- 875 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Yolculuk Anısı
Bir Yolculuk Anısı
Otomobili benzin pompasının önüne yanaştırıp kontağı kapatıyorum. Anahtarları yan koltukta oturan Cemal’e uzatırken:
—Haydi bakalım Cemal, diyorum. Eskişehir’den İznik’e kadar ben sürdüm arabayı; bundan sonra benzin de sana ait, direksiyon da…
Cemal her zamanki aptal gülüşü ve peltek sesiyle:
—Ayıpsın Dilâver abi, diyor. Akşam ne konuştuysak o… Araba senden, masraflar benden…
Arka koltukta tek başına oturan Gülbeyaz’a dönerek:
—Eee Gülbeyaz Hanım, diyorum. Kocanız benzin alırken biz de adımlayalım biraz; ayaklarımızın uyuşukluğu gitsin.
—İyi olur Dilâver abi, diye cevap veriyor Gülbeyaz.
İniyoruz arabadan. Burası İznik’in çıkışında küçük bir akaryakıt istasyonu… İznik-Orhangazi yolunun sağında…
Cemal benzin işini hallederken biz asfalta doğru yan yana yürüyoruz. Yolun alt tarafındaki sahil boyunca uzanan sazlığı gösteriyorum Gülbeyaz’a:
—İşte bizim en büyük sorunumuz bu uzun ve sık kamışlar… Görüyorsun ya, göl kıyıları hep sazlık… Bunlar gölü çepeçevre sarar. Şimdi buradan itibaren kıyı buyunca bir kilometre yürüsek, göle girilecek dokuz-on metrelik temiz bir sahil zor buluruz.
Gülbeyaz şaşırıyor:
—Peki biz yazlık yapınca göle giremeyecek miyiz?
—Merak etme Gülbeyaz Hanım, benim arazimin altında tek kamış bile yoktur. En az iki yüz metrelik sahil pırıl pırıldır. Köyümüzün gençleri hep bizim oraya gelip yüzerler.
—Dilâver Bey, size bir şey sorabilir miyim?
Bu sefer ben şaşırıyorum ve aynı zamanda da çok seviniyorum. Çünkü bana hep “abi” diye hitap eden Gülbeyaz ilk defa “bey” sıfatını kullanıyor.
“Dur hele!” diyorum içimden. “Galiba bu kadında iş var. Ya saflığından bu kelimeyi kullandı veya çok kurnaz biri… Hitap tarzımı değiştirerek şunu bir yoklayayım.”
Işıl ışıl parlayan yeşil gözlerine bakarak:
—Tabii ki Gülbeyaz, diyorum. Her şey sorabilirsin. Beni bir arkadaşın, hatta bir sırdaşın farz et.
—Erkekler sarhoş olunca bol keseden atarak birçok söz verirler, fakat öbür gün ayılınca her şeyi unuturlar. Meselâ Cemal… Sarhoşken yüzlerce defa “Sana bilezik alacağım.” demişti ama hiçbir sözünü tutmadı.
Hitap tarzımı bir derece daha samimi hâle getirip sesime acıma duygusu katarak:
—Vah zavallım; seni bu kadar üzdü demek! diyorum.
“O da erkek mi?” demeyi düşünüyorum bir ara fakat tabii ki diyemiyorum. Daha sıcak, daha içten bir hitap seçerek teselliye devam ediyorum:
—Canım benim; sen Cemal’e ne bakıyorsun? Boş ver onu! Cemal tek kadeh rakı içince sarhoş olup saçmalıyor. Hele söyle bakalım, sözü nereye getireceksin iki gözüm?
Gülbeyaz cilveli bir gülüşle:
—Sen, diyor, akşam bizim evde Cemal’le rakı içerken yazlık ev için arsa hediye edeceğini söylemiştin ya…
“Kadın çok zeki…” diye geçiriyorum içimden. “Hitap sözü bir anda ‘sen’ oldu. İki dakikada senli benli oluverdik maşallah! Oh babam oh! Bu kadın artık kesinlikle abi demez bana.”
Gözlerine derin derin bakarak:
—Evet, söyledim, diye cevap veriyorum. Ne sakıncası var?
