- 823 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
332 - El KAYYUM
Onur BİLGE
Yapayalnız derinlere daldığımda, elime hep sünger geliyordu. Ne deneyimim vardı, ne köklü bilgim… Bu işin de bir tekniği vardı, mutlaka. Bir de teçhizatı… Her türlü tehlikeye karşı tedbirli olmak gerekiyordu. Sığ sularda inci olmuyordu. Bir başına dalıp derin denizlerde vurgun yemeden inci toplamak çok zordu. Nihayet oldu. Hem sadık arkadaşlar hem de gömüyü bulduk. O kadar çok istiridye vardı ki! Herkese yeterdi. Bazılarına kolayca ulaşılıveriyordu, bazıları vakumluydu, açılmıyordu. Dalıp dalıp çıkarıyor, ortaya yığıyorduk.
Her şeyin bir zamanı ve usulü vardı. Her işin ustası… Hangisinin ne zaman ve ne şekilde açılması gerektiğini uzmanı biliyordu. Çok soru soruluyor, her konu işlenmiyor, bazıları erteleniyordu. İri ve değerli inciler sonraya kalıyordu.
Bu konuda yeniydik. Yeteneğimizce dalabiliyorduk. Bizce gömü olan belki başkaları için pek de bir değer ifade etmeyebilirdi ama bize servetmiş gibi geliyordu. Mutlaka daha derinlerde çok daha değerli inciler, antik değere sahip eşyalar, hazine sandıkları vardı. Ya bu işin erbabı olacak, onlara da ulaşmaya çalışacaktık ya da onlardan vazgeçmek zorunda kalacaktık.
Onu dinlemek zevkliydi. Bilgi, zahmetsizce geliyor, hafızaya kolayca yerleşiveriyordu. Duruşuyla, bakışıyla, ses tonuyla, yaşam tarzıyla anlattıklarını doğruluyor, inandırıcılığı arttırıyordu. Belki farkındaydı belki de değil… Galiba farkında değildi. Farkında olsaydı, ilaveler, süslemeler, yapmaktan kendisini alamayabilir, doğallıktan uzaklaşırdı. Oysa ne kadar da olduğu gibiydi!
“İslamiyet’te ruhban sınıfı yok. Bu din, bu zamana kadar, böyle anlatıla anlatıla geldi. Her Müslüman dinini öğrenecek, yeri gelince bir irşat memuru gibi görevini yerine getirecektir. Elimizin erdiğince, gücümüzün yettiğince birbirimizi kötülüklerden korumaya; iyiyi, güzeli ve doğruyu söyleyerek, hedefe ulaşmak için gereken en kısa yolu göstermeye çalışıyoruz.” diyordu.
“Bu toplumun, aydın beyinlere ihtiyacı var. İmanımız, ışığı kendinden olan güneş gibi parlasın! Ayna gibi değil. Şuradan buradan gelen ışınları yansıtmasın! Nasıl, elsiz ayaksız, cansız olan güneş bile hizmetini aksatmadan, tam anlamıyla yerine getiriyorsa, son nefese kadar ışığımızı israf etmeyeceğiz, gizlemeyeceğiz, ilminizin sadakası olan eğiticilik, öğreticilik işimizi son nefese kadar yapacağız, İnşallah! Başta ben… Kendimi buna mecbur hissediyorum.
Muhyiddin Arabî Hazretleri vaaz ederken gözlerini kapatırmış. Konuşmasının sonuna kadar da açmazmış. İşin ilginç tarafı, öyle kısa kesmez, saatlerce anlatırmış da anlatırmış! Çanakkale’nin bir ilçesinde... Nerelerde görev yapmıştı? Unuttum işte, iyi mi? Çan ya da Biga olacak... Her neyse... Mevsim yaz! Tarlada tapanda iş çok! Hava sıcak mı sıcak! Bunaltıcı! Yine böyle bir sohbete başlamış... Bir saat, iki saat... Derken cemaat sıkılmış. Nasıl olsa gözleri sımsıkı kapalı ya... Yavaşça kalkıp ayakkabısını, çarığını giyen sıvışmaya başlamış. Herkesin işi gücü var... Vakit çok geç olmuş. Hayvanlarını otlaktan getirecekler falan... En sona kayyim kalmış. O da sıkılmış artık, onun da işleri var:
”Efendim, camide kimse kalmadı. Ben de çıkıyorum. Sanırım siz de artık bitirirsiniz.” demiş. Muhyiddin Arabî:
”İlim sohbeti yapılan yerden öyle bir nur çıkar ki ta İlliyyın’a kadar sütun halinde uzanır. O nuru gören melekler ki onlara Müheyminil denir, o kadar çoktur ki sayısını sadece Allah bilir; bu ışığı takip ederek iner, gökyüzünde avizeler gibi halka halka sıralanırlar. İlim sohbetleri, bunlarla en az üç yüze tamamlanır. Siz olmasanız da ben bu mevzuu sona kadar anlatacağım. Onlar dinleyecektir.” der ve gözlerini açmadan sohbete devam eder. Kayyim, bir süre daha bekler, bakar ki sahiden bitirmeye niyeti yok, anahtarı yavaşça kürsüye bırakır, usulca kapıyı çeker gider.”
