GÖNLÜMÜZDEKİ DİL YARASI
AÇIKLAMALAR:
1- Bu yazı 2004 tarihinde yazılmıştır.
2- (…) Parantez içindeki rakamlar dipnotları gösterir.
3- Yazının tamamını okuyamıyorsanız veya yazı düzgün görüntülenmiyorsa, siteye üye olmadan, aşağıdaki adresten yazının tamamına ulaşabilirsiniz:
www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=90822
GİRİŞ:
Acaba dilin öneminin farkında mıyız? Dilin insanların ihtiyaçlarını ifade etmekten öte başka bir işlevi var mıdır? Medeniyetle, kültürle, sanatla, estetikle, edebiyatla, psikolojiyle, insanî duyguyla, millî duyguyla, milletle, vatanla, ahlâkla, felsefeyle, inançla, düşünceyle, eğitimle, kelimeyle, sesle, insanla, toplumla… bağı nedir acaba? Evet, dil konusu çok kapsamlı ve çok önemli bir konudur. Dil evreni, insanların ve toplumların hayatının her alanını kuşatan çok geniş bir evrendir. Dil insanların hayatlarını ve toplumların akıbetlerini, iyi veya kötü yönde, değiştirebilecek büyük bir güce sahiptir.
Dilin, bu kadar geniş bir alana tesiri ve büyük bir önemi yanında, dilimizin de birçok sorunu mevcuttur. Bu yazıyla, dil dünyasında kısa; fakat özlü bir gezinti yapalım istiyorum. Dilin etkilediği bütün konuları ve dilin tüm sorunlarını, burada inceleme imkânımız yok. Bu nedenle, sadece dil ve dilimizle ilgili önemli hususlara değinmekle yetinelim.
DİL NEDİR?
Öncelikle, dil nedir? Dilin birçok tarifi yapılabilir. Biz bu konuda basit bir tarif yapalım: Dil, seslerden oluşan ve kelime diye adlandırılan sembollerle yapılan iletişimdir. Aynı zamanda, “İnsan dili son derece soyut ve karmaşık bir süreçtir. Dil, insanlara son derece karmaşık ve kudretli bir sembolik iletişim aracı sağlamıştır.”(1) Dili, Cüceloğlu, şöyle tarif eder: “Dil, insan seslerinin bir araya gelmesinden oluşmuş, belirli bir yapısı olan bir sistemdir.”(2) Chomsky ise dilin tarifini daha farklı bir şekilde şöyle yapar: “Dil, sözcük ve cümle birimleri aracılığıyla düşünceleri konuşmayla ilgilendiren çok düzeyli bir sistemdir.”(3) Alain ve Auguste Comte ise dilin önemli bir özelliğini şu sözlerle ifade ederler: “Dil, insanlığın yüzyıllardan beri edindiği, denediği gerçek ve hikmetleri saklayan bir hazinedir.”(4)
İnsanların çocukluktan ölümüne kadar teneffüs ettiği hava gibi hayatının her anına karışan dil, hayatın kendisi kadar canlı ve karmaşıktır. Çocuk daha doğmadan önce, anasının karnında çevresinde konuşanları duyar.(5) Dilin biyolojisine baktığımızda, insan beyninde gerçekleşen bir olay olduğunu görürüz. İnsan beyninde konuşma ve yazma gibi dilin hareketle olan kısmı sol yarı-küre ile ilgilidir; fakat bir kelimeyi tanıma ve anlama sağ yarı-kürece de yapılabilir.(6)
DİLİN ÖNEMİ:
Dil ve konuşabilme yeteneği, insanoğluna yaratılışıyla birlikte bağışlanmış ve onu diğer canlılar üzerinde üstün kılmış en önemli özelliklerinden birisidir.(7) Dilin, insan hayatının ve toplum hayatının her alanı ile olan bağlantısı nedeniyle, önemi çok büyüktür. Dil, bu alanları etkilediği gibi, bu alanların etkisi ile de dil gelişir, değişir. Burada karşılıklı bir ilişki söz konusudur. Bu ilişkide çok sıkı bir bağ, kuvvetli bir etkileşim vardır. Dil, bu ilişkiler sayesinde, insanlığın gelişmesinde ve var olmasında en tesirli vasıta olmuştur.
Dilin önemi çok eski zamanlarda kavranmış, Divân-ı Lügat-it Türk ve Kutatgu Bilig gibi Türkçe ile ilgi eski eserlerimizde, dil ile erdemlilik beraber değerlendirilmiştir.
“Erdemin başı dildir.” Divân-ı Lügat-it Türk (1072)
“Dil erdemi” Kutatgu Bilig (1060)
Dilin önemini Çin’in ünlü filozofu Konfüçyüs çok iyi anlar ve anlatır. Konfüçyüs’e şu soru sorulur: “Ülkenizi yönetme imkânı size verilseydi, işe nereden başlardınız?” Bu soruya Konfüçyüs tereddütsüz şu cevabı verir: “İşe önce dilimizi ele alarak başlardım. Çünkü dil bozuk olursa düşündüklerimizi iyi anlatamayız. Düşündüklerimizi iyi anlatamazsak yapılmasını istediğimiz işler doğru dürüst yapılamaz. İşler doğru dürüst yapılamazsa, âdetler ve kültür bozulur. Âdetler ve kültür bozulursa, adâlet terazisi çalışmaz olur. Adâlet terazisi çalışmazsa halk ümitsizliğe ve korkuya kapılır. Ne yapacağını bilmez. Böyle bir halkı idare etmek artık çok zorlaşır.”
Gerçekten, dilin gücünü görmemek insanların en güçlü taraflarına değer vermemektir. Dil, insanın anlatım aracı; dil, insanın bağ kurma ve iletişim aracıdır. Dil, insanı hayvandan ayıran önemli bir özelliktir. Dil yoluyla insanlar büyük eserler yarattılar, hâlen yaratıyorlar ve gelecekte de yaratacaklar. Dilin bu gücünün sırrı, düşünce ile dil arasındaki sıkı bağlantıda bulunuyor.(8)
İnsanoğlunun dili, yalnız, onun konuşabilmesi, düşündüğünü başkalarına iletebilmesi demek değildir. Dil dediğimiz düzen, insanın gözüdür, beynidir; düşüncesi, ruhudur. Ama insan beyninin nasıl gizli yönleri, bilinmeyen yönleri noktaları varsa, dilinde çözümlenemeyen, apaçık ortaya konamayan birçok yönleri vardır. Özellikle işleyiş şekli, ruhla, mantıkla olan ilişkisi açısından.(9)
Dil, ruhsal yaşamın gelişimi açısından alabildiğine büyük önem taşır.(10) Dil yardımıyla duygular uyandırılır, derinleştirilir, başka kişilere aktarılır, birleştirilir, kontrol altında tutulur ve insan yaşamının diğer alanları verimli hâle getirilir. Dil, salt düşünce ve duygu değil; olaylar, durum, bağlantı, ilişki, fen ve sosyal bilimlerin yasaları ve bunların kullanımı, kurgu ve savları hakkında da dil aracılığıyla bilgi ediniyoruz.(11) Dil, bizim iletişim kurmamıza, bilgileri depolamamıza ve daha etkin düşünmemize yol açar.(12) Dilimiz olmadan başka kişiler tarafından kazanılmış deneyim ve bilgiden yararlanamayız. İnsanlar bildiklerini dilin yardımıyla biliyorlar. Bilgi, dil ile öğreniliyor, dil ile zihne, kâğıda veya diskete kayıt ediliyor, bilginin unutulmaması dil ile engelleniyor; yani dil, bilgi ve kültürün yaratıcısı ve koruyucusudur.(13) Aynı zamanda dil, kişi düşüncelerinin aynası, ulusal kültür, öğretimin de kaynağıdır. Bu yüzden bir bilgiye ulaşabilmek de yine dil yolu ile olur.(14) Dil, her ilmin, her fennin, her düşüncenin kapısını açan altın anahtardır. Ancak bu anahtarlara sahip olan milletlerdir ki, medeniyette hızlı ve faydalı adımlar atabilirler.(15)
Dilin önemi konusunda Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş diyor ki: “Dil meselesi bir millî müdafaa meselesidir. Dilimizi korumak vatan ve milleti korumakla birdir. Çünkü dil vatan kadar, tarih kadar, gelenek kadar ve töre kadar azizdir. Dil de bayrak gibi, aile gibi mukaddesattandır.” Bu konuda bir büyük tespiti de Yahya Kemal yapar: “Türk dilinin çekilmediği yerler vatandır; Türk dilinin çekildiği yerler vatanlıktan çıkar.” Dilin vatanlığı sağlayan, vatanın üzerinde dikili bir bayrak olduğunu, dilin vatanın tapusu olduğunu Yahya Kemal, bu sözlerle anlatmak ister. Bu ifadeler, tarihten edinilen bilgiler ışığında, yaşanılan dönemde yapılan gözlemlerden elde edilmiş, hakikatlerdir. Bu anlamlı sözlerden, dilin, ne kadar stratejik öneme sahip olduğunu ve vatanın varlığı açısından dilin, ne kadar hayatî bir önem arz ettiğini, kolayca tespit edebilirsiniz.
Yine dil birliği ve dilin önemini kavramış, bir Türk büyüğü olan, Karamanoğlu Mehmet Bey, 13 Mayıs 1277’de şöyle emir vermiştir: “Şimdiden geru hiç gimesne kapıda, divanda, mecliste, seyranda Türk dilinden özge söz söylemesinler.”(16) Zaten kendi dilini konuşmayan, yabancı dilleri konuşan milletler millet özelliğini ve millet birliğini kaybetmektedir.
Çağdaş medeniyetlerle eşit, zengin bir dili olmayan hiçbir millet, o medeniyet dünyasında söz sahibi olamaz. Medeniyetleri anlamak; ilimleri, fikirleri, sanatları ve her şeyi anlamak ancak zengin bir dille mümkündür. Bunun içindir ki bütün medeni şahlanışlar tarihin her çağında ve coğrafyanın her yerinde ancak dilleri zengin milletler tarafından yapılmış ve yapılmaktadır.(17)
Dil bir yönüyle, edebiyatı, kültürü, inançları kalabalıklara yayarak onları yakıp yıkan bir fırtına haline getirebilir veya onlara karanlık gecelerinde yol gösteren bir ışık olur.(18) Geçmişte olduğu gibi, “kalemin kılıca üstün olduğu” fikri bugün de geçerlidir. Bu ise, ancak zengin bir dille olur. Bilimsel eserin, makalenin, sözün, şiirin, tiyatronun, romanın yaratacağı etkiyi, kılıçla daha kolay yapıp kalıcı hâle getiremezsiniz. Bu eserlerin etkisi hem çok güçlüdür hem de kalıcıdır. Artık ülkeleri silahla fethetme, onlara silahla hâkim olma, onların üstünde bu şekilde bir güç oluşturma devri çoktan geçmiştir. Modern çağda ülkeler değil; zihinler fethedilmekte, insan üzerinde nüfuz oluşturulmaktadır. Bunun vasıtası ise dildir. Bu nedenle çağımızın savaş aracı dil, kültür ve bilimdir. Bu kalemler ile yapılan fetihler de kılıçtan daha keskin, daha öldürücü, daha güçlü ve daha kalıcıdır.
DİL VE KÜLTÜR:
Ulusun yaşama biçiminin, yani kültürünün, ulusun diline yansıtılmakta olduğunu görüyoruz. Bu sebeple dil, bir ulusun kültürünün aynasıdır. Kültür dilsiz olmadığı gibi dilde kültürsüz olmaz. Bunların ikisi birbirine bağlıdır. Bir ulusun birbirine destekleyen, birbirini yaşatan iki parçasıdır.(19) Dil ile kültür arasında çok sıkı bir bağ mevcuttur. Kültürün yaşanmasında ve kültürün taşınmasında dilin önemi çok büyüktür. Millî kültürün, nesilden nesle aktarılmasında, başlıca taşıyıcı dildir. Kültürde, dilde kuşaktan kuşağa aktarılan bir mirastır. İkisinin de temel niteliklerinden biri “süreklilik” tir.(20)
Kültür ve dil arasındaki bağı psikoloji bilimi ile de izah edebiliriz. Olaya bu boyutu ile baktığımızda; insanların kültürüyle, diliyle birlikte benliklerinin, algılarının şekillendiğini görüyoruz. İnsanlar olayları zihinde “şema” diyebileceğimiz belli kalıplar oluşturarak algılarlar. Şema (schemata), nesne ve olayların zihinde temsil edildiği belirli bir yapıya verilen isimdir. Bireyler şemaların hiç farkında olmadan zihinlerinde taşırlar ve duydukları sözleri, gördükleri olayları bu şemalar içinde yorumlarlar, anlarlar ve belleklerine kaydederler. Bir toplum içinde bireyler, şemaları geniş ölçüde paylaşırlar. Bu paylaşmanın altında yatan neden o toplumun kültürüdür. Farklı kültürlerde yetişmiş kimselerin birbirleriyle iletişim kurmalarında zorluk yalnız dillerinde değil, zihinsel şemalarının da farklı olmasından ileri gelir.(21) Örneğin bir Amerikalının saygı şeması, aşk şeması ile Türk’ün saygı, aşk şeması birbirinden çok farklıdır. Bu tespitler, kültür ve dil arasındaki sıkı bağın sadece bir yönünü ortaya koyar. Oysa dil ile kültür arasında çok farklı alanlarda da kuvvetli bir ilişki mevcuttur.