—O zaman sarhoştun, şimdi ayıksın; caymayasın diye yani…
Gülbeyaz’a daha da yaklaşmak; saçlarını ve yanaklarını iki elimle iki taraftan okşadıktan sonra burnumu boynuna yaklaştırıp teninin kokusunu almak geçiyor içimden. Daha sonra da omzunun boynuyla birleştiği yere dudaklarımı yapıştırmak… Ve o anda bu narin vücudu kollarımla sımsıkı sarmak… Tabii ki bütün bunları yapmıyorum; sadece biraz daha yaklaşmakla yetiniyorum:
—Gülüm benim, diyorum fısıltıyla. Ben Cemal miyim güzelim? Eğer sözümden caysaydım sizi buraya getirir miydim?
Yine ışıltıyla parlıyor gözleri:
—Sağ ol, diyor. Sayende ben de gün yüzü göreceğim.
“Merak etme, ben sana ne gün yüzleri ve daha neler neler göstereceğim!” diyorum içimden.
Tatlı ve anlamlı sohbetimizi Cemal’in sesi kesiyor.
—Dilâver abi, diye bağırıyor uzaktan. Depo doldu, haydi…
Yine içimden: “Ulan geri zekâlı; içine ettin sohbetin!” diye geçirirken:
—Haydi canım, gidelim! diyorum Gülbeyaz’a.
Otomobile bindiğimizde Cemal küçük boyutlu, kırışık bir gazete atıyor arka koltuğa:
—İznik Postası, diyor; yerel gazete… Benzinciden aldım.
Gülbeyaz gazeteyi alıp manşetleri okurken yola devam ediyoruz. Arabayı Cemal kullanıyor. İznik’teki bir büfeden aldığım kutu biralardan birini torpido gözünden çıkarıp içmeye başlıyorum:
—Sana yasak Cemal, diyorum. Sen otomobil kullanıyorsun.
—Afiyet olsun abi!
Koltuğa yan oturup Gülbeyaz’a dönerek:
—Kaç yıldır evlisiniz Gülbeyaz Hanım? diye soruyorum resmî bir tavırla.
Gülbeyaz da aynı resmiyetle:
—İki ay sonra on yıl olacak Dilâver Bey, diye cevap veriyor.
—Ne kadar gençsiniz!
—Ne genci Dilâver Bey? Birkaç ay sonra otuz yaşıma giriyorum; hatta Cemal benden beş yaş büyüktür. O daha yaşlı yani…
—Aaa, ne ayıp! Yaşlılık da nereden çıktı? Siz daha çocuksunuz çocuk! Ömrünüzün baharını yaşıyorsunuz. Bak, ben ellili yıllara merdiven dayadım ama hâlâ kendimi genç kabul ediyorum.
Gülbeyaz’la göz göze geliyoruz bir an:
“Tam öpülüp okşanacak yaştasın ama öpüp okşayacak erkek nerede?” diyorum. Tabii ki bu sözleri her zamanki gibi içimden söylüyorum. Uzun bir yudum daha alıyorum biramdan. Bir ara cıvıltılı bir sesin:
—Dilâver Bey, diye seslendiğini işitiyorum.
—Buyrun Gülbeyaz Hanım!
—İki yüz elli metrekare arsa bir yazlık için az değil mi? Siz bize beş yüz metrekare verseniz; biz de evin çevresine güller, çiçekler eksek, birkaç da meyve fidanı diksek… Annemden üç beş kuruş alıp size öderim borcumu.
—Ne demek Gülbeyaz! diyorum. O kadarcık arsanın lâfı mı olur? Verdim gitti. Üstelik para da istemem; madem bir iyilik yapıyoruz, tam yapalım.
Göz ucuyla Cemal’e bakıyorum. Yüzüne bir sevinç dalgası yayılırken:
—Allah razı olsun Dilâver abi, diyor.
Gülbeyaz’a dönüyorum tekrar:
—Benim orada on dönümlük bahçem ve en az iki dönüm boş arsam var Gülbeyaz. Bahçemin çevresinde hiç ev yok. Köyümüz sahile sekiz yüz metre mesafede ve dağ eteğindedir. Bu nedenle bana komşu lazım komşu! Akşam olup da karanlık basınca, her can hanesine yuvasına çekilince tek başıma canım sıkılır. Ayrıca bu köyde oturup sohbet edebileceğim, bana kafa dengi olabilecek hiç kimse yok.
─Çocukluk arkadaşlarınız vardır.
