- 904 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
Mektuptan Aşk Öyküleri / Liz ve Mikael...
Turku’dan St. Petersburg’a uzun bir yolculuk yapmama rağmen, kendimi zinde hissediyordum. Bir kuş kadar hafiftim ve her şey güzeldi. Voskresenia Khristova Kilisesinin çan sesleri, adımlarıma ortak oluyordu. Kar taneleri usulca taş caddelere düşerken, kırmızı eldivenlerimi çıkartıp, yolcusunu bekleyen atlının arka tarafındaki tahta çıkıntısı üzerinde biriken karları, avucumda kartopu haline getirdim. Eldivenlerimi tekrar giymek istemiyordum. Kartopunun soğukluğu, iyiden iyiye sinirlerimi uyarmaya başlamıştı. Her adımım sonrası, önceki adımımın kar üstünde oluşturduğu çizme izine bakıp, gülümsüyordum.
Acelem yoktu. Mikael’e erkenden kavuşmak istiyordum ama yine de heyecanımı dindirmek için canım şehrin merkezinde biraz yürümek istemişti. Bronz süvarinin olduğu, Senato meydanına gelmiştim. Akordiyon çalan iri bir adamın arkasında, pelerinli elbiseleriyle genç kızlar meydana doğru yürürken, arkasındaki kalabalık eski bir geleneği tekrardan yaşatıyordu. Birkaç saat önce evlenmiş çift, yakınlarıyla beraber Petro’nun heykeli önünde coşkularını yaşıyorlardı. Bembeyaz güvercinler göğe doğru gelinin ellerinden uzaklaşırken, damat küçük Kazak bardaklarına Afgan üzümlerinden yapılmış şampanyayı koyuyordu. Herkes mutluydu. Hayatlarının en güzel anlarından birini yaşıyorlardı. Aklıma birden Mikael’in gönderdiği mektuplar geldi. Onun bana sevgisiyle her geçen gün içim ısınırken, nedense bizim için vuslat olmayacak bir şeydi. Kulağıma fısıldayan rüzgârın sesi, Mikael’in sesine ne kadar da çok benziyordu.
-Varlığından yoksun kalacağım zamanlarda da dayanabileceğimin sözünü vermemiş miydim sana?
Ben dayanamamıştım. Uzun bir süre geçmişti ve bana cevap yazmamıştı. Yazdıklarımı okuyunca heyecanlandığını itiraf etmişti, içinde her ne varsa izah edemiyordu. Bana tanıştığımız ilk zamanların ne kadar da güzel olduğunu defalarca söylemişti. Sonsuz oluşumuzun kanıtı olarak, benim onun gözlerimle güldüğüm anlardan bahsediyordu mektubunda. Ne kadar da aziz bir duyguydu ve ne kadar da saf!
Bana ’Sensizlik içimde avaz avaz bağırıyor. Bir yerlerim sızlıyor durmadan. Seni tanıyınca durmak bilmeden tıka basa sevesi geliyor insanın. İliklerinden taşan sevginin verdiği çoğalma hissiyle, yokluğunun bahşettiği kederi azalta azalta ve kilometrelerce koşmuşçasına soluk soluğa sevmek istiyorum seni. Aramıza ördüğün duvarlar her şeyi zorlaştırıyor. Alışmaya çalışıyorum.. Olmuyor...’ diye seslenirken satırlarında, neden hiç yanıma gelmek istememişti? Bir türlü mana verememiştim Mikael’in bu haline. Elbette sebepleri vardı ama bir kez dahi görmek için gelmemişti. Bir buçuk sene önce Moskova’da görüştüğümüzden beri ve tekrar St. Petersburg’a dönüp evinde üç gün kaldıktan sonra, bir daha Mikael ile hiç görüşememiştik.
O üç gün başkaydı. Üç gün boyunca akşamları Neva nehri kıyısında yemek yiyorduk ve sabaha kadar beraber yatakta birbirimize sarılı bir şekilde konuşuyorduk. Uyku gereksiz bir şeydi bizim için ve sadece o üç günümüz varmışçasına hayatta, aşkımız adına ne varsa içimizde, susmadan, bir tek zaman bile boşa geçirmeden birbirimizden bahsediyorduk.