Bir ilişki bağı da dil, kültür ve vatan arasındadır. Bir toprağın vatan yapılmasında kültür eserlerinin büyük önemi vardır. Bu yönüyle, bir milletin asıl vatanı yarattığı kültür eserleridir. Bu eserlerin meydana getirilmesinde ise, dil başrolü oynar. Zira onun ruhu, tarihi, hatırası, zevki, yaratma gücü, tabiata ait olan çıplak toprakta değil, onun üzerinde yarattığı eserlerde görülür.(22) Bütün bu eserler ise kültürü meydana getirir. Ziya Gökalp, dili kültürün temel unsuru sayar. O, bu görüşünde haklıdır. Zira dil, duygu ve düşüncenin âdeta kabıdır. Bir milletin bütün duygu ve düşünce hazinesi, dil kabına veya kalıbına dökülür ve bu dil kabı yerden yere, nesilden nesle aktarılır. Ayrıca, her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Bu esnada o, akan bir nehir gibi, içinden geçtiği topraklardan bazı unsurlar alır. Her medenî milletin konuşma ve yazı dili, karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle doludur. Bu bakımdan her milletin dili, o milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin âdeta özetidir.(23)
Dili, kültür hazinesi yapan çıplak dil kaideleri ve sözlükler değil; duygu, düşünce ve çeşitli hayat tecrübelerini anlatmak için halkın yüzyıllar boyunca icat ettiği sayısız ifade şekilleridir. Varoluş felsefesinin kurucularından olan Heidegger dile daha derin bir gözle bakar. Ona göre, “Dil, insanın evidir.” insan bütün hayatını dilin içinde yaşamaktadır. Bütün hayat tecrübesi, ister istemez diline akseder.(24) Her millet dilini kendi ihtiyaçlarına, kültür ve medeniyet seviyesine, zevkine göre yaratır. Dil, tıpkı ev gibi bir milletin duygu, düşünce ve hayatının barınağı, korunağıdır.(25) Dil, insan hayatının her anına refakat ettiği için dil ile insan arasında çok sıkı bir bağ kurulur. Bundan dolayı dile, dildeki ifade şekillerine bakınca bir milletin çağlar boyunca yaşadığı bütün duygu, düşünce ve hayal akislerini buluruz. Bu mânâda dil, bir milletin hayatının aynasıdır ve Gökalp’ın çok iyi gördüğü gibi “millî kültürün” temelidir.(26)
DİL VE DÜŞÜNCE:
Düşüncenin temeli dildir. Dilin gelişmesinin temeli de düşüncedir. Aralarında birinin diğeri olmadan düşünülemeyeceği kadar bir sıkı bağ vardır. İnsan dil ile, dil de insan ile gelişir. Dil, insanı insan yapan özelliğidir. İnsanın, insan olmak için dile gereksinimi var; çünkü dil olmadan bilgi edinemez, dil olmadan bilgisini belleğine yerleştiremez, dil olmadan düşünemez, düşüncelerini düzenli bir şekilde koruyamaz. Dil olmadan insan deneyim ve düşüncelerini geliştiremez, tartışamaz, planlayamaz, düzenleyemez.(27) Mantıksal düşünme, ancak bir dilin varlığıyla mümkündür.(28) İnsan, dili olmadan toplumu yaratamaz ve koruyamaz. Aynı zamanda dil ve düşünce insanın, birbirini destekleyen iki ayrı yeteneğidir. Dil ne kadar ayrıntılı ve çok yönlü ise, insan o kadar ayrıntılı ve çok yönlü düşünceleri anlatmakta ya da üretmekte başarılı olur.(29) Bunun aksi de doğrudur. Düşünme yeteneği gelişmemiş, az bilgili bir insan da dilini geliştirmede başarılı olamaz. Dil düşüncenin can vericisidir. İnsanlık tarihinde insanların düşünme yeteneği ile konuşma yeteneğinin birbirine paralel geliştiği gibi, çoğunun da düşünme gücüyle dil gücü birlikte gelişiyor.(30)
İnsanın, dile dökmeden, dil kalıbına yerleştirmeden gerçekliği kavraması, üzerinde düşünmesi ve olası değildir. İnsanın insan olması, insanın kendi olması, kendi kimliğini bulması, kendinin bilincine varması nasıl dile bağlıysa, düşünceyi yaratan ileri götüren de dil olduğuna göre, büyük düşünce eserlerinin oluşturulabilmesini de o sağlar. Dil ile düşünce arasındaki ilişki karşılıklıdır. Birinin gelişimi diğerinin de gelişmesine olanak sağlar.(31) Yirminci yüzyılda dil bilimciler, psikologlar ve sosyologlar dil ve düşünce arasında sıkı bir münasebet bulmuşlardır. Dil, onu konuşanların duygu, düşünce ve hayal dünyalarını tayin eder. Dilde ne kadar kelime varsa, o milletin dünya görüşü o kelimeler ile sınırlıdır. İnsanoğlu bildiği ve dikkat ettiği varlıklara, duygulara ve düşüncelere ad koyar, bilmediklerinin o dilde adları da yoktur.(32)
Bu gün insan düşüncesinin, sözlü olmayan semboller kullandığını biliyoruz: İmgeler, şekiller, duygular, tat ve koku gibi diğer duyu organlarının kullandığı semboller düşüncede önemli rol oynar. Dildeki sembol ve kavramlar düşünceyi büyük ölçüde etkiler.(33) Dil ve düşünce arasındaki ilişkiye psikoloji alanından baktığımızda, dil ve düşünce arasındaki ilişkinin değişik biçimlerde ifade edildiğini ve bu konuda çeşitti teoriler ortaya atıldığını görüyoruz. Bu teorileri üç ana gruba ayırabiliriz:
1. Düşünce dilden bağımsızdır. Dil, düşüncenin ifadesi için gereklidir; ama düşüncenin varlığı için dile gerek yoktur.
2. Bir kişinin konuştuğu dilin türü, o kişinin düşüncesinin içeriği ve biçimini belirler. Düşünce ancak belirli bir dil ortamında oluşabilir, düşünceyi dilden ayrı düşünemezsiniz. (Whorf,1956)
3. Dil ve düşünce birbirini etkiler, düşünce temelde algısal süreçlere bağlıdır.
Bu tür hipotezler değişik alanlarda araştırmalara yol açmış ve araştırma sonuçları yukarıda belirttiğimiz üçüncü türden görüşü, başka bir deyişle “dil ve düşüncenin sürekli birbirini etkilediği” görüşünü desteklemiştir.(34)
Dil, düşünce ve bilim arasında kuvvetli bir etkileşim vardır ve bunlar birbirini desteklemektedir. Dil, bilimin kayıt altına alınmasında, aktarılmasında kullanılan temel vasıtadır. Dilin ve kelimelerin bilimdeki önemini kavramak için, bilim alanında terimlerin ne kadar önemli bir yer tutuğunu görmek yeterlidir. Bir bilim dalı öğrenilirken, bu bilim dalındaki kavramlar insanın zihninde yeni boyutlar açmakta ve bu sayede insanın ufku gelişmekte ve derinleşmektedir. Dikkat ettiğimiz takdirde, yeni bir bilim dalı öğrenirken çoğunlukla, terim olarak adlandırılan, yeni kelimeler öğrendiğimizi görebiliriz.
Dil, öğrenmenin vasıtası olması nedeni ile insanın öğrenmesinde ve zekâ gelişimimde etkin rol oynar. Dil ile zekâ gelişimi arasındaki ilişkiyi bilen ve bunu dikkate alan mevcut ceza kanunumuz (TCK), sağır ve dilsizlerin ceza sorumluluklarını normal kişilerden farklı düzenlemiştir. Kanunumuzda sağır ve dilsizlerin ceza sorumlulukları, bu nedenle geç başlatılmış veya azaltılmıştır.
DİL VE KELİME:
Dil, geçmişte yaşamış insanlarımızın inançlarını, duygularını, karakterlerini kelime denilen ses kalıplarına dökerek ve simgeleştirerek günümüze taşır. Burada yüzyıllar boyunca, bin bir zahmetle elde edilmiş tecrübeler, birikimler kelime kapları içinde geleceğe taşınır. Bu sayede medeniyet yolunda ilerleme imkânı sağlar. Kelimeler vasıtası ile hem birikimler aktarılır hem de ortak değerler, duygular aktarılır. Bu sayede millî birlik ve millî şuur oluşturulması da sağlanır. Milletin zihninde derinliği ve birleştirici yönü olmayan, aynı zamanda tarih çekici altında ezilip şekil almamış, kelimeler ise basit ses sembolleri olmaktan öteye geçemezler. Kelimelerin anlamı, derinliği, tesir kuvveti millet tarafından bu kelimelere yüklenen duygu ve düşünce yoğunluğundan kaynaklanır.
Bir dil için kelimeler bir enstrümandır. Eğer elinizdeki müzik aleti ne kadar iyiyse, güzel bir eseri, o kadar iyi icra etme şansınız vardır. Elinizdeki enstrümanınız kötü ise, icra edeceğiniz eser ne kadar mükemmel olursa olsun ve siz ne kadar iyi icracı olursanız olun, ortaya güzel bir şey çıkaramazsınız. Kelimeleriniz, takıla takıla söylenilen, teneke sesi gibi seslerden oluşuyorsa bunlarla insanın derinine hitap eden, ruhu okşaya eserler ortaya çıkaramazsınız. Bu yönü ile edebiyat için, şiir için hatta insanlar arasında güzel ilişkiler sağlamak için kelimelerin önemi çok büyüktür. Düşünce ve sanat evreninin derinlerine inebilmek, edebiyatın ve fikrin ince, dar yollarında gezinebilmek, ancak bu ince ve dar yollara giren kelimelerle mümkün olur. Mükemmel bir seviyede edebî ve fikrî eserler inşa edebilmek için, zengin ifade gücü olan, güzel kelimelerin var olması gerekir. Bu tür büyük eserlerin temel malzemesi kelimelerdir. Özellikle düşüncenin geliştirilmesi, en küçük farklılıkları bile ifade eden kelimelerle mümkündür.
Prof. Dr. Birol Emil, dil ve kelimeler üzerine şöyle diyor: “Dil, millet hayatında ve millî kültürde en belirleyici ve vazgeçilmez değerdir. Dil, bir insanın ve milletin varoluş şartıdır. Dil, medenî ve aydın insan, yahut millet olma vasfının bir ölçüsüdür. Medenî bir milleti iptidaî bir milletten ayıran başlıca fark, kelime sayısı ve mânâ nüansına dayanan dil dağarcığı, dil hazinesi, dil zenginliğidir.”(35) Gerçekten de ilim ve kültürce ileri ülkelerin lügatları, geri kalmış ülkelerinkinden beş-on kat daha zengindir. Bunun sebebi açıktır; İlim ve kültürce ilerlemek, daha çok şeye dikkat etmek, daha ince noktalara inmek, daha çok şey üretmek, daha çok karmaşık düşünce ve sanat eserleri vücuda getirmek demektir.(36) Bir dilde bir kavramı ifade için kullanılan kelime sayısı ne kadar kabarıksa, o dili konuşan milletin o mevzuda o kadar büyük bir hayatı var demektir.(37) Prof. Dr. Nuri Köstüklü “Sosyal Bilimler ve Tarih öğretimi” isimli kitabında şöyle diyor: “Amerikan ilköğretim okullarının ders kitaplarında 71.681 kelime bulunuyor. Almanya: 70.400, Japonya 44.224 kelimeyle çocuklarını okutup yetiştiriyor. Biz ise 5.000 kelimeye sıkışıp kalıyoruz. Bunun doğal sonucu olarak da dil fukaralığıyla birlikte hem edebiyat fukaralığı hem de ilim cüceliği oluyor.”(38)
Bir başka husus ise bilginin, kültürün taşıyıcısı olan ve nüfuz alanı oluşturan kelimelerin (dilin), önemli bir stratejik unsur olmasıdır. Dil, bu alanda millet oluşturmadan tutun da diğer toplumlar üzerinde etki alanı (nüfuz) oluşturmaya kadar çok geniş bir çerçevede güç sahibidir. Dilin bu stratejik boyutu, bu alana sığmayacak kadar geniş bir araştırma konusudur. Bizlerin bu alanda dikkatini çekmesi gereken önemli nokta şudur: Diğer Türk milletleri ile aramızda ortak olarak kullanılan kelimeler, bizlerle bu topluluklar arasında, Türkçeyi ortak payda hâline getirmektedir. Bu ise stratejik açıdan önem arz eder. Belki bugün diğer Türk milletlerinin bilimde, teknolojide, sanatta pek ileri olmamasından dolayı, ortak dil olan, Türkçe bir avantaj sağlamıyor olabilir; fakat bu, gelecekte de durumun aynı olacağı ve küreselleşen dünyada ilişkilerimizin bugünkü seviyede kalacağı anlamına gelmez. 70 milyon insanın verdiği eserlerden istifade etmek yerine, 250 milyondan fazla insanın verdiği eserlerden istifade etmek daha avantajlı değil midir? Bilimin bir alanında, sanatın bir başka alanında, edebiyatta, şiirde bizden daha ileri, daha güzel eserler verildiğini ve bizim, bunları anında alıp okuyabildiğimizi veya eserlerimizi bu kadar insana ulaştırdığımızı bir düşünün. Acaba bunlar bizlerin daha hızlı gelişmesine katkıda bulunmaz mı, bilimde ve sanatta bizlere çok daha geniş bir açı sağlamaz mı? Bu alanların hiçbirinde fayda sağlanamasa dahi, stratejik açıdan; nüfuz alanı oluşturmak, dünyada büyük bir güç olabilmek için ortak kelimelere (yani ortak Türkçeye) ihtiyaç vardır. Buna rağmen, maalesef, ortak olarak kullandığımız kelimelerin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Bizler, kullandığımız ve kullanacağımız kelimelerin seçiminde anlam derinliğine, anlamdaki ince farklılıklarına, ezgisine, güzelliğine dikkat ederken; bir başka dikkat etmemiz gereken husus ise, diğer Türk milletleri ile ortak kullandığımız kelimelerin korunması ve bunların sayısının artırılması olmalıdır. Genel bir dil politikamız olmadığı gibi, bu alanda da herhangi bir dil politikamız, geleceğe yönelik stratejilerimiz yoktur. Bu sahada büyük eksikliklerimiz vardır; meselâ, Türkçe konuşan devletler arasında, dil konusunda çalışma yapacak, bir dil kurulunun bu zamana kadar kurulmamış olması çok büyük bir eksikliktir.