─Otuz beş-kırk yıl önceki arkadaştan hayır mı gelir? Ben köyümden tamamen kopmuş durumdayım Gülbeyaz. İlkokulu köyümde bitirdikten sonra ortaokulu ve liseyi Eskişehir’deki parasız yatılı okullarda okudum. Üniversite yıllarım da Eskişehir’de öğrenci yurtlarında geçti. Ben fakülte son sınıftayken, zavallı annem ve babam köyde bir yangın sonucunda çıra gibi tutuşan ahşap evimizde can verdi. O faciadan sonra köyümden ve köylümden temelli nefret ettim. Askerlik, veraset gibi zorunlu resmî işlemler haricinde köyüme bir defa, o da on yıl önce gittim. İnsanın memleketi doğduğu yer değil, doyduğu yermiş. Aşağı yukarı otuz yedi yıldır Eskişehir’de yaşıyorum. Doğup büyüdüğüm bu köy şu anda benim için gurbet anlamı taşıyor. Kısaca Gülbeyaz, bana buralarda komşu lazım. Sen de ara sıra bana bir çorbacık pişirirsin; öyle değil mi?
—Tabii ki! Bak göreceksiniz, kendi bahçemden topladığım sebzelerle ne lezzetli yemekler yapacağım size! Oraya yazlık yapmak kaça mal olur Dilâver Bey?
—Sizi bilmem ama emekli ikramiyem kuruşu kuruşuna bankada yatıyor. Ben o parayla iki kat ev yaparım; üçüncü kat da boydan boya teras olur. Siz de prefabrik bir şey kondurursunuz artık. On bin liraya halledersiniz işi.
Ellerini çocuk gibi çırpıyor Gülbeyaz:
—Ne güzel, ne güzel! Biraz annem verir, biraz da Cemal bankadan kredi çeker…
—Akşamları bizim terasta toplanıp balık ızgara yaparız. Sonra da güneş kavuşurken gölü seyrederek çekeriz kafaları. Tamam mı Cemal; çeker miyiz kafaları?
—Ayıpsın abi, çekmez miyiz hiç?
—Valla, diye söze karışıyor Gülbeyaz; ben bile içerim birkaç kadeh!
“İç tabii!” diye geçiriyorum içimden. “İçince daha tatlı olursun. Bu şapşal da iki kadehten sonra sızıp kalır bir köşede; böylece meydan bize kalır; sonrada…”
—Buraları cennet gibi Dilâver abi, diyor Cemal.
—Elbette, baksanıza şu tabiatın güzelliğine! Yolun üst tarafında üzüm bağları, zeytin bahçeleri… Her tarafta bin bir çeşit meyve, rengârenk çiçekler, yemyeşil otlar… Alt tarafta ise muhteşem İznik Gölü…
—Ay vallahi çok heyecanlandım, diyor Gülbeyaz. Sizin arsaya ne kadar yolumuz kaldı?
—Yirmi dakika sonra oradayız. İznik’le Orhangazi’nin tam ortasında… Bu iki ilçeden başka, bu gölün kıyısında otuza yakın köy vardır. Az sonra Çakırca isimli şirin bir sahil köyünden geçeceğiz. Daha sonra yine bir sahil köyü olan Boyalıca’yı göreceğiz… Sonra da Keramet; yani bizim köy…
—Ne bitmez yolmuş; meraktan çatlayacağım!
—Merak edecek bir şey yok Gülbeyaz… İçinde yüz elli civarında yetişmiş zeytin fidanı olan bir bahçe… Göle sıfır… Bahçenin sahil tarafındaki iki dönümlük kısmı yabanî otların, dikenlerin ve çalıların sarmaş dolaş olduğu verimsiz bir alan... Biz bu çalılığı temizleyip villaları oraya dikeceğiz. Böylece önümüzde masmavi uzanan gölle yazlığımız arasında hiçbir engel kalmayacak.
Yine el çırpıyor Gülbeyaz:
—Ne güzel, ne güzel!
“Ne güzel diyen dilini yesinler senin!” diyorum. Tabii ki içimden…
Gülbeyaz’la ilgili mahrem hayaller kurarak biramı içip bitiriyorum.
Boş kutuyu pencereden fırlatınca Cemal:
—Doğayı kirletiyorsun Dilâver abi, diyor tebessüm ederek.