“Kayyim ne demek, dede?”
“Yahu, çocuklar! Sohbetin ortasında bir soru soruyorsunuz, konu dağılıp gidiyor!”
“Sen de sonra sorsana şunu, Işıl! Her zaman aynı şeyi yapıyorsun! Tam konuya adapte oluyoruz, sohbeti bölüyor, başka bir yana çekip götürüyorsun!”
“Bir dakika, Mahir! Şeytanın türlü türlü işleri vardır. Envai çeşit hileleri… Mümini her adımda tökezletmek için elinden geleni ardına bırakmaz! Namazda yaptığı muzırlık saymakla bitmez! Onu bir tarafa bırakalım. Böyle güzel sohbetlerde, konuşmanın normal bir seyri vardır. Konu konuyu açarken, dere gibi çağıl çağıl akarken, sözün ortasına bir kaya koydurtur, konu yayılır gider! Bir daha toparlamak kolay olmaz. Yani ya çocuk ağlatır ya yaşlı söyletir. Olmadı, dişine kestirdiğini alet eder, kolayca amacına ulaşıverir. Az önce tartışmanın en hararetli yerinde aynı olay cereyan etti. Komşu kapıyı çaldı, pişi getirdi. Ne oldu? Herkes boğaz derdine düştü, mevzu unutuldu gitti! Siz dersleri de böyle kaynatıyorsunuz demek ki! Hiç de yadırgamış görünmediğinize göre…”
“Günahımızı alma, dede! Bu konuşmaları ders gibi görmüyoruz. Zorunluluk olmadığı için zevkle takip ediyoruz. Sıkılırsak bırakırız, konu değiştiririz, kalkar gideriz.”
“Peki, Orçun. Mahir! Sen iyi bilirsin, Kayyim ne demek? Haydi, kısaca açıklayıver de Işıl Hanım’ın merakı tatmin olsun.”
“Bizim dershanede, başımızda duran ağabeylerimiz vardı. Onlara Kayyum denirdi. Camilerin de Kayyum’u olur. Değerli eşyaları koruyan… Güvenilir kişisi… Temizliğinden falan da sorumlu…”
“Kayyum değil, kayyim… Kayyım da denir. Cami hademesi… Mütevelli... Kıyam kökünden gelir. Ayakta durmak… Ayak işlerine bakmak anlamında... Kayyum, kendiliğinden var olan, her nefsin kazandığını görüp gözeten, koruyan… Çoğulu Kıyam’dır, Kaim kelimesinin mübalağalı hali... Allah’ın sıfatlarındandır. Kayyumiyet, Fransızca kökenli bir kelimedir. Özdenlik anlamındadır.”
“Dede, senin Fransızcan da mı var?”
“Bizim zamanımızda İngilizce, Almanca falan yoktu. Mekteplerde Fransızca öğrenilirdi. Azıcık mürekkep yalamadık değil ama benim yabancı lisana merakım vardı. Kapalıçarşı’da el dokuması kumaş satarken ecnebilerle çat pat konuşurduk. Ne yaparsın? Geçim meselesi…”
“O zamanlar mürekkep var mıydı? Matbaa icat edilmiş miydi?”
“Bu defa şeytan seni mi vazifelendirdi, neşeli Neşe? Almayayım ayağımın altına! Kalk bir kahve yap bakayım! Hadi kız! .. Bak, hâlâ sallanıyor! Duygu, bırak! O yapacak! Bu ikisi var ya bu ikisi… Anlaşamıyor görünürler, muziplikte kafa kafaya verirler, akşama kadar kıkır kıkır… ”
“Işıl’la Neşe içmesin! O zaman biz de isteriz. Bize de…”
“Kahveyi hak etmedin daha, Semiray! Sen iyi anlarsın edebiyattan. İdrak ettiklerini şöyle bir toparla da düzgünce anlat, bakalım! Ondan sonra düşünürüz. Alacağın nota göre… Sıcak mı olacak, soğuk mu? Şekerli mi tuzlu mu? Topraklı mı tozlu mu?”
Kayyum, kaim kelimesinin mübalağalı şeklidir. Her şey O’nunla kaim olup, devam eder, beka bulur. Zeval bulmayan, Zatı ile Kaim, başlangıcı, uykusu, uyuklaması olmayan; yeryüzünde gökyüzünde yarattıklarının, birtakım kanunlarla, takdir ettiği vakte kadar ayakta kalmasını sağlayan, onları idare eden, koruyan gözeten, ihtiyaçlarını gideren demek olup sadece Allah için kullanılır. Kayyumiyet çok kısa bir süre kesintiye uğramış olsa, kıyamet kopar!..”