DİL VE MİLLET:
Bir milletin dili, o milletin âdeta şah damarıdır; varlık sebebidir. Bir milletin dili, yüzlerce, binlerce yılın eseridir.(39) Her millet kendi lisanında yaşar. Lisan vatan kadar mukaddestir.(40) Her şeyin üstünde en mukaddes varlık ki vatandır; fakat vatan yalnız toprak dağ, tarla değildir. Gövdeye can gibi vatanı yaşatan milletse, milleti yapan da dilidir. Dilin vatandan daha mukaddes olduğunu anlamak için tarihe bakmak yeter. Giden vatanlar dilleri kalan milletler tarafından tekrar kurtarıldı; fakat dili giden milletlerin ne vatanları kaldı, ne kendileri. Bu konuda, vatanın mukaddesliği gibi, dilin de kutsiyetler kutsiyeti olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.(41)
Dil, millî duyguların da kaynağıdır. Dil bilincinin oluşması, millî duyguları artıran en önemli etkendir. Bireyleri birbirine bağlamak, ulusların maddî ve manevî zenginliklerini kuşaktan kuşağa aktarma doğrultusunda dilin büyük hizmeti vardır. Dil, aynı zamanda ulusal yapıyı oluşturan, sağlamlaştıran başlıca etkendir, ortak bağdır.(42) Mustafa Kemal Atatürk, dil ve millî duygular konusunda şu tespitleri yapar: “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir.” (2 Eylül 1930)
Dillerde bazı sözler (kelimeler), o dillerin edebiyatına derin derin işlenir, başka sözler başka kelimeler ile birleşerek türlü ifade cilveleri yaratır. Bu sözler, dillerde bir ses, bir mânâ, bir hatıra güzelliği uyandırır, millî edebiyatın yüzlerce, bazen binlerce güzel mısra veya cümlesine işlenir ve böylece milletin hatırasına, hafızasına öylesine yerleşir ki âdeta, döküldüğü kabın şeklini alan su gibi, millî dile bir akış, millî bir gönle doluş hâli yaşar.(43) Dilin, kelimelerin bu özelliğini ve millet hayatındaki önemini bilen Ord.Prof. Dr. Reşit Rahmetî Arat bunlar hakkında şu veciz ifadelerde bulunur: “Bir milletin dili, birinin yerine diğerini konulacak şekilde, bir kelime ve tâbir yığını değildir. Dil, asırlar içinde ve nesillerin hafızalarında dövüle, yoğrula yerleşmiş bir mânâ, his ve hayaldir. Dilin her kelimesi ve tâbiri arkasında bir tarih yaşar. Millet ise tarihin yapıp yoğurduğu bir birliktir.”(44)
Dil, aynı zamanda duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında “duygu ve düşünce birliği olan” bir cemiyet haline, yani “millet” hâline getirir.(45) Dil, milletlerin var olmasında, varlığını devam ettirmesinde hayatî bir öneme sahiptir. Dil milletin fertlerini birbirine kaynaştıran, ortak değerler oluşturan, bu ortak değerleri gösteren, diğer milletlerden ayrı bir unsur olduğunu hissettiren, millet bilinci oluşturan ve bu insanların birlikte yaşamasını sağlayan en önemli dinamiktir. Aynı zamanda dil, ferde toplumun (milletin) bağışladığı en büyük mirastır. Toplum, dil vasıtasıyla asırlar boyunca biriktirdiği hayat tecrübesini, kültürünü ve milleti millet yapan ortak değerlerini sonraki nesillere aktarır. Bu sayede varlıklarını devam ettirirler. Dil, bir milletin ortak kültürünün taşıyıcısı ve diğer milletlerden farklılığın vurgulayıcısı olması nedeniyle, “millet bilincinin” oluşmasında en etkin konumdadır. Dilin bu özelliğindendir ki, zamanında Rusya, Orta Asya Türklerinin dilleri üzerinde böyle bir çalışma yapmış ve dil enstitüleri vasıtası ile dil farklılıkları yaratmaya çalışmıştır. Bunun amacı, aynı dili konuşan milletleri ayrı ayrı milletler hâline getirmek, millet bilinçlerini kırmak ve millet bilinci ile birleşmelerini önleyerek, kolay bir şekilde kontrol altında tutmaktı. Ruslar bu çalışmalarıyla (ağız, şive, lehçe gibi) küçük farklılıkları bile büyüterek; ayrı diller, ayrı milletler meydana getirmeye çalışmış ve bu konuda da çok büyük başarılar elde etmişlerdir.
Millet şuurunun kazanılmasına doğru giden bir başka yol ise, insanların kendi milletinin tarihini öğrenmesidir. Bu ise, ancak dil vasıtasıyla olur. Atatürk’ün, Türk Dil ve Tarih Kurumu’na çok önem vermesi ve mirasından pay bırakması, bu konuların öneminden dolayıdır. Atatürk’ün tarihî olayların sonucunu gözlemleyerek yaptığı şu çok önemli tespit ile dilin millet üzerindeki etkisini bir kez daha somutlaştıralım: “Biz, Balkanlar niçin kaybettik biliyor musunuz? Bunun bir tek sebebi vardır. Bu da İslâv Araştırma Cemiyetleri’nin kurduğu ‘Dil Kurumları’dır. Bizim içimizdeki insanların millî tarihlerini yazıp, millî şuurlarını uyandırdığı zaman, biz, Balkanlarda, Trakya hudutlarına çekildik.”(46)
Dilin, millet oluşumundaki veya millet özelliğinin kaybedilmesindeki önemi, çok açık bir şekilde ortadadır. Dil vasıtası ile bazı kelime farklılıkları, hatta şive farklılıkları olan toplulukların bile üzerinde çalışılarak, ayrı bir millet hâline getirilebileceğinin farkına varmamız gerekir. Bu yönüyle, AB’ye uyum çerçevesinde yapılanlar ve yapılacaklar konusunda çok dikkatli olmalıyız. Bu çerçevede yapılan değişiklikleri tekrar titizlikle incelemeliyiz.
Dil, gerçekten üzerinde düşünülmesi ve çalışılması gereken çok ciddi bir iştir. Bu kadar önemli olmasında rağmen, maalesef, günümüzde olduğu gibi, geçmişte de dilimize özel bir özen ve önem gösterilmemiştir. Yine, bugün olduğu gibi, geçmişte de insanlarımız dil ile millet arasında var olan güçlü bağı pek fark etmemiş veya kayıtsız kalmışlardır. Dil üzerine düşünmeyiş, dil ile edebiyat, dil ile hayat arasındaki derin münasebet hakkında sağlam bir görüşe sahip olmayış bize çok pahalıya mal olmuştur. Arapça ve Farsça ile Türkçe arasındaki farkı hesaba katmayan Divan şairleri, bu gafletlerinin cezasını unutulmakla, yani ölümle ödemişlerdir. Oysa dil, sıkı sıkıya millî varlığa, hayata ve topluma bağlıdır.(47) Bugün hâlâ, aydınlarımızın, aynı hatalara tekrar düşüyor olması çok üzüntü vericidir. Gerçek şu ki, gerek milletin kabul etmediği, gerekse bilmediği yabancı kelimeleri kullanmayı bir marifet bilip dilin uç alanlarında kendi başına gezinmenin hazin sonu, yalnızlık ve unutulmadır.
EĞİTİM DİLİ:
Türkçenin eğitim dili olarak kullanılması 1773’te Tersane-i Amire’de açılan mühendislik okulu, 1776’da Mühendishane-i Bahri Hümayun’un (Deniz Harp Okulu) kurulması ile başlamıştır. 1794’te kurulan Mühendishane-i Berri Hümayun (Kara Harp Okulu) da doğrudan Türkçe ile eğitime başlamıştır.
Eğitim açısından baktığımızda Tanzimat’ın olumlu yanı, Türkçe eğitim yapan çağdaş okulların açılması, olumsuz yanı ise yabancı dille eğitim yapan okulların açılmasıdır. Bu olumsuzluk, dilin nüfuz etkisine sahip olmasından kaynaklanır. Dilin bu etkisinden dolayıdır ki, bir eğitim kurumunda hangi dille eğitim yapılıyorsa, o okulda o dili konuşan ulusa ve onun devletine sempatinin oluşacağı, o kültür dairesi içine girileceği açıktır. Yabancı dille eğitim yapan kuruluşların yabancı ülkeler tarafından finanse edilmesi, özendirilmesi, korunması ve yaygınlaştırılması bu nedenledir.(48) Burada eğitim yoluyla, kültür yoluyla bir nüfuz çalışması yapılmaktadır. Böyle bir eğitim, nüfuz yoluyla istilâ sağlaması yanında, çok kolay yoldan büyük bir bilgi gücü de sağlanmaktadır. Bu yolla, söz konusu ülkelerdeki en zeki, en kaymak tabakada olan insanlar toplanmaktadır. Bu zihin gücü, söz konusu ülkelerin çıkarları, yükselişleri, zenginlikleri ve güçleri için, araç olarak kullanılmaktadır. Artık zamanımızda sadece para sömürüsü yapılmıyor, aynı zamanda bilgi sömürüsü, bilim adamı (zihin) sömürüsü de yapılıyor. Bu alanda bizim hâlimizi, Zeki Sarıhan şöyle değerlendiriyor: “Türkiye, kendi parası ile yetiştirdiği beyinleri zengin ülkelere armağan etmektedir. Bu durum, Türkiye’nin kalkınmasına ve gelişmesine engeldir.”
Dilin, konuşma ve anlaşma vasıtası olması, işlevlerinden sadece birisidir. Dilin, edebiyattan, bilime, sanata, millî değer oluşturmadan, millî birliğe… kadar geniş bir yelpazeyi yayılan, bir çok işlevi vardır. Bu nedenle, dilin önemini çok iyi kavramak ve Türkçeye hak ettiği önemi vermek gerekir. Atalarımız, “İşleyen demir ışıldar.” demişler. Bu yönü ile dilimizi hem edebiyat hem de bilim sahasında kullanmalı, çok iyi işlemelidir. Bunun için bilimsel eserlerin, Türkçe verilmesi çok önemlidir ve bu, Türkçeyi bilim alanında işlemek demektir. Bunu yapmamız bizim, Türkçeye, atalarımıza ve evlâtlarımıza olan bir borcumuzdur. İsmet İnönü’nün 26 Eylül 1941’deki Dil Bayramı mesajı, bu konuda, bu zamana kadar yaptığımız hatayı çok güzel bir şekilde vurgular: “Eğer Türkler, bilimin her dalında yabancı diller için çalıştıkları kadar kendi öz dilleri için emek çekselerdi, Türk dili çok zamandan beri eksikliklerinden tamamıyla kurtulmuş ve medeniyet dünyasının örnek bir dili olmuş bulunurdu.”(49)
Günümüzde zaman zaman, Türkçenin bilim dili olmadığı tartışmaları gündeme getirilmektedir. Oysa hiçbir dil doğasından bilim ya da sanat dili değildir. Bir dilin bu değişkenlerinin gelişmesi, onun aracılığıyla bilim ya da sanat üretimi yapılmasına bağlıdır.(50) Bu nedenledir ki, yabancı dille yapılan eğitim, Türkçenin bir bilim dili olarak gelişmesini engellemektedir. Türkçe’nin bir eğitim ve bilim dili olmadığı iddiası doğru değildir. Yabancı dillerdeki bilimsel terimlerin, işlek bir dil olan, Türkçede karşılıkları vardır ya da Türkçe bunları karşılayacak türetme işlevine sahiptir.(51) Sanat dili olarak gelişen Türkçenin bilimde, teknikte yetersizliğini öne sürerek eğitimde horlanması, Türkçenin eğitim dili olarak, bilim dili olarak gelişmesini engelleyecek önemli bir etkendir. Eğitimin her düzeyde halkın dilinde yapılmadığı bir ülkede, halkın dilinin devlet dili olması ilkesi de yaralanmış olur. Yabancı dille eğitim yapmak bir başka yönüyle, eğitimde, bir karşı devrim eylemidir.(52) “Yabancı dil eğitimi” ile “yabancı dille eğitim” farklı olup, bunlar birbiri ile karıştırılmaktadır. Yabancı dil eğitimine kimse karşı değildir; fakat “yabancı dil eğitimi”ni bahane edip “yabancı dille eğitim” yapmayı istemek, (Türkçeyi dışlamak) iyi niyetle bağdaşmaz.