—Ne kirletmesi Cemal? Boş bir kutuyla doğa mı kirlenirmiş? Toprak harıl harıl çalışan bir kimyacıdır; altı ayda çürütür o kutuyu. Doğa kendisini korur, merak etme. Ben fabrikalarda yıllarca kimyagerlik yaptım, bu konuları iyi bilirim.
Çakırca köyünden geçiyoruz. Buradaki evler hep bahçe içinde ve en fazla iki katlı… Her evin en az bir duvarını asma dalları sarmış. Asmalarda yemyeşil, taptaze yapraklar… Üzüm yaprağı görüntülü evler… Evlerin önü ise üzüm çardaklı…
—Dilâver Bey, diyerek sessizliği bozuyor Gülbeyaz.
Geri dönüp:
—Buyur Gülbeyaz Hanım, diyorum.
Gülbeyaz, iki ön koltuk arasına eğik vaziyette yaklaşarak:
—Eşinizle barışacak mısınız? diye soruyor.
Tam algılayamıyorum kadının sorusunu. Blûzunun üst düğmesini açmış çünkü; adeta burun buruna ve nefes nefeseyiz. Başımı beş–altı santim uzatsam dudak dudağa geleceğiz. Gözlerimi diri göğüslerinden ayıramıyorum. Nicedir hasret kaldığım kadın kokuları hücum ediyor burnuma.
—Efendim, anlayamadım.
Kadın nereye baktığımı gördüğü hâlde toparlanmak bir yana daha da eğilerek tekrarlıyor sorusunu:
—Eşinizle barışacak mısınız, diye sordum. Öyle bir söylenti var da…
Ellerimin terlediğini ve titrediğini hissediyorum. İşin kötüsü sağ elimin beynimin kontrolünden çıkarak yavaş yavaş kalktığını fark ediyorum. Bu isyankâr elin, gözlerimin çivilendiği yere girmek üzere olduğu zannına kapılıyorum bir an. Telâşla irkilip öne dönüyor ve yola bakıyorum.
“Oğlum Dilâver!” diyorum kendi kendime. “Eline, beline, diline sahip ol! Şimdi sırası mı? Bu kadın da az kurnaz değilmiş ha! Benden daha çapkınmış şırfıntı! Tabi, Dilâver Bey’de para çok; üç daire, bir dükkân, on dönüm zeytin bahçesi… Kirada oturan bir işçinin karısı olmaktansa… Yağma yok Gülbeyaz Hanım; evliliği aklından bile geçirme… Sen bana kendini koklatırsın, ben de sana paramı…”
Fakat mantıklı düşünüyorum ve hafifçe ondan yana dönerek duymak istediği cevabı veriyorum:
—Ne barışması Gülbeyaz? Biz resmen boşandık. Ona da, kızıma da birer daire verdim; çekip gittiler. Sizinle şunun şurasında üç aylık komşuluğumuz var. Sen o ucubeyi hiç görmediğin için onun ne gudubet bir karı olduğunu bilmiyorsun. Onu bir tanısaydın bu soruyu kesinlikle sormazdın. İki dünya bir araya gelse o çirkef kadınla tekrar evlenmem. O defter benim için kapanmıştır. Artık hayatıma yeni bir sayfa açacağım; beyaz, bembeyaz bir sayfa… Gönlüme göre birisini bulup evleneceğim.
Gülbeyaz’ın yüzüne bir mutluluk dalgasının yayıldığını görüyorum o anda. Geniş bir nefes alıp koltuğa yaslanıyor.
Ter içinde kalmışım; kâğıt mendille alnımdaki terleri siliyor ve önümüzde kıvrım kıvrım uzanan yola bakıyorum. Sessizce yol alıyoruz. Gülbeyaz yerel gazeteyi okuyor, Cemal dikkatle arabayı sürüyor, ben de Gülbeyaz’la ilgili yasak hayallerime devam ediyorum.
Şimdi Boyalıca köyü sırtındayız. Burada göl manzarası harikadır. Uzun ve yemyeşil kamışların halelediği elips şeklindeki İznik Gölü, adeta ayağınızın altına serilmiştir. Orada, Samanlı ile Katırlı dağlarının arasında, bir zümrüt gibi parıldar göl. Güneş; artık gökte değildir, bu zümrüdün tam ortasına düşmüştür ve orada sapsarı parıldar. Sudaki güneşin çevresinde ise beyaz köpüklü dalgacıklar kıpır kıpır titreşir. Güneşin sudaki yansıması, yakamozlanan gölün parıltısı gözlerinizi alır. Şimdi gözleriniz büyülenmiştir; bu manzara haricinde bir şey görmeniz mümkün değildir.