Biliyorum ki, son mektubumda Mikael’e çok ters davranmıştım. Sanki o üç günü biz hiç beraber yaşamamışız gibi, aşk denilen duygudan daha fazla kaçmaya çalışıyordum. Çünkü buna ihtiyacım olduğu zaman da, Mikael’in duyguları beni daha çok sarmalayıp, yüreğimi ısıtıyordu. Bana aldığı çiçeği tenimin kokusuna sürdükten sonra, kendine saklamıştı. Ama o çiçek beni hatırlatmıyordu ona. Daha çok acı çekiyordu, hiç olmayacak acılar çektiriyordu. Ve son mektubumda Mikael’in kalbini kırdığımı biliyordum. Onun beni sahiplenmesine alışkın değildim. Özgürlüğümü kısıtlıyordu tutkulu sözcükleri. Her ne kadar birbirimize uzak da olsak, birbirimizi anlıyor olmamız en büyük güzelliğimizdi! Ama bazen aşkın da yetmediği, yetemediği şeyler vardı. Saçlarımı saçıverdiğim göğsünün üzerinde, hiçbir anın geri olmayacağı sevgi beslemiştik, fakat kaygılanıyordum. Çok sevmek de insana çok yükümlülük getiriyordu. Gereksiz yere hem o üzülüyordu, hem de ben!
Bir de hiç olmayacak şeyler vardı hayatımızda, bir de hiç istemeyeceğimiz şeyler... Aşk sorun değildi. Aslında tek sorun bağlanmanın etkisiydi. İnsan sevdiğini hep yakınında istiyordu, yakınında olmasını istiyordu. Bunları Mikael ile de defalarca konuşmuştum. Mikael çok iyi kalpli biri olduğu için, tüm olumsuzlukları görmezden gelebiliyordu. Biraz da gamsız oluşu, onun bu acıları hissetmemesini sağlıyordu. Ben ise onun gibi düşünemiyordum. Daha çok acı çeken bendim; severken, isterken ve geceleri sessiz sessiz bir başıma ağlarken.
Neva nehri kıyısında çello çalan gençleri dinlediğimiz zamanlar aklıma geldi. Mikael’in tıraşlı yüzü, nehrin soğuğunu kesen bir kalkan gibiydi. Sert bakışları ardınca uysal bir çocuğun oturduğu kentti onun yüreği. O kadar çok seviyordum ki kendisini, sevgimin ona zarar vereceğimi bildiğim için kendimden uzaklaştırmaya çalışıyordum. Tabii ki de yapamıyordum, olmuyordu! Ben de seviyordum ve sevdiğim birinin yok olmasına dayanamıyordum.
Elbette Mikael ile olan mektuplaşmalarımız çok uzun süre zarfında oluyordu. Benim yazdığım mektuba aylar sonra cevap verebilmişti. Böyle yapması beni daha çok incitiyordu. Kim bilir, kendi çapında haklıydı ama neden beni bekletiyordu, neden kendisini uzak tutuyordu benden? Benim ona yapmaya çalıştığım şeyi o mu başarmak istiyordu? Ama hayır, hayır öyle değildi! İntihar etmeye kalkışan ve hapları içen oydu. Mikael benim için, benim sevgim için ölüyordu. Ama ben bundan dolayı hiçbir üzüntü duymuyordum. Kendimden korkmaya başlamıştım.
Kar taneleri nefes almama yakın düşerken nehir boyunca, birkaç Tatar gencinin sardıkları esrarı içtiklerine şahit oldum. Mikael gözümün önüne gelmişti yeniden. O da çok içiyordu ve bu yüzden gözlerinin altı mosmordu. O beraber kaldığımız üç gün içerisinde, yine tüttürürken, buğulanan camı silip, yanağıma bir öpücük dokundurup ’Nereye düşeceğini bilmeyen bir yağmur damlası gibisin’ demişti bana. Öyle miydim gerçekten de? Mektubunda da aynı sözü tekrarlamıştı. Mikael beni gerçekten çok seviyordu ama ben korkuyordum. Korkak bir aşık olarak, olmayacak bir işe kalkışmıştım ve son mektubundan beri haber alamadığım, intihara giriştiği için kendimi affedemediğim Mikael’in evinin önündeydim.
İki katlı, tahtadan yapılmış; Kazan tipi evlerle dolu sokağın kokusu bile bir başkaydı. O üç günü tekrardan yaşıyor gibiydim. Mikael şu basamak da öpmüştü beni ve diğerinde, şu basamak da ise kucağına alıp, evin içine girmiştik. İki katlı evin, iki farklı girişi vardı ve Mikael üst katta yaşıyordu. Alt katta ev sahibi yaşlı kadın Yelizaveta kalıyordu. Kocasını 2. dünya savaşında kaybetmiş bu kadını çok sevmiştim. Ama şimdi Yelizaveta’nın evde olmadığını anlamış gibiydim. Pencerelerinde gazeteler olan, posta kutusunun içindeki zarfların taştığı bir evdi karşımda olan. Korkmuştum! Ya Mikael ikinci defa intihar girişiminde bulunmuşsa; ölmüş müydü?