“Tamam tamam! Okkalı bir köpüklü kahveyi hak ettin!”
“Sağ ol, dedeciğim! Gök cisimleri yörüngelerinden çıkar, kalpler durur, yer gök birbirine girer!.. Yaşamak isteyenin sağ kalmasının imkânı olmadığı gibi ölmek isteyenin ölmesi de mümkün değildir! Çünkü ölüm anı ezelde takdir edilmiş olsa, zaman dolsa dahi o emri verecek olan da O’dur! Azrail bile felce uğramış, iş yapabilirliğini kaybetmiştir! “Haydi, yine kurtuldun, dedeciğim!..” diyecektim ama boşuna sevinme! Böyle bir şey muhal!”
“Kıyameti tarif ederken bile bana sataşmadan duramıyor ya! Kahve mahve yok, sana!..”
“Tek başına kahve bile içilmez, dedeler dedesi!..”
“Dedeler dedesi, ha? Daha yok mu?”
“O anlamda değil, dedeciğim! Değer yönünden algılamalısın! Dur, bir düşüneyim! Acaba dedemin dedesi küçük oğlundan büyük müdür, küçük müdür?”
“Bırak şimdi büyük müdürle küçük müdürü! Sadede gel!”
"Neşe! Dedem, sade istiyor. "Sade de, gel!" dedi. Gitmeme lüzum kalmadı. Dedim gitti!"
"Sade değil! Şekerli! Şekerli değil, az şekerli!.. Öf, be!.. Aklımı karıştırdın, kız! Biri gider, biri dikilir başıma! A! Bak, annen çağırıyor! Geliyor, geliyor! Hadi, koş!"
“Kahvemi içmeden şuradan şuraya gitmem! Onu hak ettim ben! Hak! Kul hakkı! Kul Hakkı! O da mutasavvıf mıydı? Ozan mıydı? O zan mıydı, bu zan mıydı? Ara yapan mıydı, bozan mıydı? Işıl bir laf etti, sohbet bozuldu. Demir icat oldu, mertlik bozuldu. Dede bir sinirlendi, kayyim bir yana gitti, cemaat bir yana... Yok, cemaat önce gitmişti. O zaman Muhyiddin Arabî Hazretleri... Hayır, o hiç gitmez!"
"Semiray! Ay!.. Nedir bu kızlardan çektiğim, Allah’ım! Erkeklerin sesi sedası çıkmaz... O gitmiş, bu gitmiş... Şimdi tımarhaneye gideceğim!"
"Dede bizden kaçamaz! Bir yere gidemez! Kaderinden kaçamaz! Orası buradan daha mı iyi? Ne farkı var burayla oranın? Hem hiç zahmet etme, dedeciğim. Binalar, içlerindekilere göre adlandırılırlar. Burada akıllı olduğunu iddia edebilecek kimse kalmadığına göre buranın da oradan bir farkı kalmadı, demektir. Hep beraber, cümbür cemaat... Orçun, yumurta kabuğuna girer mi? Girer!”
“Girer ya! İşte o zaman girer!”
“O sarsıntıda artık ne hale gelirdik, düşünemiyorum! Şimdi ortalık sütlük limanlık... Öyle olduğu halde beynim cılk yumurta gibi sallanıyor! Her yerim ağrıyor! Şu ahir ömrümde bir de bu kızlarla uğraşıyorum! Sen önüne bak, kız! Şimdi taşıracaksın! Sonra öyle bir ceza vereceğim ki sana, sen de şaşıracaksın!"
“Uyaklı oldu, dede! Merak etme! Taşmaz taşmaz! Elimin ayarı tamdır. Bir milim şaşmaz!”
"Aslında, ağrı sızı da bir nimet! Olmasaydı, neremizde ne var, bilemezdik! Her hissimiz gibi o hissimizi de kaybetsek.. Kazandırılan tüm yetenekleri… Bizde olan ne varsa O’na ait… Madde namına, fiil namına ne varsa!.. İnmeden de beter! Kâbus gibi bir şey, dedeciğim!..”
"Ne diyeyim inmeden? Beter de mi olduk? Kâbus gibi mi?"
“Amma da abarttın, Semiray!.. Hayal gücüne bakın, yahu!”
“Ne var bunda şaşıracak, Ahmet? Bir Zât ki her olmuş olacak O’na bağlı, ne varsa O’nunla Kaim!.. Diğer bütün fiilleri bu sıfatına bağlı, Kudretinin ve İzzetinin kemalinden. Kayyum sıfatının, çok değil, birkaç dakika devreden çıktığını düşün! Ne olur? Neler olur!.. Yer gök yerli yeksan olur!.. Ben daha ne kadarını söyledim ki?”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 332