—Yavaş sür arabayı Cemal, diyorum. Muhteşem İznik Gölü’nü seyret. Dünyanın hiçbir yerinde böylesine bir güzellik göremezsiniz.
Şimdi ikinci vitesle rölantide gidiyoruz ve manzaranın tadını çıkarıyoruz.
—İşte bizim gölümüz, diyorum gururla. Dünyanın en temiz gölüdür burası. Çocukluğumda, az sonra gideceğimiz tarlaya sebze ekerdik de testimizi gölden doldururduk. Her gün birkaç defa göle girer, doyasıya yüzer ve kana kana su içerdim. Bazen su derinliği üç-dört metreye varan bölgelere kadar yüzer, orada derin bir nefes aldıktan sonra başımı suya sokar ve bedenimi dalgaların akışına teslim ederek su içindeki hayatı seyrederdim. Zemine doğru sallanan ayaklarımın altında çimenler gibi sık ve aynı boyda fakat çok uzun ve koyu mavi otlar görürdüm. Hafif bir melteme kapılmış gibi nazlı nazlı salınan bu otların arasından fırlayıp sağa sola kaçışan küçük balıkları hayranlıkla izlerken kendimi gölle bütünleşmiş hissederdim. Gölümüzde ilik, dikence, gördek, sazan, yayın dediğimiz nefis balıklar yetişirdi. Hatta bahar aylarında, tam bu mevsimde, ilik balıkları sahile vurur, onları elle dahi yakalayabilirdik. Babamın ufacık bir kepçeyle, yarım saat içinde iki sandık balık yakaladığını hatırlıyorum. Yiyemediğimiz balıkları tuzlayıp küplere basar, kışın yerdik. Eee, hiç konuşmuyorsunuz; beğendiniz mi gölü?
—Masal gibi, diyor Gülbeyaz.
Cemal’inse gözleri parlıyor.
—Söyleyecek bir lâf bulamıyorum Dilâver abi! Allah böyle güzellikler de yaratmış demek!
—Bas gaza artık, diyorum. Beş dakika sonra, villa yapacağımız cennete kavuşacağız.
Otomobil beşinci vitese geçtiğinde göl manzarası sona eriyor. Şimdi iki tarafı da zeytin ağaçlarıyla çevrili, dümdüz ve geniş bir asfalt yolda hızla ilerliyoruz.
Bu yol bir zamanlar meşhur ipek yoluymuş. Benden önceki kuşağın anlattığına göre ancak bir at arabasının geçebileceği genişlikte bol dönemeçli bir yolmuş eskiden. 1950’li yılların sonuna doğru otomobillerin ve kamyonların geçebileceği kadar genişletilerek yeniden yapılmış. Ben bu yolun ilkokul çağımdaki stabilize hâlini hatırlıyorum. Biricik tarlamıza gidip gelirken hep bu yolu kullanırdık.
Annem, babam ve ben… Yoksul ama umutlu, çilekeş ama mutlu bir aile… Ayrıca sevimli köpeğimiz Cingöz ve onca yüke bana mısın demeyen eşeğimiz Karakız… Biz üç kişi fakat beş can evden tarlaya, tarladan eve az mı yürümüştük bu yollarda.
Her şey ne kadar çok değişmiş. Bir zamanlar tüccarların deve kervanlarıyla, silahlı pusatlı eşkıyaların iyi cins Arap atlarıyla, yoksul köylülerin eşekleriyle geçtiği bu yollarda şimdi kamyonlar, taksiler, traktörler boy gösteriyor.
Köyümüzün merasına yaklaştıkça Gülbeyaz’daki merak ve heyecan bana da sirayet ediyor; çünkü bu yolculuk benim için oldukça nostaljik bir anlam taşıyor. Tekerlerin her dönüşü beni çocukluğuma biraz daha yaklaştırırken yol kenarında gördüğüm bazı yaşlı zeytin ağaçları, meşeler ve çınarlar kırk yıl önceki hatıralarımı canlandırıyor.