Mikael’in kapısına çıkan basamaklarda kar iyicene birikmişti. Korkum gittikçe gerçekleşmeye başlıyordu ve acım kendini yineliyor gibiydi. Evin kapısının kolunu çevirdiğimde, beynimden kaynar sular dökülmüşçesine kötü olmuştum. Hayır, Mikael böyle bir şey yapamazdı! O ölmemişti, ölmemesi gerekiyordu!
Evde eşya adına hiçbir şey kalmamıştı. Yalnızca beraber kaldığımız o üç gün boyunca, dedesinden hatıra kalan, yeşile boyadığımız sandalye büyük odasının köşesinde garip bir şekilde duruyordu. Birkaç boş votka şişesi de cam kenarında sıralanmıştı. Diğer odada hiçbir şey yoktu. Arada sırada fare seslerini duyar gibi oluyordum. Sandalyeyi çekip, oturmak istedim. Yorulmuştum. Gözlerimi kapattığımda Mikael karşımdaydı.
-Armonika çalayım mı az?
-Çalarsan dinlemem mi hayatım. Ben de votka getireyim ikimize. Bu arada soyadın
Grishavo mu, Grisha mı sadece?
-Fark eder mi aşkım? İki türlü de sen benimsim.
-Soyadın çok güzel, manası gibi!
-Dedem Özbek köyüne yakın bir yerde kalıyormuş. Özbeklerin sahtekarlıklarını bildiği için, dedeme babası Grisha adını koymuş. Biz de öylece kullanıyoruz bu ismi.
-Çok güzel! Benim de Halonen. Hallo gibi. Hallo Mikael!
-Canım benim. Söz, seni hiç bırakmayacağım! Ama hiç!
-Seni çok seviyorum Mikael!
-Ben de canım. Ben de seni Liz’im!
Her şey birkaç gün gibi gelip geçiyor muydu sadece yoksa? Mikael yoktu evinde. Üşüyordum, daha çok üşümeye başlamıştım. Gözlerimi açtığımda, kar tipi halinde yağmaya devam ediyordu. Eldivenlerimi bir çırpıda giyinmiştim ve çizmemle karın üstüne daha hızlı bir şekilde basıp, yürümeye devam ettim. Nereye gittiğimi dahi bilmiyordum! Çalan armonikayı hala duyuyor gibiydim.
...
’Lizbeth o gün Mikael’i görmek için, Finlandiya’nın Turku şehrinden, St. Peterburg’a kadar gelmişti. Ama Mikael’i göremedi. Uzun bir sürede Mikael’den ne mektup geldi ne de bir haber aldı! Lizbeth, Turku’da öğretmenlik yaptığı okuldan, Kazan şehrindeki bir okula gitti. Kazan’da yeni bir hayata başladı ama hiç evlenmedi. Yıllar sonra bir gün ders de yeni öğrencileriden Liz adlı bir kızla muhabbet ederken, kızın gözlerinin Mikael’e benzediğini fark etti. Kızın soyadını sorup, öğrendikten sonra heyecanı daha da arttı. Kıza sorması için tek bir sorusu daha vardı.
-Babanın adı Mikael mi? Mikael Grisha mı?’-son-
Bilgilendirme
Bu öyküde geçen, Liz’in Mikael’e ve de Mikael’in Liz’e mektupları Fulya C.’ın profilinde ve şu linklerde mevcuttur:
1-www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=85976
2-www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=86759
3-www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=90706
YORUMLAR
Bunu senden istemekte ne kadar haklı olduğumu bir kez daha anladım. Beni kırmadığın, öykümü sahiplendiğin ve tahminimden de harika bir finalle seriyi bitirdiğin için çok teşekkür ediyorum. Biliyordum ki, senden daha iyi kimse yapamazdı.Yanılmadığımı gösterdiğin ve o muhteşem hayal gücünün sokaklarında hepimizi keyifli bir gezintiye çıkardığın için de ayrıca mütebessimim. Biraz daha uzatılabilirdi, okumaya doyamadım inan. Ben yazsam bu kadar güzel anlatamazdım. Kendi öyküm benim hayal gücümün sınırlarını aşıp, hiç bilmediğim ülkelerde dolaşmış ve inan muhteşem olmuş. Can-ı gönülden kutluyor ve çok teşekkür ediyorum sevgili kardeşim Hakkın Sesi... Varolasın... Eyvallah...
Nicelerinde yeniden görüşmek dileğiyle, çok yakında...
Saygı ve sevgilerimle....