminden günümüze kadar ontolojinin tarihi teşekkülüne muazzam bir etkide bulunmuştur. Doğu ve Batı varoluşçularının karşı çıktığı ise işte bu Aristocu ontoloji geleneğidir. Bu yüzden günümüzde Heidegger sadece var-olan, mevcud üzerine yoğunlaşıp “var-olan” ifadesindeki küçük olan fiilinin hayati önemini bütünüyle unutmasından dolayı Tüm Batı ontoloji geleneğine açıkça ve büyük bir vurgu yaparak karşı çıkar. Ona göre ontolojinin ana konusu olması gereken “varolan” değil bu ifadenin son derece önemsiz bir kısmını oluşturuyormuş gibi görünen “olmak” fiilidir.
İbn Sinanın düşüncesinin “mahiyetçi” olduğu ileri sürülür. Bu görüş İbn Sinanın düşüncesinin yanlış anlaşılmasından kaynaklanır. Her şeyden önce İbn Sinaya göre tüm metafizik düşünmenin birinci ve nihai öznesi “mevcuttur” yani fiilen varolan somut varlıklardır. Onun tüm metafizik sistemi önümüzde duran aracısız gerçekliğin yapısının zihinsel bir tahlilidir. İbn Sina işe birincil ve aracısız olgular olarak mahiyetlerden başlamaz.
Görüldüğü üzere medeniyetler arasında bir etkileşim söz konusudur ve bu etkileşimde medeniyetlerin yetiştirdiği önemli şahsiyetler tarafından gerçekleşmektedir. Burada buna örnek olması açısından İbn Sina ve Martin Heidegger’i örnek verdim,buna başka örneklerde verilebilir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.