Yettim Diyebilsem
YETTİM DİYEBİLSEM…
Yeşiliyle, mavisiyle, yazıyla, kışıyla bizi barındıran bu dünyanın sadece baharını yaşayabilen, baharı ama sadece sonbaharı yaşayabilen dünya yetimlerine bir kucak olsam…Ellerim uzansa dünyaya sarılsam, sarılsam dünya yetimlerine bir ateş olsam, aş olsam aşı olsam. Evinin mi, annesinin mi, ülkesinin mi hangisinin yok oluşunu izleyeceğini şaşıran, sıcak bir yemeğe değil kuru bir ekmeğe rıza gösteren o çocuklara…
Ne desin başını eğmekten boynu uzayan Zehra’m, ne desin silah elini üşüttüğü halde tutmaya mecbur kalan Yusuf’um ne desin? Ne desin dünyanın dört bir tarafında yetim kalan berfinler? Hani derler ya güneşi görmek için boynunu beyaz örtüden dışarıya uzatır berfin, güneşi görünce sonsuzluğa gözlerini yumacağını bildiği halde..Oysa bu yetim kardelenler ölmeye razı yeter ki güneşi görsünler. İşte o zaman derler içlerinde fokurdayan çaresizliğin, bitmişliğin, bitirilmişliğin ağır vechesini. Zalimlerin gözleri önünde kazdığı mezarın ürpertisini. Bizim ecdadımız bilmez miydi, akıl edemez miydi tüm bu çirkeflikleri? Edebilirdi elbet edebilirdi.Onunda elinde dünyanın anahtarı vardı, istese oda mezar kazmasını çok iyi bilirdi. Ama değildi Osmanlıyı Osmanlı yapan bunlar değildi. Osmanlı hikmetin sırrına ermiş hizmeti seçmişti. Hizmet ama ne hizmet eşref-i mahlukatla sınırlanmamış kendini aşmış bir hizmet. Zatı halini hutbelerde hadim olarak okutan bir hükümran. Böyle bir hafızaya sahipken dünya yetimlerine nasıl kucak olmaz insan…
Şimdi bazıları yedikleriyle yetinmeyip tekrar tekrar nasıl yiyebileceğinin çaresini arıyor. Oysa çare aramaya ne hacet açlığa dûçar olmuş o minik yürekleri işitselerdi. Görselerdi kendilerinin resmettiği tabloları, görselerdi güneşi nasıl doğmamak üzere batırdıklarını.Görselerdi kendilerine çare aranmaya gerek kalır mıydı? Her bir kimse kucak olsaydı; soğuktan, soğuğu hissetmeyen kaskatı kesilmiş vücutları ısıtmak için güneş olsaydı, kan çanağına dönmüş gözlere ışık olsaydı dünyada yetim kalır mıydı? Yada dönüp arkasına bir baksaydı.Görseydi taşlaşmış kalbiyle “Sadaka Taşları”nı. İdrak edebilseydi leyleğin neden Türk bacasını seçtiğini ve bilseydi hayat ve hayrat bir devletin varlığını işte o zaman duyurmazdı yetime darlığını.İşte o zaman dünya bilmezdi yetimin bu şekil varlığını.
Güneşin önüne durup onları karanlığa gömmek kimin hakkı? İlkbaharı yaşarken hazanı yaşatmak…Suyun içinde susuz bırakmak diye bir hak var mı? Başlarını, ellerini temizlemek için okşayan kimseye sığınacak kadar masum olan bu yavrulara kara yazma bağlatmak… Gözlerinden süzülen inci tanesi gözyaşları Hak katında büyük bir değere sahipken bu öksüzleri göz ardı etmek hak mı? Onlar ki hayatın zehrini içmişler sarhoş olmadan şimdi aşlarına su katmak reva mı? En önemlisi bu sorulara cevap verecek yürek var mı?