Kimseye bir ithamda bulunmak istemem; fakat Rus pedegogu Uşinski’nin ana dilinde eğitim almayanlar hakkında söylediği, “Ana dilinde eğitim almayan çocuk büyüdükten sonra yüzüne ne kadar vatanperverlik maskesi taksa da ait olduğu millete değil, dilinde eğitim aldığı millete hizmet edecektir.”(53) sözleri hem çok ağır hem de çok düşündürücüdür. Zamanında Rusların, Orta Asya’daki Türkler üzerinde Rusçayı ve Rusça eğitimi artırmak için çok çalışması da bu nedenle olsa gerektir.
Özellikle, okullarda “yabancı dille eğitim” yapmak demek, geleceği kuracak olan gençleri, sadece Türkçe dil zevkinden mahrum etmek demek değildir; aynı zamanda yabancı dil altında Türkçenin ezilmesi, küçük görülmesi demektir. Böyle bir eğitimle yetişen neslin diline saygı duymasını, diline sahip çıkmasını beklemeyin. Tarihten ders almayı öğrenmezsek, tarih yine tekerrür edecektir. Geçmişteki nesiller, nasıl yabancı dillere hayranlık duymuş ve kendi dilini horlamışsa, bu günde aynısı oluyor ve olacaktır. İnsanımız bu hisle, diline, kendinden üstün gördüğü, yabancı milletlerin dillerinden kelimeler sokuşturacaktır; bu da dilin bozulması getirecektir. Geçmiş zamanda yapılan böyle bir hatanın bedeli, çok ağır olmuştur. Bu bedeli geçmişteki insanımız, ne kadar değerli olursa olsun, zamanına hapsolmakla; bizler ise eski eserlerimiz okuyup, anlayamamak ile ödedik. Bu zamanda böyle bir hata yapılırsa, bunun bedeli geçmiştekinden daha da ağır olur.
Bırakın yabancı dille eğitimi, yabancı dil eğitimine bile çok dikkat etmek gerekir. Dil eğitiminde bir başka büyük hatamız ise çocuklara, ana dilimizi çok iyi bir şekilde öğretmeden, yabancı dil eğitimine geçmemizdir. Dilini çok iyi öğrenmiş olmasına rağmen, uzun müddet yabancı bir ülkede kalmış bir yetişkinin dilinde bozulmalar olurken, daha ana dilini tam anlamıyla öğrenmemiş, dilinin güzelliğini görmemiş, dilinin zevkine varmamış bir çocuğa yabancı dil öğretilmesinin sakıncası olmayacağını iddia etmek, doğru değildir. Dilinden zevk almayan çocukların dilini sevmesi beklenemez. Böyle bir durumda ise insanların yabancı dile ve yabancı kültüre bağlanması gayet doğaldır. Bir başka ifadeyle, “Ana dilini doğru dürüst öğrenmeden yabancı bir dille karşı karşıya getirilen çocuk ve genç sonuçta o, dilin ilettiği kültüre hayran kalacak, kendi dilinin kültürüne giderek yabancılaşacaktır.”(54) Bu tip bir eğitimin, ana dil öğrenimi ve millî kültür açısından sakıncası ortadadır. Kendi dilinin güzelliğini öğrenmeden çocuklara yabancı dil öğretilmesinin başka bir sakıncası ise çocuğa, yabancı dilin kendi dilinden daha üstün bir dil, o milletin de kendi milletinden daha üstün (ve imrenilecek) bir millet olduğu düşüncesini, ister istemez vermesidir. Bunun tek zararlı sonucunun, yabancı hayranlığı ve dile, yabancı kelime sokulması olmayacağı; bunun yanında kültürün, dilin ve millet özelliğinin de bozulacağı açıktır.
Çocukların soyut düşünme yeteneklerinin on iki yaşında geliştiğini, psikoloji bilimi açıklıyor. Uzmanların ifadesine göre, çocuklar kendi dilinde bile anlamakta güçlük çektikleri soyut kelimeleri, yabancı dilde anlamakta ve öğrenmekte çok daha zorluk çekmektedirler. Ayrıca bugün, eğitim biliminde kabul edilen bir gerçek vardır: Kendi dilini iyi bilmeyen bir kimsenin diğer bir dili kavraması çok zordur. Sıfatı, zarfı, özneyi, yüklemi, tamlamayı, kelime anlamlarını … vs. hususları bilmeyen bir kimsenin diğer bir dili kavramasının kolay olabileceğini kimse söyleyemez. Nitekim, bu alanda yapılan bilimsel araştırmalar, çocukların bu konularda zorlandıklarını ortaya koymuştur. Doğan Aksan’da bu konuda aynı şeyleri ifade ederek: “Ciddi bir ana dili öğrenimi, yabancı dil öğretimini kolaylaştırır. Dilbilgisi kavramını ve kendi dilinin kurallarının yeterince bilmeyen, bir kişi, yabancı dili gerektiği gibi öğrenemez.”(55) demektedir. Bernard Shaw da ana dilin, yabancı dil öğrenimindeki önemini, “Kendi dilini bilmeyen, başka dili öğrenemez.” diyerek ifade etmiştir.
DİLİMİZDE YAŞANAN BOZULMALAR:
Bazı yazarlar ve şairler her devirde orijinal görünmek için, göze çarpmak için, herkes tarafından bilinmeyen kelimeler kullanmışlardır. Atalarımız Osmanlılarda kültürlü sayılmanın yolu, Arapça ve Farsça bilmekten geçerdi. Divan şairlerinde bu temayül çok kuvvetli idi. Arap ve Fars edebiyatlarını bildiklerini göstermek için, Türkçeye bol bol kelime ve terkip soktular.(56) Onların torunları için kültürlü olmanın yolu önce Fransızca, daha sonra İngilizce öğrenmekten geçti. Onlar da bu dilleri öğrendiler ve tıpkı ataları gibi, bu dillerden apardıkları kimi sözcükleri konuştuklarının, yazdıklarının içine serpiştirdiler… Türkçeyi “banal” bulup İngilizce konuşmak, iki sözün arasına yabancı bir sözcük sıkıştırmak, o da olmazsa hem Türkçesini hem İngilizcesini bozup çorba hâline getirilmiş bir dille meramını anlatmaya çalışmak moda oldu.(57) İşin ilginç tarafı dilden atılan birçok kelimenin yerine Batı dillerinin ve özellikle İngilizcenin kelimeleri kullanılmaya çalışılmaktadır.(58) Eskide nasıl Osmanlı’da “münevver” olabilmek, Osmanlıcayı(59) (Osmanlı Türkçesini) hakkıyla okuyup yazabilmek için, Arapça ve Farsça bilmek gerekiyorsa bu günde Türkiye’de bırakın “aydın” olmayı, “okur-yazar” olabilmek için İngilizce ve Fransızca bilmek gerekiyor.(60) Bunun sonucunda ise aydınların, entelektüellerin, bilim adamlarının kullandığı ve halkın gündelik konuşma lisanından farklı bir yazışma Türkçesi ortaya çıkmaktadır. Pek benzetmek istemiyorum; ama bu eğilim bizi tekrar Osmanlı dönemindeki(61) halkın konuştuğu dil ile aydının konuştuğu dilin farklı olması durumuna, böyle bir ikileme götürür. Ayrıca Türkçe, yabancı dillerin bir karmasından oluşan bir dil hâline gelir.
Acaba tarihin en eski zamanlarından günümüze gelince kadar, her dönemde (hatta dünyanın en büyük devleti olduğumuz dönemlerde bile) görülen “yabancı hayranı olma” hastalığımız nedendir? Bu konuya Prof. Dr. Bahtiyar Vahabzade de akıl erdirememiş olacak ki: “Ömrüm boyunca şunu düşündüm: Acaba biz niçin kendimizden başka herkese benzemek istiyoruz?” diye soruyor. Bunun bizim bir hastalığımız olduğunu göstermek için tarihimizin bilinen en eski dönemine götüreyim. Bakın, ta Göktürk yazıtlarına gidelim, oradan Bilge Kağan sesleniyor: “Ey Türk! Titre ve kendine dön.” Bunu niye söylüyor; çünkü büyük bir imparatorluğun başı olduğu hâlde, halkında aşırı bir Çin modası var, tıpkı bugünkü Türklerde aşırı bir Amerikan modası olduğu gibi. Anıttan okuyorum: “Nedir bu yabancı giysiler, yabancı araçlar? Kendine dön.”(62) Lâkin bu söz pek dikkate alınmamış olacak ki, tarih boyunca, kendimizden başka herkese hayran olma hastalığımız devam etmiştir. Bununla ilgili, tarihten, çok sayıda örnek verebiliriz. Bu tartışma götürmez bir tarihî gerçektir. Artık bu gerçeği göz önünde bulundurup bu zaafın tedbirlerini almak zorundayız; aksi halde, tarih hep tekerrür edecektir. Bu vesile ile tarihin ve tarihî eserlerin öğrenilmesinde maksadın ne olduğunu, asıl amacın kronoloji ezberlemek olmadığını, ortaya koymuş olalım.
Türkçenin bozulması zamana yayılarak gerçekleştiği için, bizler belki bunun pek farkında olmuyoruz. Bu konuda verilecek bir miktar örnek, olayın vahametini ortaya koyup, Türkçeye yapılan saldırıları görünür hâle getirecektir.
Öncelikle basın-yayında, gündelik yaşamda ve özellikle turistlere hitap etme iddiası ile ilân, reklâm ve işyeri tabelalarında gördüğümüz Türkçe karmaşası artık kaygı verecek boyutlara ulaşmış bulunmaktadır.(63)
Sizce bu isimler Türkçe mi? Burası Türkiye mi, Amerika mı; bu ülkede yaşayanlar Türk mü, Amerikan mı? Bunun kararını lütfen, siz verin: Star, Flash, Show, Cine 5, Number One, Radio Sweet, Power FM, Classic FM, Kiss FM, SKY TV, Radio Mix, Music Box, Best TV, Radio Contact, Radio Stop, Channell Malatya, Radio Mydonose, Radio Cool, Radio Express, Ritmo Latino, …
Bu kadar yabancı isim yetmemiş olacak ki, isimleri İngilizce olmayanlar da onları ne yapıp edip İngilizce okumakta sakınca görmüyorlar. NTV’nin “en ti vi”, HBB’nin “eyç bi bi” şeklinde okunması gibi.(64)
İsimlere el attıktan sonra kelimelere el atmamak olmaz. Acaba “merkez” ne oldu da “center” oldu? Neden “kışkırtma” yerine “provokasyon”, “yasal” yerine “legal”, “saldırgan, hırçın” yerine “agresif”, “tasarım” yerine “dizayn”(65) , “önder” yerine “lider”, “basın-yayın” yerine “medya”, “bunalım” yerine “kaos”, “hareketli, faal” yerine “aktif”, “uyum, alışma” yerine “adaptasyon”, “aktarma” yerine “transfer”, “yönetmen” yerine “direktör”, “bilgilendirme” yerine “brifing”, “danışma, bilgilendirme” yerine “enformasyon”, “yalıtım” yerine “izolâsyon”, “fikirbirliği, mutabakat” yerine “konsensüs”, “aşırı uç” yerine “radikal”, “en az, asgari” yerine “minimum”, “en fazla, azami” yerine “maksimum”, “toprak aşınması” yerine “erozyon”, “doğal, tabiî” yerine “natürel”, “karışım” yerine “kokteyl”, “kurul” yerine “komisyon”, “haberleşme, iletişim” yerine “komünikasyon”u… kullanıyoruz?
İsimleri, kelimeleri İngilizce yaptık yetmedi, telâffuzları İngilizce yaptık o da yetmedi, biraz da yarı Türkçe, yarı İngilizce konuşalım. Bunlar da Tarzanca konuşma merakımızdan: “Kurultayın saat onda start alması gerekiyordu.”, “Daha önceki bekrauntta da bu tür başarılar var.”, “Yabancı starlarla ilgili flaş dedikodular…”, “Hep birlikte skorborda bakıyoruz.”, “Bizim cenerasyon…”, “İlginç efektler ve animasyonlar…”, “Enflasyon dataları açıklanacak.”,(66) “Seromoniden sonra maç başlayacak.”…
Dilimizi bu kadar bozmak yeter mi sanırsınız? Yetmez! Dilin bozulmasını sağlayacak daha türlü türlü yollar var. Filmlerin çevirisini (dublaj denilen işlemi) yaparken de Türkçeyi bozalım ve çirkin yabancı dil kalıplarını dilimize sokalım. Birkaç tane de bu tip arızalı, Türkçe konuşmaya örnek: “Kendine iyi bak”, “Hey sorun ne bebeğim?”, “Senin için üzgünüm.”, “Ciddi olamazsın”, “Kahretsin”, “Okey”, “Bunu duyduğuma sevindim.”, “Başın büyük belada dostum.”, “Hey ahbap, kendine bir iyilik yap.”(67) …
Türkçenin karşı karşıya kaldığı bu tehlikeli durumları gören, Prof. Dr. Özcan Köknel şunları söylemiştir: “Son yıllarda Türk dili bir yandan yabancı dillerin saldırısı, öte yandan dikkatsiz, ilkesiz, kuralsız kullanılması nedeniyle yozlaşmaya başlamış, kimlik savaşı verecek duruma gelmiştir.” Sonrasında, dil ile düşüncenin sıkı bağını ifade ederek, mevcut durumu şöyle tespit etmiştir: "Dilin düşünceden ayrılması, soyutlanması söz konusu olmadığına göre, sorun Türkçenin yozlaşması değil, düşüncenin yozlaşmasıdır.”(68)
Türkçe hızlı bir değişim içinde olan bir dildir.(69) Televizyon, tüm kötü güçlerin 60-70 yılda, daha geniş düşünürsek 600-700 yılda yapamadığını 10 yılda yaptı. İnsanları ne söylediğini bilmez, söyleneni anlamaz duruma getirdi.(70) Eğer dile gereken önemi vermezsek, iletişim vasıtaları ile dilimizin bozulmasına ses çıkarmazsak, bu bozulma her yere sirayet edecektir. Dil bu yollarla çok kolay bozulur; fakat tekrar düzelmesi hiçte kolay olmaz. Artık bunun farkına varmamız lâzım. Çok az miktarda da olsa, yukarıdaki verdiğimiz örneklerden dilimizin nasıl bir tehdit altında bulunduğunu fark etmişsinizdir. Özellikle de kelimelerden dolayı dilimizin, büyük bir istilâya maruz kaldığını, Türkçe olma niteliğini kaybetmek üzere olduğunu, Türkçenin özgün ses yapısının bozulmaya başladığını görmüşsünüzdür. Adisyon, pozisyon, kondisyon, komisyon, kompozisyon, komplikasyon, komünikasyon, konsültasyon, konstrüksiyon, enformasyon, enflâsyon, enfeksiyon, aliterasyon, jenerasyon, izolâsyon, deklarasyon, diksiyon, illüzyon, erozyon, füzyon… gibi “yon”ların veya diğer ses yapılarının Türkçenin ses yapısını bozduğunu görmek için, sanırım, dil âlimi olmaya gerek yok. Aynı zamanda, bu kelimelerde çok sayıda sessiz harfin bir araya geldiğini ve bunun Türkçenin kelime yapısına uymadığını da görüyoruz. Artık Türkçe mi, Fransızca mı, İngilizce mi konuşmak istiyoruz, bunun kararını bir an önce vermemiz gerekiyor; yoksa ne olduğu belli olmayan bir dil ortaya çıkmak üzere.