İşte şu çınar… Yolun üst tarafındaki asırlık çınar… Etrafını çevreleyen yüzlerce zeytin ağacının ortasına tüm haşmetiyle kurulan, heybetli gövdesinden fışkıran uzun dallarının ve her biri farklı birer pençeyi andıran geniş yapraklarının altında hiçbir fidanı barındırmayan fakat gölgesinde oturup dinlenenleri mutlu eden ulu çınar…
Çocukluğumda bu civarda çınardan başka tek ağaç bile yoktu ve biz, ben ve birkaç mahalle arkadaşım keçi güderdik buralarda… Böyle derken önümüzde büyük bir davar olduğu, heybemizde azıktan başka bir de kaval bulunduğu zannedilmesin. Bizimkisi üç-beş hayvan peşinde geçen eğlenceli bir meşgale… O devirlerde köydeki her aile sütünden yararlanmak ve birini bayramda kurban etmek amacıyla mutlaka birkaç küçükbaş hayvan beslerdi. Güdüp otlattığımız hayvanlar bunlardı işte. Keçiler çevremizdeki pırnalları kemirip yeşil otları sömürürken biz çınarın dibinde misket, takoz, kuka veya seksek oynardık. Çınara çıkıp yüksek dallara tırmanma yarışları yapar; yorulduğumuzda içinde ekmek, yoğurt ve zeytin bulunan çıkınlarımızı açarak karnımızı doyururduk.
Tahmin ettiğim gibi birkaç dakika sonra ulaşıyoruz varacağımız yere. Cemal, benim uyarımla arabayı durdurup sağ tarafta uygun bir yere park ediyor.
—İşte, diyorum yolun altındaki ağaçları göstererek; burası amcaoğlumun bahçesi… Alt tarafta da bizim zeytinlik var.
Zeytin ağaçlarının altındaki yeşilin bin bir tonuna sahip diz boyu otları ve otların arasında boy göstermiş yabani çiçekleri eze çiğneye ilerliyoruz. Beyaz yaprakları ve sarı göbekleriyle yeşili süsleyen papatyalar… Otların arasından fırlamış gibi duran boynu bükük gelincikler… Bir renk cümbüşü sarmış her yanı. Tabiatın dinginliğindeki huzur, ağaçların ve otların doğal ahengindeki uyum bir anda tüm yorgunluğumu alıyor. Burnuma kekik kokuları geliyor; derin derin ciğerlerime çekiyorum temiz havayı.
Kısa ve sessiz bir yürüyüşten sonra baba yadigârı biricik bahçeme geliyoruz. Fidanlar büyümüş, boyları üç buçuk-dört metreye ulaşmış. Dalları fesleğen gibi, yaprakları taze ve canlı…
—İşte burası, diyorum. Bu fidanları yirmi yıl önce, sağ olsun, amcaoğlu dikti. Ben buraya en son on yıl önce gelmiştim. Bahçeyi o sürer, fidanlara o bakar, zeytinleri de o toplar. Her yıl bir teneke yağla beş teneke zeytin gönderir bana. Bir zamanlar sadece sebze ekmeye yarayan boş tarla onun sayesinde zeytin bahçesi hâline geldi. Yazlık yapacağımız arsa ise hemen aşağıda.
Yavaş yavaş yürüyoruz. Zeytin fidanlarının bitip de sadece yabani otların yetiştiği kumluk alanın başında birkaç meyve fidanı karşılıyor bizi. Yerini sevmiş, adeta ağaca dönüşmüş bir erik fidanı; cılız kalmış şeftali, elma, kiraz fidanlarına tepeden bakıyor. Yeşil yaprakları arasındaki süt erikleri iri iri parlıyor. Birkaç tane koparıp Gülbeyaz’a uzatırken:
—İşte bahçenizin ilk meyveleri, diyorum. Yiyin birkaç tane.
—Ben birkaç erikle doymam Dilâver abi, diyor Cemal. Eskişehir’e götürmek için de toplayabilir miyim?
—Topla topla, diyorum; ağaç sizin…
—Ay ne obursun Cemal! diyor Gülbeyaz. Ben sahili görmek istiyordum.
—Siz gidin, ben ceplerimi doldurayım, arkanızdan gelirim.
—İyi o zaman, biz gidelim Dilâver Bey!
Dikenlere, pıtraklara, ısırganlara dikkat ederek yabani otların arasından ağır ağır yürüyoruz. Şaşkınım: “Ulan Cemal, ulan Cemal!” diye geçiriyorum içimden. ”Yoksa sen de mi gizli bir planın parçasısın? Karınla fikir birliği edip kumpas mı kurdunuz bana? Vay kurnaz vay! Aranızdaki gerçek aptal ben miyim yoksa?”