Öyle övünmek yetmiyor Selimiye, Süleymaniye , Beyazıt ve Fatih külliyeleriyle…Yada Gureba Hastanesiyle… Koltuk kabarttığımız ceddimiz bizimle ne kadar gurur duyuyor acaba. Yorulduğunda dinlenmesi için hamalın yoluna oturacak koyan, yetim kızlara çeyiz yapan, halk sevinsin diye bayram günlerinde top atan, halka faydalı eserler yazdırıp bastıran ve çocukları sevindirmek için gezdiren ceddimiz, torunlarıyla ne kadar gurur duyuyor!
İşte bunun için bir vakıf kursam atalarımızın yaptıklarına mazhar olamasam da dünya yetimlerine bir yuva olsam. Fatih gibi “Ben ki abd-i aciz…” deyip cihanın fatihi olamasam da bağrı yanık yüreklerin fatihi olsam…Bütün kainata vakıf olmuş Osmanlı olamasam da hayatta kimsesi kalmamış nefeslere bir Osmancık olsam…Ağlamaktan yorulmuş, acıyla öyle kavrulmuş ki gülmeyi unutmuş, yarını takvimden silmiş, yüreğinin sesi tâ arş da duyulmuş dünya yetimlerine bir ana olsam. Şefkatimle bassam bağrıma. Alsam onların tüm acılarını sadece benim ciğerim yansa… Onların susarak anlattığı kelimeleri hep mutluluk olsa… Barut kokusundan başka bir koku bilmeyen burunlarına bundan sonra misk kokusu gelse…
Bir dünya olsam alsam içime sadece yetimlerimi de onlara yetim olduklarını unuttursam.”Yettim” diyebilsem… Hayat olsam da onların hayatına vâkıf olsam. Ve bir vakıf kursam onların ezilmişliğini, kimsesizliğini, dizlerinin fersizliğini giderebilsem.Tek dünyanın bölünmüşlüğüne köprü olsam. Feleğin çarkında onlara göz olsam, kulak olsam, baş olsam.
Bir bahar olsam ama sadece güllerin açtığı, yüzlerin güldüğü bir bahar…
Başka bahar yaşamasınlar ben onların son baharı olsam.
YORUMLAR
Yazınızda Osmanlı Devletini hayli methetmişsiniz.Haklısınız Osmanlı Devleti büyük Devletti,Kuruluş felsefesi, dürüstlük, hoşgörü, insan sevgisi üzerineydi.Fakat zamanla bu felsefeden uzaklaştıkça Osmanlıda nice canlar hiç uğruna yok edilmiştir.
Saltanat için kardeş katline fetva verilmiştir.
Bütçe açıkları için sıkça savaşlara çıkılmış, geride dul ve yetimler kalmıştır.Hele Balkan savaşları, Çanakkale savaşı, Anadolu'da sağlam insan bırakmamıştır.
Demek istediğim Osmanlı zamanında inanın yetim ve dul sayısı bugünden az değildi.
Kaderin cilvesi atalarımız bize dünyanın merkezini vatan bıraktılar.Hal böyle olunca bize istemeyen hasım Devlet çok olmakta.Küresel güçler ve bizi istemeyen komşular sürekli iç karışıklık çıkarmaktadırlar.
ne yapabiliriz.Öncelikle okumalı, iyi eğitim alarak, şıhların, şeyhlerin,ırkçı düşüncelerin etkisinde kalmadan, birbirimize sahip çıkmalıyız.Şunu bilmeliyia;Biz birbirimize sahip çıkmazsak kaybeden biz oluruz.
Bu gün Ülkemizde dökülen kanın ve gözyaşının nedenlerini düşünmek lazım.Bu terör kime hizmet etmekte, kim kazanmakta, kim kaybetmekte.
Kazanan hiç şüphesiz biz değiliz.
Güzel yazınızı ve duyarlı yüreğinizi kutlarım.saygılar