Dünyada her yıl ortalama 24 dilin yok olduğu belirtiliyor. Türkçenin de bir gün yok olmasını istemiyorsak ona sahip çıkmalıyız.(71) Bir kızıldereli şefin sözleri ile bu konuyu bitirelim: “Biz bu dilimizi atalarımızdan miras aldığımız kadar gelecek kuşaklardan da ödünç aldık.”
DİL VE YABANCI DİL:
Her milletin hayatında kendi dilinin, ne kadar önemli olduğunu ve dilin vatanla ne kadar özdeş olduğunu yukarıda ifade ettik. Bu nedenle, Ömer Seyfettin’in dediği gibi: “Fiili vatanımız olan Türkiye’de, nasıl yabancı düşmanlar bulunmasını istemezsek, lisanımızda da Türkçeleşmemiş ecnebi (yabancı) kelimeleri, ecnebi kaideleri istemeyiz.”(72) Böyle bir durum, dilimizin sağlığını bozar ve varlığını tehdit eder. Bu sebeple, yabancı kelimelerin hiçbir engelle karşılaşmadan dilimize girmesine ve dilimizi talan etmesine müsaade edilemez. Ayrıca her ne sebeple olursa olsun, Türk milleti, başka milletlerin dil ve kültür seviyelerine ulaşmak için, bir başka milletin lisanını, bir defa daha kültür dili olarak kabul etme macerasına sürüklenemez.(73) Atalarımız, geçmişte böyle bir hataya düştüler. Bu yaşadığımız macerada, iletişim çok yaygın olmadığı için, halk dilini korumuş bu sayede geri dönüş mümkün olabilmişti; fakat günümüzde, böyle bir maceranın geri dönüşü yoktur. Günümüzde iletişim çok yaygınlaşmıştır; bilgi, aynı anda şehirlere ve en ücra köylere ulaşmaktadır. Bu nedenle, eskiden olduğu gibi, dilin bozulmadan kalması mümkün olmadığı gibi; bu olaya kayıtsız kalmak da mümkün değildir. Günümüzün iletişim araçları, eğer ki geçmiş zamanda olmuş olsa idi; bugün Arapça, Farsça ağırlıklı kelime ve terkiplerle konuşuyor olacaktık. Şimdi, zamanında tedbir almazsak ve uyanık olmazsak, gelecekte İngilizce, Fransızca ağırlıklı bir dil konuşacağız.
Belki birazdan söyleyeceklerim, önceki söylediklerimle çelişiyor gibi gelebilir; fakat ortada çelişkili bir durum yoktur. Yabancı kelimeler konusunda şu hususların bilinmesinde de fayda vardır: Birincisi, dilinde hiçbir yabancı kelime bulunmadan yaşayan, medenî bir milletin olması mümkün değildir. Ancak hiçbir toplumla ilişkisi olmayan, ilkel toplulukların, dillerinde başka dillerden geçmiş kelime bulunmaz. Kelime alış verişi iletişimin, irtibatın doğal bir sonucudur. Bu da bir tarihî ve ilmî bir gerçektir; ama bu gerçekler, yabancı kelimelerin dilimizin dengesini, yapısını bozmasına ve dilimizi istilâ etmesine göz yummayı gerektirmez. Bu konuda çok dikkatli ve titiz olmak gerekir.
İkincisi, kelimenin dile girmek üzere olması, dile girmesi ve dile yerleşmesi (dille kaynaşması) çok farklı şeylerdir. Bunlar kelime geçişinde oluşan, üç aşamayı gösterir. Yabancı kelime daha Türkçeye girmeden, olayın başında, karşılığının bulunmaması çok büyük bir hatadır; fakat özellikle, kelime dile yerleştikten, deyimler, kalıplar oluştuktan, bununla eserler verildikten sonra bunu atmaya çalışmak da bir başka hatadır. Bu, kelimelerin zamanla dilde oluşturduğu bütün güzel etkilerinin de atılması mânâsına gelir. Yabancı dillerden dilimize geçmiş ve dilimizle kaynaşmış, yerine göre ifadeye zenginlik katan güzel kelimeleri dışlamak, ayrımcılık yapmak, bu sebepten dolayı, doğru olmaz. Dile yerleşmiş ve eserler verilmiş olan kelimeler, hangi dilden olursa olsun, artık Türkçeleşmiş kelimelerdir. Aksi bir tutum ise “dil içinde”, kelimeleri dil kökenlerine göre ayırt ederek, “kelime ırkçılığı” yapmak olur. Dile yerleşmiş kelimelerin; Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, Latince, Ermenice, Yunanca… gibi kökenlerine göre ayrılması, dilin iç huzurunu bozar ve dilde karmaşa meydana getirir. Kendi içinde barış olmayan dil ile fertlerin barışması, kaynaşması, ortak yanlarını artırması, millet olması, millî birlik ve beraberlik oluşturması, beklenemez. Nitekim geçmişte bu tip bir ayırımın, insanlar arasında nasıl bir huzursuzluk oluşturduğu, nasıl bir kutuplaşma meydana getirdiği açık bir şekilde görülmüştür.
Bu dil, geçmişteki hataları, sevapları ile hepimizin ortak dilidir. Bu dilin, iyisi de kötüsü de bizimdir. Ne var ki, binlerce yıldır kullanmış olduğumuz eski Türkçe kelimelere (özellikle de doğu kökenli olanlarına) yabancı diyerek karşı çıkanların, dilimize yeni giren Batı kökenli (İngilizce, Fransızca, Yunanca…) kelimeler karşısında aynı duyarlılığı göstermediğini görüyoruz. Bazılarının Türk Einstein’ı dediği, benim ise Türk Sinan’ı dediğim, Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu bu kişilere haklı olarak şüpheyle bakmaktadır.
Yabancı kelimelerin alımı konusunda bazı gerekçeler sunarak; örneğin, “İfade zenginliği, ses güzelliği olan ve Türkçe karşılığını bulamadığımız, türetemediğimiz kelimeler olursa; Türkçe yapısına uygun olmak kaydı ile istisnaî durumlarda, zaruret hâlinde, yabancı dillerden özel ve güzel kelimeler dilimize alınabilir.” diyenler çıkabilir. Bir başka gerekçe ile, “Hiçbir istisna tanımadan, kelime geçişlerine dili tamamen kapatmak doğru değildir.” denilebilir. Bunlar kısmen doğru olabilir; fakat Türkçe, kelime türetmeye elverişli bir dildir; çalışırsak kendimiz de çok güzel kelimeler türetebiliriz. Bu konuda dikkatten kaçmaması gereken bir nokta ise, bizim gibi “yabancı hayranlığı” hastalık derecesinde olan milletlerde, bir müddet sonra bu istisnaların, kaide olacağıdır. Kelime karşılıkları konurken, gerek günümüzde gerekse geçmişte kullanılan kelime köklerinden bir türetme yapılamadığı takdirde, gerektiğinde güzel sesli kelime uydurma yoluna bile gidilebilir. Zaten hiçbir dil gökten zembille inmemiştir; dilleri oluşturan, insanların zekâsı, kişiliği, hayal gücü, ses zevki, kulak hassasiyetidir.
YABANCI KELİMELERE KARŞILIK BULMA:
Bu konuya Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleri ile başlayalım: “Türk demek Türkçe demektir. Türk dili zengin ve geniş bir dildir, her kavramı ifade kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak ve işlemek gerekir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türkçenin bir kültür dili olarak gelişmeye devamı yolunda çalışacaksınız; çünkü Türkiye ve Türk insanı uygarlığa ancak bu yolda ulaşacaktır.(74)
Uygarlık gelişip kültür alışverişleri arttıkça yeni ve yabancı kavramlara karşılık bulmak gerekmiş, yeni dinler, yeni kültürler de yeni terimler, kavramlar gerektirmiştir. Bu gün şöyle diyebiliriz: Her dil sürekli olarak yeni sözcükler yapmak zorundadır. Bu yola gitmezse, başka dillerden alacaktır. Bilimde, teknikte ve öteki alanlardaki gelişmeler her gün yeni kavramları doğurduğu için her dil de bunlarla ilgili yeni terimler belirlemektedir.(75)
Türkiye ilim ve teknik sahasında ilerledikçe, tedbir alınmazsa, bu yabancı kelimeler tıpkı Arapça, Farsça kelimeler gibi dilimizi istilâ edecektir. İlim ve teknik sahasından kültür diline, oradan günlük konuşmaya geçen terimler, Türkçenin kıvamını ve bünyesini bozacaktır.(76) Özellikle, yabancı eserleri çevirirken, dilimizde karşılığı bulunmayan binlerce kelime ile karşılaşıyoruz. Bunları olduğu gibi alırsak, Türkçe yeniden Osmanlıcaya (Osmanlı Türkçesine) döner.(77)
Türk dilinin yabancı kelime istilâsına karşı korunabilmesi için bilim, teknik ve buluşlarla ilgili kavramların anında, yabancı kelime daha dilimize girmeden, Türkçe karşılıklarının bulunması gerekir. Eğer 1960’lı yıllarda Hacettepe Üniversitesi’nden bir grup duyarlı bilim adamı, kompütüre (computer) “bilgisayar” karşılığını bulmasaydı, şimdi dilimiz bu güzel kelimeden mahrum kalacaktı. Her Türk bilim adamı, kendi alanında âdeta bir “dil gümrükçüsü” gibi hareket etmelidir.(78)
Şunu da belirtelim ki, her dilde mutlaka millî olması gereken iki temel unsur vardır:
Biri o dilin sesidir. Milletler, hem kendi kelimelerini hem başka dillerden aldıklarını, kendi dillerinin musikisine uydurarak kullanırlar. Böyle millî bir dil musikisi içinde kullanılan kelimeler, kökleri ister millî ister yabancı olsun, mutlaka millî kelimelerdir. Dikkat ettiğimiz takdirde her dilin kendine özgü bir ses yapısı, ses zevki ve estetiği yapısı olduğunu görebiliriz. Örneğin Almanca, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca bilmediğiniz halde, eğer o dilin ses yapısına aşina iseniz, hangi dilin konuşulduğunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz.
İkinci unsur ise dilin mimarîsi, gramer kaideleri ve cümle yapılarıdır.(79) Dil içinde ve kelimelerde bu unsurlara muhakkak dikkat edilmesi gerekir.
Türkçeye girecek yeni kelimeleri, Türkçe köklerden yaparak, Türkçeyi bir millî dil olarak zenginleştirmek, diğer taraftan ilim dilimize ait terimleri, bütün yeni kelimeler gibi, Türkçenin estetiğine, zevkine, musikisine göre, mutlaka güzel ve milletçe benimsenir kelimeler hâlinde millîleştirmek, Türk dili çalışmalarının sapmaz hedefi olmalıdır. Bu iş, Türkçemizi, şimdiye kadar ısrarla yapıldığı gibi, fakirleştirmeden ve dilimize kazandıracak yeni kelime ve terimleri, ölü doğmuş, düşük çocuklar gibi çirkin ve cansız bırakmadan yapılabilir. Bunun yolları vardır; fakat bunu gerçek ilim ve sanat adamları, bilhassa gönlünde dil yâresi taşıyan, Türkçe için bağrı yanan, Türkçe sevdalıları yapabilir.(80)
Türetilen kelimeler, bugünkü ulaşılmış olan, dilin ses yapısına ve estetiğine uygun, dil zevki veren kelimeler olmadığı takdirde; bu kelimeler, dilimize yeni giren yabancı kelimelerin karşılığı olarak sunulmamalıdır. Aksi hâlde bu davranış, yabancı kelimelerin kullanılmasını teşvik etmek olur. Bu ise, dilimize yapılacak çok büyük bir kötülüktür ve dilimizin zamanla sonunu hazırlar.