—Dilâver! diyen bir kuş cıvıltısı duyuyorum yanı başımda.
Gülbeyaz’a dönüyorum. Blûzunun ikinci düğmesini de açmış, kırıtarak bakıyor. Onun bu şuh tavırları üzerine geri dönüp Cemal’e bakıyorum bir an. Cemal başka âlemde… Ağacın üst dallarındaki erikleri zıplayarak toplamaya çalışıyor.
Cemal’in bu çocuksu hâlini görünce “Bu şapşal hiçbir planın içinde yer alamaz!” diye düşünüyorum. “Plan yapsalar ne yazar ki? Arsayı veririm ama tapuyu asla… Yok öyle üç kuruşa beş köfte!” Böyle düşününce rahatlıyorum ve derin bir nefes alarak:
—Söyle yavrum, diyorum.
Gülbeyaz önümüzdeki boş araziyi gösteriyor:
—Buradaki arsa çok geniş; en az iki dönüm boş arazi var. Bize beş yüz metrekare az değil mi?
—Valla ben metrekareden falan anlamam tatlım, bu geniş arsa sadece ikimize ait. Ortadan bir çizgi çekeriz, istediğin tarafı alırsın. Artık beş yüz mü olur, bin mi olur orasını bilemem.
Cilveli bir gülüşle:
—Teşekkür ederim, diyor.
Yan yana yürüyoruz. Gözlerim iki düğmesi açık blûzun yakaları arasındaki göğüs çatalında… Sağ elimle belini kavramayı düşünüyorum bir an ama sabrediyorum. Çünkü yirmi metre sonra hafif bir yokuştan inip sahile ulaşınca Cemal’in görüş alanından çıkacağız.
“Kiraz dudakların tadına bakmak için birkaç dakika yeter!” diyorum kendi kendime.
—Niçin bebeğiniz olmadı Gülbeyaz? diye soruyorum. Kusur sende mi, yoksa Cemal’de mi?
Şaşırıyor bir an; kızarıp bozarıyor. Utangaç bir eda ile:
—Galiba Cemal’de…
—Göreceksin bak, bu yazlık sana çok uğurlu gelecek. Yazlığı yapıp taşınalım, en kısa zamanda bebeğiniz olacak.
Yan gözle bana bakarken anlamlı anlamlı kıkırdıyor. Sahile inip Cemal’in görüş alanından çıkmadan önce bir daha arkaya bakıyorum. Cemal dünyadan habersiz, ağaca çıkıyor. Sahile iniyoruz; Cemal gözükmüyor artık. Etrafı son defa kolaçan ediyorum; kimsecikler yok. Sağ elimin tersiyle dudaklarımı kurulayarak son hazırlığımı yapıyorum. Fakat Gülbeyaz’ın bir sözü, tüm hayallerimi alt üst ediyor:
—Dilâver, pis bir koku var burada.
—Ne kokusu?
Hızlı hızlı ve kesik kesik nefes alarak bahsettiği kokuyu algılamaya çalışıyorum. Gerçekten pis bir koku var.
—Allah’ın köylüleri! diyorum öfkeyle. Köpek leşi atmışlardır bu güzelim sahile.
Gülbeyaz eliyle burun deliklerini tıkayarak:
—Hayır, bu lâğım kokusuna benziyor, diyor.
—Evet, haklısın! Sol taraftan geliyor koku. Gel hele, bir bakalım şuraya!
Kokunun geldiği tarafa doğru, burnumuzu tıkayarak ilerliyoruz. İş anlaşılıyor: Çalıların içinde, en az otuz santim çapında bir künk fark ediyoruz. Künkten kurşunî renkte bir suyun gürül gürül çıkıp göle karıştığını görüyoruz.
—Allah kahretsin! Lâğım bu, kaçalım buradan! diyorum.
Hızlı adımlarla epeyce uzaklaşıyoruz. Bir ara Gülbeyaz’ın:
—Cemal’in aldığı İznik gazetesinde bir haber okumuştum ama o güzel manzarayı görünce inanmamıştım, dediğini duyuyorum.
—Neymiş o haber?
—Gölde yüzmek tehlikeliymiş; suda koli basili varmış.