Türk Dil Kurumu, 1993 yılında yabancı kelimelere karşılık bulmak için bir kurul oluşturdu. Bu kurulun ismi, “Yabancı Kelimelere Karşılık Bulma Komisyonu” dur. Kurul çok sıkı çalışıp etkin bir konumda olmalıdır. Kurulun hızlı çalışması ve güzel Türkçe karşılıklar bulması sayesinde Türkçemiz kendini koruyabilir. Dili korumak ve kelime karşılığı bulmak, her Türkçe kullanıcısının öncelikli vazifesidir; fakat bu konuda resmî vazifesi olan ve dil konusunda muhatap alınan Türk Dil Kurumu’dur. Türk Dil Kurumu, bu görevini hakkıyla yerine getirmelidir. Kurum bünyesinde sistemli bir şekilde kelime türetilmemesinden dolayı, Batı kökenli kelimeler dilimize akın akın girmeye başlamıştır. Fertlerin tek başına, Türk Dil Kurumu kadar etkin olamayacağı bir gerçektir. Yabancı kelimelerin Türkçe karşılıklarını kişiler, bulmuş olsalar bile sadece kendileri kullanacak; fakat bu kelimelerin kullanımı yaygınlaşmayacaktır. Bu yabancı kelimelerin Türkçe karşılığını bilmeyenler ise, en kolay yolu tercih edip, yabancı kelimeyi aynen kullanacaktır.
ANA DİLİMİZ TÜRKÇE:
Ana dil konusunda, İngiliz filozofu Humboldt şunu söylemiştir: “Bir milletin ana dili o milletin ruhudur, maneviyatıdır.”(81) Benliğimizi her yönüyle saran ve kuşatan ana dilin bir başka yönü de iletişimin temel araçlarından biri oluşudur. Başka bir anlatımla hem bir amaç hem bir araç niteliği taşımasıdır. Şöyle de söylenebilir, bütün bilim ve bilgi dallarına giden yollar ana dilin toprağından geçer. Ana dili tam gelişmemiş, yetkinleşmemiş bireyler onu etkili bir öğrenme aracı olarak kullanamazlar. Ana dil kişiliği oluşturan bir etken olduğu kadar, yaşantı ve bilgi donanımımızı oluşturan bir araçtır.(82)
İnsanlar ana diline, koparılmayacak bağlarla bağlıdır. Türk olarak da çok eski, çok güçlü anlatım olanakları olan, sınırsız ve zengin bir dili konuşmakla övünebiliriz. Türkçe soyut-somut, her türlü kavramın anlatımına elverişli, doğurgan ve zengin bir dildir.(83) Türkçe Batı dilleri gibi, kendinden önce varolan başka bir dilden türememiştir, dünyanın en eski dillerinden birisidir. Türkçenin yapısı, tarihin en eski çağlarında teşekkül etmiştir.(84) Türk dilinin en eski izleri Sümer kaynaklarındaki Türkçe sözlerdir. M.Ö. 3100-M.Ö. 1800 yılları arasına ait Sümerce metinlerde 300’den fazla Türkçe söz yer almaktadır. Türkçenin ilk verileri M.Ö. 2000-3000 arasına çıkmakta, yani bundan 4-5000 yıl geriye gitmektedir.(85) Bu gün kültür dili sayılan ve dünyada çok konuşulan dillerden birçoğunun geçmişi, bizim dilimiz kadar eski zamanlara dayanmaz. Daha 8. yüzyılda sanatlı, işlenmiş bir yazı diline sahip olduğumuzu gösteren tanıklar, Göktürk yazıtları bu gün elimizdedir. (86)
Atalarımızın bize miras bıraktığı en güzel iki şeyden biri bugünkü Türk vatanı ise, ikincisi Türkçedir.(87) Ömer Seyfettin’in tabiri ile, Türkçe bizim manevî ve mukaddes vatanımızdır. Bu manevî vatanın istiklâli, kuvveti resmî ve millî vatanımızın istiklâlinden daha mühimdir. Çünkü vatanını kaybeden bir millet mahvolmaz, yaşar ve yine bir gün gelir siyasî istiklâlini kazanır, düşmanlarından intikam alır. Fakat bir millet lisanını bozar, kaybederse, hatta siyasî hâkimiyeti baki kalsa bile tarihten silinir.(88) Bu nedenle, Türkçe bizim varlık sebebimizdir. Dirliğimiz, birliğimiz, geçmişimiz, geleceğimiz dilimize bağlı. Dilini unutan bir millet, kaybolmuşlar listesinde kupkuru bir isim olarak kalır. Bizim zihnimizin, ruhumuzun süzgecinden geçirerek şekillendirdiğimiz ve bizim de ruhumuzun, zihnimizin şekillenmesini sağlayan, bugüne dek ayrı bir millet olarak var olmamızı sağlayan, Türkçemizdir. Bu yapısından, bu gücünden ötürü, “Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçedir.”(90)
Türkçe için, “Bu dil ağzımda annemin sütüdür.” diyen Yahya Kemal ve “Türkçem benim ses bayrağım.” diyen Fazıl Hüsnü Dağlarca Türkçeyi ve Türkçe sevdasını ne güzel ifade ederler. Ana dilimiz Türkçe hakkında bir de Doğan Aksan’ı dinleyelim, bakalım ne diyor: “Benim ana dilim bir denizdir; derinliğiyle, gözün erişemeyeceği genişliğiyle, sınırsız gücü, güzellikleriyle… Dibinde gün görmemiş inciler yatar; üstünde binbir rengin çalkantısı var. Bu benim denizim. Türk insanının içtenliğinin, duyma, düşünme gücünün, dünya görüşünün en iyi yansıtıcısıdır; onun çektiklerini, duyduklarını, özlemlerini dile getirir. Türkçeye eğiliniz, tek tek sözlerine bakınız; onlarda Türkün bilgeliğini görecek, yüzyıllar boyunca doğayla iç içe geçen yaşamını görecek, sevgisini, yaradılışının yüksek değerini sezinleyecek, bu sözlerin birçoğunda şiir tadı bulacaksınız. Bunların yanı sıra insana, doğaya, yaşama ilişkin binlerce gözlem karşımıza çıkacaktır.”(91) Türkçe ile milletimiz bu kadar birbirine kaynaşmıştır. Zaten bir milletin özelliği de en iyi dilinden anlaşılır.
Dilimizin bir önemli özelliği ve güzelliği de sesidir. Bütün dünya dillerinde ünlülerin toplam sayısı 13’tür. Arapça da üç temel ünlü varken, Türkçe de 8 temel ünlü kullanılmaktadır. Türkçe ünlüler bakımından zengin bir dil sayılır.(92) Ünlüleri bol bir dil olan Türkçe bu niteliğiyle, kulağa hoş gelen, kulağı tırmalamayan ses birleşmeleriyle, sözün değişik yerlerinde beliren vurgu, ton ve ezgi özellikleriyle ahenkli, kulağa hoş gelen bir dil görünümü vermektedir. Kaldı ki, Türkçe bilmeyen ya da bu dili yeni öğrenen birçok yabancının Türkçe için “Ne hoş ahengi var şu Türkçenin.” dediklerini duymuşuzdur.(93) Meşhur Alman Türkoloğu Maks Müller, Türk dilinin büyüklüğü ve güzelliği hakkında şunları yazıyor: “Türk dilinin kaideleri o kadar düzenli, o kadar mükemmeldir ki, bu dili lisaniyat âlimlerinden oluşmuş bir heyet, bir akademi tarafından şuurla yapılmış bir dil zannetmek mümkündür.”(94) Dünyada, yaygın dillerden biri de Türkçemizdir. Türkçemiz okunduğu gibi yazılan ya da yazıldığı gibi okunan, grameri kolay ve mantıklı, alfabesinde kafa karıştıran harfleri olmayan bir dildir. Desimal sisteme en mantıklı uyum sağlayan dildir. Bu husus ABD’de son yıllarda en çok satılan Being Digital isimli kitapta teyit edilmekte ve Türkçe, uluslar arası bilgisayar için en uygun dil olarak tanımlanmaktadır.(95)
Türkçemizin bu güzelliğine rağmen, tarihte ve günümüzde, Türkçeye pek değer vermediğimiz ise ortadadır. Mûnis Faik Ozansoy bir yazsında, “Dilimizi sevmiyoruz, sevsek ona bu kadar saygısızlık göstermezdik.” diyor. Türkçemiz, her zaman sevgisiz ve sahipsiz kalmıştır. Nasıl sahipsiz bir vatanın batması haksa, sahipsiz bir dilin de batması haktır. Yazıda genel olarak ifade etmeye çalıştığım gibi, bir milleti millet yapan temel unsurların başında; dil, kültür ve tarih gibi ortak değerler gelir. Eğer bu önemli unsurlar yoksa vatan toprağı olarak çizilmiş kara sınırlarının bir önemi yoktur. Bundan dolayıdır ki, “Türkçemizin kısırlaşması, kuruması, bozulması, bir kişinin değil, bir milletin özünden, kökünden kurumaya, kopmaya başlaması demektir.”(96) Türkçe bunun için önemlidir, bunun için üzerinde titizlikle durulmalıdır.
Konuyu bitirirken gönlümüzdeki, zihnimizdeki dil yarasını biraz da şiirle anlatalım ve dilimiz Türkçe ile aramızdaki bağı ifade eden, şu mısralara kulak verelim:
“Hangi sözlerle ninem gönlünü açmışsa bana,
Ben o sözlerle gönül vermedeyim sevgilime.
Sözlerime ninni kadar duygulu olmak yaraşır,
Bağlıdır çünkü dilim gönlüme, gönlüm dilime.” (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)
Her zaman sahipsiz ve garip kalmış olan Türkçemize, bir de Yahya Kemal’in şu mısralarıyla seslenelim:
“Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile sen bizdesin yine” (Yahya Kemal BEYATLI /Kaybolan Şehir)
DİL KONUSUNDA ÖNERİLER, TAVSİYELER:
• Herhangi bir dilin bilim ve kültür dili olabilmesi için, öncelikle o dilin yalnız toplumsal ölçülerde değil, uluslar arası düzeyde bilim, teknoloji ve evrensel kültürün içerdiği terim ve kavramları karşılayacak söz dağarcığına sahip olması gerekir; çünkü bilim bir yönüyle terimler sorunu demektir. Hiçbir dil kendiliğinden bu düzeye ulaşamayacağına göre, dillerin sürekli olarak işlenmesi, bilimsel ve teknolojik bulgular sonucunda ortaya çıkan terimlere karşılık bulunması gerekir.(97) Dili işlemek demek; dilin yeni anlatım olanakları kazanmasını sağlamak; bilimin, sanatın göstermiş olduğu gelişmeyi ifade etmesi için hazırlamak demektir.
• Anlam zenginliği, derinliği, farklılığı olan ve dilimizde olmayan kelimeler tespit edilerek dilimize kazandırılmalı ve bunların Türkçe karşılıkları konulmalıdır. Dilimize gerek şekil, ses, anlam bakımından güzel kelimeler kazandırarak gerekse dili edebî eserlerle, ilmî eserlerle işleyerek güzelleştirmeli ve zenginleştirmeliyiz.
• Bilim ve teknik, saat gibi her an çalışan bir sistemdir. Bu sistemin çıkardığı kelimelere karşılık bulması ve dilimize, yabancı kelimelerin yerleşmesini engellemek için, ilgili ihtisasın uzmanlarının ve dil uzmanlarının beraber çalıştığı, çok “hızlı çalışan” bir mekanizma kurulmalıdır. Ayrıca bilimde, teknolojide ileri olan milletlerin dillerinde yeni çıkan kelimeleri takip eden bir kurul (Yeni Çıkan Kelimeleri Takip Kurulu) oluşturulmalıdır.
• Her bir meslek için ayrı terimler sözlüğü hazırlanmalıdır. Terimler sözlüğü, ilgili mesleğin en iyi uzmanları ve en iyi dil uzmanlarından oluşan bir heyet tarafından yapılmalıdır.
• Sözcük ve terimlerin karşılıklarını bulma, türetme işlemini, “devamlı çalışan” bir sistem hâline getirmelidir.
• Kelimelerin karşılıklarını kendi dilimiz içinde aramalı ve kendi dilimiz içinde yeni kelimler türetmeliyiz. Dilin kendi işlevi içinde türetme yapılamadığı takdirde; eski kelimelere, derlenmiş yöresel kelimelere başvurulmalıdır. Eğer bundan da bir netice alınamıyorsa, eski ve yöresel kelimelerde anlam kaydırması yapılarak, güzel sesli kelimeler yeniden canlandırılmalı; bu da başarılamaz ise “dil zevkine” sahip, Türkçenin yapısını çok iyi bilen, Türkçe sevdalısı uzmanlar tarafından yeni kelimeler oluşturulmalıdır.
• Bugünkü teknolojinin imkânlarından istifade ederek, Türkçenin kurallarına uygun, ses bakımından güzel kelimeler meydana getirmeli ve bunlar dilimize yeni girecek olan kelimelerin karşılıkları olarak sunulmalıdır.
Ses ahengi bakımından kötü, kulak tırmalayan, rahatsız edici kelimeler oluşturmak veya bu tip eklerle türetme yapmak, bile bile kelimenin ölü doğmasını sağlamaktır. Bugün ulaşılmış olan dilin, ses yapısına ve estetiğine aykırı, ilkel sayılabilecek, zevksiz kelimeler türetmek; bunları dilimize yeni giren yabancı kelimelerin karşılığı olarak sunmak, bunlarda ısrar etmek, bu yabancı kelimelerin kullanılmasını teşvik etmek demektir. Bu ise, dilimizin zamanla sonunu hazırlayacak olan büyük bir kötülüktür. Bu tip kelimeler türetmekle, bilinçli veya bilinçsiz olarak, “Türkçenin âciz ve zevksiz bir dil olduğu” inancı, insanların bilinçaltına yerleştirilmektedir. Bunun doğal sonucu olarak da insanların Türkçeye ve Türkçe kelimeye karşı sevgi ve ilgileri azalmaktadır. Dilinden zevk almayan, onu aşağı gören insanların dilini sevmesi, koruması beklenemez. Böyle bir hâlde ise insanların, yabancı dile ve yabancı kültüre bağlanması gayet doğaldır.
• Yabancı kelimelerin karşılıkları konusunda, Türk Dil Kurumu’nun, “Yabancı Kelimelere Karşılık Bulma Komisyonu” tarafından 1993’ten beri yapılan bazı çalışmaları var. Kurum bunu internet ortamına koyup daha hızlı sonuç alacak şekle getirmelidir. Yabancı kelimeler ve bunlara konulan karşılıklar hem internetten yayınlanmalı hem de ilgili yerlere (örneğin basın-yayın kuruluşlarına, yazarlara, bilim adamlarına, üniversitelere…) gönderilmelidir. Bu şekilde, kelimelerin yayılması ve yerleşmesi sağlanmalıdır.
• Türk Dil Kurumu, yabancı sözcüklere karşılık ararken bilim adamlarının yanı sıra sade vatandaşlardan da mutlaka yararlanmalıdır. Cankurtaranı, gecekonduyu, dolmuşu,(98) durağı, kaptıkaçtıyı, gecekonduyu, tükenmezi… onlar bulmadı mı? Türk Dil Kurumu, internet vasıtası ile karşılıkları aranan yabancı kelimeleri ve bu kelimelere karşılık olarak düşünülen kelimeleri yayınlanmalı ve halkın görüşünü almalıdır. İnsanlara bu kanallar vasıtası ile kelime karşılıkları önerme fırsatı da verilmelidir. Bu kaynaklardan elde edilen bilgiler, hızlı bir şekilde, uzmanlar tarafından değerlendirilmeli ve dilimize girmeye hazırlanan kelimenin Türkçe karşılığı hızlı bir şekilde konulmalıdır. Kelimelerin halkın tercihleri ile belirlemesi, kelimelerin halkın dil zevkinden ve elemesinden geçirmiş olacağı için, kolay benimsenecek ve kalıcı olacaktır. Zaten kelimelerin kullanıcısı olan ve bunları kabul veya reddedecek olan halktır. Böyle bir işlem, önerilen kelimelerin benimsenmemesi nedeniyle, zaman kaybedilmesinin ve bu arada yabancı kelimenin gelip Türkçeye yerleşmesinin de önüne geçecektir.
• Kelimeler birer canlı varlıktır; doğarlar, yaşarlar ve zamanı geldiğinde ölürler. Dilin bu doğal seyrini takip etmesini sağlamalıdır. Dilin çok hızlı ve yıkıcı bir şekilde değişmesine müsaade etmemelidir.
Prof. Cüceloğlu’da, dilde zamanla değişimin normal olduğunu; fakat dilimizin çok hızlı değişmekte olduğunu ifade etmiştir. Bizler yaklaşık elli yıl öncesinde yazılmış bir kitabı anlamakta güçlük çektiğimiz gibi, bizlerin yazdığını da elli yıl sonraki nesiller anlamakta güçlük çekecektir. Bu ise, nesiller arasındaki bağın kopması; dilin, kültürün “süreklilik” niteliğinin zedelenmesi ve birikimlerin sonraki nesillere aktarılamaması demektir. Aynı zamanda dildeki kelimelerin anlam derinliğinin, duygu derinliğinin ve millet için ifade ettiği özel anlamların da kısa zamanda, bu hızlı değişim ile birlikte, yok olması demektir.
• Kelime karşılıklarını bulmada dikkat çeken bir başka husus ise dilimize yerleşmiş, artık Türkçeleşmiş olan, yabancı kaynaklı kelimelerdir. Dilimize yerleşmiş olan bu kelimelerin yerine yeni kelimler uydurmaya çalışmak, o dil ile yapılmış edebiyatı, kültürü, tarihî eserleri yok etmek demektir. Milletin kökü, bağı tarihte olduğu gibi; kelimelerin de kökü tarihte, edebiyatta, büyük eserlerinde, efsanelerindedir. Bu nedenle dilimize yerleşmiş ve Türkçeleşmiş kelimelerle uğraşmak yerine, dilimize yeni girecek olan kelimelerin yabancı kelimelerden oluşmaması için gayret sarf etmeliyiz. Bundan sonraki kelimelerimizin mutlaka, Türkçe köklerden oluşmasına özen göstermeliyiz.
Türkçeleşmiş bir kelimeyi atmak, ilk anda bir tek kelime atma gibi görünürse de hakikatte, bu kelimeyle 10, 15, 20 hatta daha çok mânâyı yok etmektir.(99) Yok olan kelimeyle birlikte, o kelime ile bağlantılı birçok kelime, deyim, atasözü yok olmaktadır. Yüzlerce, binlerce yılda, uzun tecrübeler sonucunda oluşmuş atasözlerinin, deyimlerin yok olması demek; o tecrübelerin, bilgilerin de yok olması demektir. Belki sonrasında aynı tecrübelerin, bilgilerin tekrar kazanılması ve bunların dile aktarılması gerekecek, bundan dolayı büyük kayıplarımız olacaktır.
• Büyük bir çalışma düzenleyerek, Türkçenin en kapsamlı sözlüğü yaratılmalıdır.(100) Unutulmamalı ki büyük bir medeniyet, yüksek bir ilim ancak büyük bir dil ile meydana gelir.
• Bütün Türk tarihi boyunca kullanılmış olan kelimeleri içeren “Tarihî Türk Sözlüğü” oluşturulmalıdır.
• Doğru dürüst bir imlâ kılavuzumuz, telâffuz kılavuzumuz yoktur. Niçin kesin kurallara dayanan nihai bir imlâ kılavuzumuz yoktur?(101) Bu görevi sadece bir kuruma havale etmek yerine, en iyi dil uzmanlarından oluşan bir kurul kurulmalı ve sorun bu şekilde nihaî bir çözüme kavuşturulmalıdır.
• Dilin güzel konuşulmasında, dil zevkinin gelişmesinde; sesi uzatma, kısaltma, kalınlaştırma, inceltme, yükseltme, alçaltma, duraklama, vurgu… kısacası telâffuz çok önemlidir. Türkçemiz öğretilirken bunlara dikkat edilmiyor ve kelime telâffuzlarını kulaktan dolma öğreniyoruz. Oysa Türkçeyi sevdirmek, dil zevkini geliştirmek, doğru Türkçe konuşmak için bu konular, çocuklara güzel konuşma ve yazma derslerinde mutlaka verilmelidir. Ayrıca bu konuları içeren detaylı kaynaklar hazırlanmalıdır.
• Dil konusunda, telâffuz konusunda soru sormak için, başta basın-yayın olmak üzere, herkese hizmet veren bir danışma hattı kurulmalıdır. Bu konuda Türk Dil Kurumu, ulaşılması kolay, iyi bir danışma merkezi kurabilir. Meselâ sunucu veya herhangi bir Türkçe kullanıcısı, söylenişine takıldığı bir sözcüğün seslendirilişine veya yabancı bulduğu bir kelimenin kabul edilebilir Türkçe karşılığını internet ortamına girerek öğrenebilir.(102)
• Derleme ve tarama sözcükleri çalışması devam ettirilmelidir.(103)
Prof. Dr. Mehmet Kaplan diyor ki: “Her köy ve kasabadan en az bir kitap dolusu türkü, masal, destan, bilmece, tekerleme (ve kelime) toplamak mümkündür. Radyo, okul ve televizyon kültürü, bu binlerce yıllık, zengin halk kültürünü öldürüyor. Bunların zaman geçirilmeden toplanması gerekir.”(104) Mevcut “Derleme Sözlüğü”nün yeterli olup olmadığı, titiz bir çalışma yapılıp yapılmadığı tartışmaya çok açıktır. Bu nedenle bölgelerde, yörelerde, köylerde kelime derlemesine devam edilmelidir. Sadece kelime derlemesi değil; atasözü, deyim, bilmece, hikâye… de derlenmelidir. İletişimin gelişmesi nedeni ile bunların kendini koruması imkânsızlaşmıştır. Bugüne kadar kalabilmiş olanlar hemen toplanmaz ise, artık yarın çok geç olacaktır. Her geçen gün ise, bunların kaybolduğu gündür.
• Lisan öğrenmeye karşı değiliz, ancak insanlar kendi ana dillerinde daha kolay öğrenirler, yaratıcılık ana dille olur. İnsanlar rüyalarında bile ana dillerini kullanırlar. Bu nedenle ana dilimizde eğitim esastır, böylece ana dilimize yeni terimleri de yerleştirmiş oluruz.
İngilizce ve Rusça gibi dillerin konuşulduğu ülkelerde, yabancı dillerdeki yayınları anında kendi dillerine tercüme edip, daha 20-25 yaştaki araştırmacılarının yayınları anında kendi dillerine tercüme edip, daha 20-25 yaştaki araştırmacılarının ellerine sunan merkezleri vardır. Böylece, bu merkezi kuramayan ülkelerin gençlerine oranla, onların gençleri, ana dillerinden başka dilleri (ki hepsini öğrenmek zaten imkânsız) öğrenmek için zaman harcamak yerine, gelişmeleri, yenilikleri kendi ana dillerinden takip ederek zaman kazanmaktan başka kendi dillerine yeni kelimeler de kazandırmaktadırlar.(105)
• Basın-yayın kuruluşlarının kendi içlerinde “dil denetleme uzmanı” bulundurma zorunluluğu getirilmelidir. Bu kuruluşlar kendi içlerindeki dil uzmanlarıyla veya dışarıdan danışmanlık hizmeti veren kişilerle iç denetimlerini yapmalıdır.
Denetim yapmak ile dil zaptiyeliği yapmayı birbirinden ayırmak gerekir. Fertlerin veya kurumların üzerine dil zaptiyesi gibi dikilip, sıkboğaz etmek doğru olmaz. Belki böyle bir hareket, dil adına, kötü bir tesir bile doğurabilir; fakat bu, dilin başıboş bırakılıp bozulmasına, talan edilmesine müsaade edileceği anlamına da gelmez. Çok az bir kesime ulaşan peynirin, sucuğun… denetimi yapılırken milyonlara ulaşan dilin, denetimsiz bırakılması düşünülemez. Eğer Fransa, dilini korumaya ihtiyaç duyup bununla ilgili kanun çıkarıyorsa (1994), bizim bunlardan daha fazla bu tür kanunlara ihtiyacımız vardır. Bu işi yaparken de işin ciddiyetine yakışır şekilde davranmalıdır. Aşırıya kaçıp, basın-yayın haricinde, küçük işlerle uğraşmak işin ciddiyetini bozar.
• Dilin fert bazında korunması, sahip çıkılmasını sağlamak ancak, insanlara dil zevki ve dil bilinci kazandırmakla mümkündür. Dil zevkini ve dil bilincini insanlara kazandırmak için ise, geçmişten günümüze kadar olan en güzel edebî eserler, şiirler çocuklara okullarda verilmelidir. Bunu bir ders sıkıntısı ve zorunluluğu içinde değil; bir eğlence, bir (ödüllü) yarışma tadında vermelidir. Bu dersin (notla değerlendirilmeyen) ek bir ders, sosyal bir faaliyet olarak tasarlanması uygun olur.
• Türkçenin sevdirilmesine ve kurallarını öğretmeye yönelik, TRT’de veya diğer kanallarda dil programları yaptırılmalıdır.
• Dilin stratejik önemi dikkate alınarak, Türkçe konuşan kardeş milletler arasındaki kelimelerde, özellikle de yeni girecek kelimelerde, belli bir ortaklık sağlamak için (devamlı çalışan) ortak uluslar arası kurul kurulmalıdır. Önceden de ifade ettiğim gibi, Türkçe konuşan devletler arasında, dil konusunda çalışma yapacak, bir dil kurulunun şimdiye kadar kurulmamış olması çok büyük bir eksikliktir.
• Yazımızda önemini anlatmaya çalıştığımız dil konusunda, sağlıklı bir “dil politikası” belirlenmeli ve bunun uygulanması sağlanmalıdır. Dil politikası çerçevesinde, Türkçe uzmanlarının üzerinde anlaştığı, bir düzen oluşturulmalı ve dilin yabancılaşmaması, bozulmaması için gerekli önlemler alınmalıdır.
Son olarak, dil konusundaki eksikliklerimize dikkat çekmesi ve bu konuda yapılması gerekenlere işaret etmesi bakımından Prof. Dr. Süleyman Kayıpov’un şu eleştirilerine bakalım: “Türkiye Türkçesinin ilmî gramer, tarihî gramer, akademik gramer… vb. gramerleri yazılmış mı? İlim ve teknolojinin çeşitli alanlarında terminolojik ve çeviri sözlükler yapılmış mı? Şive ve ağız sözlükleri, atlaslar, haritalar hazırlanmış mı? Türkçenin cümle bilgisi, stil bilgisi üzerinde gerçekleştirilen monografik araştırmalar var mı? Hiç olmazsa, imlâ ve telâffuz sözlükleri eksiksiz bir şekilde yayımlanmış mı? Noktalama işaretleri, imlâ kuralları tam oturmuş mu?”(106)
SON SÖZ:
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından yeni doğan Türkiye Cumhuriyeti’ni ve yapılan Kurtuluş Savaşını, şair şu mısralarla şekillendiriyor:
“Aman Allahım! …
Bir kurtuluş savaşı değil de
Sanki inanılmaz bir efsane.