—Ne kolisi, ne basili be kardeşim! Bak, koku azaldı. On metre sonra kokudan eser kalmayacak. Biz de o tarafa hiç gitmez, bu taraflarda yüzeriz.
—Gölün suyu fabrika atıkları yüzünden kanserojen madde içeriyormuş.
Birden sinirlenip duruyorum. Yürümekte olan Gülbeyaz’ı elinden tutup kendime doğru çekerken:
—Dur biraz, çek şu ellerini burnundan. Derin derin nefes al bakalım… Hah şöyle! Var mı koku?
Birkaç defa nefes alıp veriyor, koku hissetmeyince yüzüne renk geliyor biraz.
—Evet, hiç koku kalmadı.
—Bak şu göle! Şu maviliğe, şu güzelliğe bak! Tek bir köyün atık sularıyla kirlenir mi koca göl? Devede kulak!
—Ama bu gölün çevresinde otuz köy var demiştiniz daha önce. Ayrıca Orhangazi tarafında göle yakın yerlerde birçok fabrika varmış. Hem baksana şu sahile; ne kadar pis!
Malını yüksek fiyata satmaya çalışan emlâkçi gibiyim:
—Evet haklısın, diyorum; sahilde kırık şişeler, pis poşetler, paslanmış teneke parçaları var ama; üç-dört kamyon kum dökersek harika bir kumsal olur burası.
Gülbeyaz’ın, alt düğmeyi iliklediğini fark ediyorum o an; telâşlanıyorum.
—Dizlerime kadar da olsa göle gireceğim ben; çocukluğumu yaşayacağım bir daha. Haydi, sen de çıkar ayakkabılarını, benimle gel. Suyun ne kadar temiz olduğunu göreceksin.
—Ben üşürüm Dilâver Bey, diyor Gülbeyaz. Siz girin, belki sonra ben de gelirim.
Ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıyorum, paçalarımı sıvayıp yavaş yavaş suya giriyorum. Suyun içinde kırık bira şişeleri; tenekeden, plastikten yapılmış küçük kola kutuları görüyorum. Yavaş ve çok dikkatli adım atıyorum. Gölde hiç balık yok. Gölün durgun yüzeyinde kamış yaprakları, kurbağa pislikleri, çer çöp, rengârenk plastik poşetler yüzüyor. Zemin yemyeşil yosun… O kadar yosunlu ki bastığım yerler, suyun dibini göremeyince korkuyor ve daha fazla ilerleyemiyorum. Boyalıca köyü tepesinde gördüğümüz manzarayla taban tabana zıt bir göldeyim şimdi. İnanılacak gibi değil; son bir dakikada gördüklerim bir kâbus olmalı.
—Aman Allah’ım! diye mırıldanıyorum. Bu göl, o göl değil! Bu sular, çocukluğumun o saf ve billûr suları değil!
Etrafa bakıyorum birkaç saniye. Samanlı ve Katırlı dağları arasında bir gölceğiz… Kıyısında iki ilçe, otuz köy ve fabrikalar… Lâğım suları ve kimyasal atıklar… İşte bizim kuşak…
Bir an durgun sudaki yansımamı görüyorum: Ortasındaki saçları tamamen dökülmüş kocaman bir kafa, kırış kırış bir alın, gözlerin altında iri torbalar ve kocaman bir göbek… Gözlerime inanamıyorum: Kirli suyun yüzeyinde çer çöp; çer çöp içinde titreşip duran çirkin bir beden… Gözlerimi yumup kaçmaya çalışıyorum bu görüntüden. Fakat kaçamıyorum. Ömrümün son on yılı, içki müptelası olup zamparalık yaptığım o yıllar canlanıyor gözlerimde. Hovardalığıma, sarhoşluğuma ve eziyetlerime daha fazla katlanamayıp baba ocağına dönen karım ve aldattığım, dolandırdığım insanlar heyulalar gibi dans ediyor gözlerimin önünde.
—Aman Allah’ım! diyorum tekrar. Bu göl, o göl değil ama; ben de o çocuk değilim! O tertemiz bedenini, o tertemiz sulara salıveren çocuk ben değilim.
Gözlerimden birkaç damla yaş akıyor gölün kirli sularına. Fakat çok iyi biliyorum ki bu gözyaşları ne beni ne de gölü arındırabilir.
O an Gülbeyaz’ın:
—Dilâver abi, ben Cemal’in yanına gidiyorum, dediğini işitiyorum.
(Son)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.