Aç leş kargaları misali,
Yedi düvel yemek için çullandı,
Yedi yedisini de yerinden etti.
Yedirmedi ecdadını, yeni doğan evlâdı.”
Yok olduğu zaman telâfisi mümkün olmayan tarihî eserlerinin gözü önünde yok olup gitmesine duyarsız kalan bir neslin, diline sahip çıkmasını beklemek, bilmem çok mu iyi niyetlilik olur; fakat ben yine de ümitliyim. Ümidim o dur ki, o büyük milletin torunları da vatan toprağı kadar kutsal olan diline, Türkçeye, sahip çıkar ve yabancılara yedirmez. Dilimiz ne kadar eski ve güzel de olsa, sahip çıkılırsa yaşayacaktır; yoksa Lâtince gibi ölü diller arasında yerini alır, bu konuda geçmişine bakılmaz.
Buraya kadar yaptığım tüm sürçü lisanları, lütfen affedin. Dil konusunun çok hassas bir konu olduğunu ve yanlış anlaşılmalara sebep olabileceğini biliyorum; fakat benim tek isteğim, dilimizin korunması ve mükemmel bir hâle getirilmesidir. Söylediklerim hangi şekilde anlaşılır bilemem; ama tavrım, sevgim her zaman Türkçeden yanadır.
DİPNOTLAR:
-----------------------------
(1) Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, 12. basım, 2003, s.204.
(2) Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, 12. basım, 2003, s.204. Aynı tarif için bk. Doç. Dr. Sibel A. Arkonaç, Psikoloji, Alfa, 3. baskı, 2003, s.320.
(3) N. Chomsky, 1965. akt. Atkinson, Psikolojiye Giriş, Arkadaş Yayınları, 1999.
(4) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.130,
(5) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.157,
(6) Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, 12. basım, 2003, s.82.
(7) Yard. Doç. Dr. Ertugrul Yaman, dilimiz.com adresinden alınmıştır.
(8) Klaus Liebe-Harkort, hzl. Mehmet Çakır, “Anadil Üzerine Düşünceler, Görüşler”, Schulbuchverlag, Anadolu, 1992, s.46.
(9) Doğan Aksan, Türkçenin Gücü, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1990, s.13.
(10) Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı, SAY Yayınları, İstanbul, 9. baskı, 2002, s.49.
(11) Klaus Liebe-Harkort, hzl. Mehmet Çakır, “Anadil Üzerine Düşünceler, Görüşler”, Schulbuchverlag, Anadolu, 1992, s.45.
(12) Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, 12. basım, 2003, s.226.
(13) Klaus Liebe-Harkort, hzl. Mehmet Çakır, “Anadil Üzerine Düşünceler, Görüşler”, Schulbuchverlag, Anadolu, 1992, s.45.
(14) Prof. Dr. Nimetullah Hafız, Priştine Üniversitesi Öğretim Üyesi, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.215.
(15) Nihat Sâmî Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 18. baskı, 2002, s.310.
(16) Tarih Boyunca Türk Dili Bilgi Şöleni, Karaman; TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, No:81, 1997.
(17) Nihat Sâmî Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 18. baskı, 2002, s.297.
(18) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.129. (Bu konuda, sadece “hürriyet” fikrinin Fransız ihtilâlinden sonra dünyada yarattığı etkiyi düşünmeniz size fikrin silahtan daha güçlü olduğunu göstermeye yeter.)
(19) Klaus Liebe-Harkort, hzl. Mehmet Çakır, “Anadil Üzerine Düşünceler, Görüşler”, Schulbuchverlag, Anadolu, 1992, s.52.
(20) Sebati Ataman, Dil Çıkmazı, Ankara, 1981.
(21) Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, 12. basım, 2003, s.208.
(22) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.63.
(23) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.151-152.
(24) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.176.
(25) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.143.
(26) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.177.
(27) Klaus Liebe-Harkort, hzl. Mehmet Çakır, “Anadil Üzerine Düşünceler, Görüşler”, Schulbuchverlag, Anadolu, 1992, s.46-47.
(28) Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı, SAY Yayınları, İstanbul, 9. baskı, 2002, s.49.
(29) Dilin, kelimenin insan zihnine yaptığı bir basit katkıyı göstermek için şu örneği vereyim: Bildiğimiz üzere “bakmakla-görmek” birbirinden farklıdır. Bakmakla-görmek arasındaki bu farkı kendimiz, elde edeceğimiz tecrübelerle, tespit etmemiz ve buna karşılık bulmamız çok uzun zaman alabilir veya mümkün olmayabilir; fakat dili öğrenirken bu iki kelimenin farkını öğrendiğimizde çok kısa sürede, çok kolay bir şekilde bunları öğrenerek; zihnimizin bakış, seziş açısını genişletir ve zihnimize katkı sağlarız.
(30) Klaus Liebe-Harkort, hzl. Mehmet Çakır, “Anadil Üzerine Düşünceler, Görüşler”, Schulbuchverlag, Anadolu, 1992, s.46-47.
(31) B. Akarsu, Dil-Düşünme-Dünya İlişkisi, Bilim ve Ütopya, Sayı 80, Ankara, 2001, s.12-13. akt. Prof. Dr. İclâl Ergenç, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.132.
(32) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.121.
(33) Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, 12. basım, 2003, s.214.
(34) Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, 12. basım, 2003, s.214.
(35) Yavuz Bülent Bâkiler, Sözün Doğrusu, Türk Edebiyat Vakfı, 3. baskı, 2003, s.296.
(36) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.166.
(37) Nihat Sâmî Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 18. baskı, 2002, s.169.
(38) Yavuz Bülent Bâkiler, Sözün Doğrusu, Türk Edebiyat Vakfı, 3. baskı, 2003, s.45.
(39) Yavuz Bülent Bâkiler, Sözün Doğrusu, Türk Edebiyat Vakfı, 3. baskı, 2003, s.83.
(40) Ömer Seyfettin, Dil Konusunda Yazılar, Bilgi Yayınevi, 1999, s.11.
(41) İsmail Habib Sevük, Dil Davası, İnkılap Kitapevi, 1949, s.115.
(42) Prof. Dr. Nimetullah Hafız, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.215.
(43) Nihat Sâmî Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 18. baskı, 2002, s.147.
(44) Yavuz Bülent Bâkiler, Sözün Doğrusu, Türk Edebiyat Vakfı, 3. baskı, 2003, s.158.
(45) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.39.
(46) Yavuz Bülent Bâkiler, Sözün Doğrusu, Türk Edebiyat Vakfı, 3. baskı, 2003, s.196.
(47) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.173.
(48) Zeki Sarıhan, Araştırmacı-Yazar, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.117-123.
(49) Prof. Dr. Şerafettin Turan, İsmet İnönü, Ankara, 2000, s.533; Prof. Dr. Ş. Turan, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.104.
(50) Prof. Dr. İclâl Ergenç, Bilim Dili ve Ana dili, Bilim ve Ütopya, Sayı 80, Ankara, 2001, s.12-13; “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.132.
(51) Zeki Sarıhan, Araştırmacı-Yazar, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.125.
(52) Prof. Dr. Cevat Geray, hzl. Mehmet Çakır, “Ana dil Üzerine Düşünceler, Görüşler”, Schulbuchverlag, Anadolu, 1992, s.68.
(53) Prof. Dr. Bahtiyar Vahabzade, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.211.
(54) Nuri Kayış, RTÜK Başkanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.39.
(55) Doğan Aksan, hzl. Mehmet Çakır, “Anadil Üzerine Düşünceler, Görüşler”, Schulbuchverlag, Anadolu, 1992, s.16.
(56) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.154.
(57) Feyza Hepçilingirler, Türkçe “Off”, Remzi Kitabevi, 19. basım, 2003, s.46.
(58) İstemihan Talay, Kültür Bakanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, , T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.18.
(59) Ömer Seyfettin’in dediği gibi, “Osmanlıca namında bir lisan yoktur ve olamaz. Osmanlılık bir devlettir. Asla bir millîyet değildir. Osmanlılık bir millîyet olmayınca tabii ‘Osmanlıca’ diye bir lisan da olamaz. Lisanlar ülkelere değil milletlere nispet olunur. Kuzey Amerika’da konuşulan lisana Amerikanca denilmez, İngilizce denilir.” Bu nedenle, Osmanlıca yerine “Eski Türkçe”, “Osmanlı’da kullanılan Türkçe”, “Osmanlı Türkçesi” denilebilir. Ben yine de bir karışıklığa meydan vermemek için atıf yaptığım kişilerin kullandıkları kelimeyi aynen muhafaza ediyorum.
(60) Feyza Hepcilingirler, Gazeteci-Yazar, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.259.
(61) İstemihan Talay, Kültür Bakanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.18.
(62) Turan Oflazoğlu, Yazar ve TDK üyesi, 721. Türk Dil Bayramı/ Karaman, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No:84, 1998, s.30.
(63) İstemihan Talay, Kültür Bakanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.18.
(64) Nuri Kayış, RTÜK Başkanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.35.
(65) Nuri Kayış, RTÜK Başkanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.39.
(66) Nuri Kayış, RTÜK Başkanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.36.
(67) Nuri Kayış, RTÜK Başkanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.36.
(68) Prof. Dr. Özcan Köknel, Bireysel ve Toplumsal Şiddet, Altın Kitaplar Yayınevi, 2. baskı, 2000, s.84.
(69) Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, 12. basım, 2003, s.206.
(70) Feyza Hepçilingirler, Türkçe “Off”, Remzi Kitabevi, 19. basım, 2003, s.44.
(71) Nuri Kayış, RTÜK Başkanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002.
(72) Ömer Seyfettin, Dil Konusunda Yazılar, Bilgi Yayınevi, 1999, s.11.
(73) Nihat Sâmî Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 18. baskı, 2002, s.311.
(74) Vural Öğer, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.5.
(75) Doğan Aksan, Türkçenin Gücü, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1990, s.32.
(76) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.163.
(77) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.181.
(78) Nuri Kayış, RTÜK Başkanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.39.
(79) Nihat Sâmî Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 18. baskı, 2002, s.304.
(80) Nihat Sâmî Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 18. baskı, 2002, s.312.
(81) Prof. Dr. Bahtiyar Vahabzade, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.211.
(82) Emin Özdemir, hzl. Mehmet Çakır, “Anadil Üzerine Düşünceler, Görüşler”, Schulbuchverlag, Anadolu, 1992, s.26.
(83) Doğan Aksan, hzl. Mehmet Çakır, “Anadil Üzerine Düşünceler, Görüşler”, Schulbuchverlag, Anadolu, 1992, s.15.
(84) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı, 2003, s.125.
(85) Prof. Dr. Ahmet B. Ercılasun, dilimiz.com adresinden alınmıştır.
(86) Doğan Aksan, hzl. Mehmet Çakır, “Anadil Üzerine Düşünceler, Görüşler”, Schulbuchverlag, Anadolu, 1992, s.15.
(87) Nihat Sâmî Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 18. baskı, 2002, s.16.
(88) Ömer Seyfettin, Dil Konusunda Yazılar, Bilgi Yayınevi, 1999, s.69-70.
(89) Yavuz Bülent Bâkiler, Sözün Doğrusu, Türk Edebiyat Vakfı, 3. baskı, 2003, s.25.
(90) Yahya Kemal Beyatlı, zikreden: Nihat Sâmî Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 18. baskı. 2002, s.250.
(91) Doğan Aksan, Türkçenin Gücü, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1990, s.9.
(92) Doğan Aksan, Türkçenin Gücü, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1990, s.19.
(93) Doğan Aksan, Türkçenin Gücü, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1990, s.22.
(94) Prof. Dr. Bahtiyar Vahabzade, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.208.
(95) Prof. Dr. Hilmi Hacısalihoğlu, dilmiz.gen.tr adresinden alınmıştır.
(96) Yavuz Bülent Bâkiler, Sözün Doğrusu, Türk Edebiyat Vakfı, 3. baskı, 2003, s.95.
(97) Prof. Dr. Şerafettin Turan, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.96.
(98) Nuri Kayış, RTÜK Başkanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.40.
(99) Bir kelime, deyimlerle, atasözleriyle, türkülerle, şarkılarla, edebî eserlerle canlılığını, güzelliğini dilin içinde devam ettiriyor ve bu konuda Nihat Sami Banarlı şunu diyor: “Türkçede, ‘kara’ kelimesi, aldığı ekler ve birleştiği kelimelerle dilimizde 200’den fazla mânâ ve deyim yaratmış olduğunu; ‘düşmek’ kelimesinin mânâ sayısının; tek kelime ve birleşik sözler hâlinde; yüzelliden fazla olduğunu söylersek, bilmem hayret edilir mi?”
(100) Prof.Dr. Talât Sait Halman, Bilkent Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi, Türk Edebiyatı Bölüm Başkanı, İlk Kültür Bakanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.14.
(101) Prof.Dr. Talât Sait Halman, Bilkent Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi, Türk Edebiyatı Bölüm Başkanı, İlk Kültür Bakanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.15.
(102) Oğuz Haksever, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.74,
(103) Prof.Dr. Talât Sait Halman, Bilkent Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi, Türk Edebiyatı Bölüm Başkanı, İlk Kültür Bakanı, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.15.
(104) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, 16. baskı. 2003, s.45.
(105) Prof. Dr. Hilmi Hacısalihoğlu, dilmiz.gen.tr adresinden alınmıştır.
(106) Prof. Dr. Süleyman Kayıpov, Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.113.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.