- 898 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
330 - EL MÜMİT
Onur BİLGE
Define, Virane’nin asırlık duvarlarına sırtını dayamış, rölyef gibi duruyordu. Sol elindeki piposunu arada sırada dudaklarına götüren hareket göze takılmasa ve savurmakta olduğu kesif duman da olmasa, tam cepheden vermiş olduğu pozla; sükûtu, o put gibi duruşu ve bakarkör heykel gözleriyle, taşlaştırılan II. Ramses’ten farksızdı. Bir, başında örtüsü eksikti.
Bu frontal duruşun haykırdığı ifade belki de insan hayatının ölümsüzlüğe ayarlı olduğunun hissedilme ve hissettirilme haliydi. Firavun da bunu biliyor, hissediyordu. Ancak hazırlığını maddesel yapmakla hata etti. Teslim olmadı. Tüm aczine rağmen kendisini bir şey zannederek kolları sıvayıp asla sahip olamayacağı sıfatları taşımakta olduğunu iddia etmeye cüret etti.
“Ne düşünüyorsun dede?” diye sordu, Ahmet. Yine kahve getirmiş, ondan başlayarak dağıtmaktaydı.
“Hiç… Ölümü…”
“Nasıl düşündün ölümü? Ölüm nasıl düşünülür?”
“Kendi ölümümü düşündüm.”
“Kendi ölümünü mü? Tuhaf! Ne var bunda düşünecek? Zamanı gelince teslim edeceğiz emanetleri.” dedi, Orçun. “Fakat anladığım kadarıyla senin dilinin altında bir bakla var. Haydi anlat! Anlat da kurtul! Biz de kurtulalım meraktan!”
“Var ya! Acı bir bakla, hem de…” diyerek kahvesinden bir yudum aldı ve fincanı tabağa bıraktı. İyice meraklanmamızı ister, anlatmaya nazlanarak başlardı. Yine öyle yaptı. Biraz daha bekleyerek ve bekleterek devam etti: “Hani size evlatlık olduğumu, en yakın akrabalarımı bile tanımadığımı, kardeşlerim olup olmadığını falan bilmediğimi söylemiştim ya… İşte bir gün hastaneye çağırdılar, kayıtlara göre morgdaki kişinin benim erkek kardeşim olduğunu, onu ve ona ait eşyaları ancak bana teslim edebileceklerini söylediler.”
Hayretimizi gizleyemedik. Değişik sesler ve sözcüklerle tepki verdik. Ne kadar ilginçti! Gözlerimizi yüzüne dikmiş, kırpmadan dinliyorduk.
“Kalkıp gittik. Örtüyü açtılar, tıpkı bana benzeyen bir adam yatıyordu orada. Sadece saç sakal farklıydı. Aralık kalan küçük gözler, koca burun, sivri çene, açık alın… Aynı renk saçlar, aynı beden yapısı… Elleri, tırnakları bile aynıydı. O kadar tıpatıp benziyorduk ki bir an kendimi o sandım! Öyle tuhaf bir duygu ki bu! Anlatmak imkânsız! Yıllar sonra bir kardeşiniz çıkageliyor. Size saatini, cebinden çıkan bozuk paraları, adres ve not defterini teslim ediyorlar, giyeceklerini eline tutuşturuyorlar. Haydi, bakalım teşhis et! Teşhis edebilmem için onu önceden hiç değilse bir kere görmüş olmam lazım ama yok öyle bir şey! Varlığından bile haberim yok. Kayıtlara bakılırsa kütüğümüz aynı. Demek ki kardeşim, bu kadar bana benzediğine göre…”
“Nerdeymiş?” “Ne iş yapıyormuş?” “Neden ölmüş?” Hasta mıymış?” “Ailesi yok muymuş?”
“Aman çocuklar! O kadar çok soruyorsunuz ki hangisine önce cevap vereceğimi şaşırıyorum! Yavaş olun biraz! Anlatacağım. Nerdeymiş? Bir pavyonda fedailik yapıyormuş. Vurmuşlar. Nedeni meçhul… “Yıkanacak!” dediler. Gittim, gasilhaneye girdim. Gassal, alışık hareketle işini yapmaktaydı.”
“Gasilhane ne demek, dede?”
“Ölünün yıkandığı yer, Işıl. Kesmesen olmaz sanki!” dedi, Mahir. Dede, devam etti:
“Sıcak su, sabun, pamuk… Elinde bir sünger, köpürterek evire çevire yıkıyor. Döndürdükçe aralık ağzından sular geliyor. Dişlerimiz de aynı şekilde sıralanmış… Aynı ağız yapısı… Onu değil, sanki beni yıkıyor. Bana da: “Tut!” diyor arada, tutuyor, dediğini yapıyorum. Su falan döktürüyor. Üç kere yıkıyor, gereken yerlere pamuk koyuyor, kefene sarıyor. Üstüne de adını bilmediğim toz gibi bir şey serpiyor, gülsuyu döküyor. O mu benim? Ben mi o? Ne zaman öldüm? Neden? Böyle mi gidiliyor? Nereye gidiyorum? Dünyada mıyım, ukbada mı? Varlığından bile habersiz olduğum bu adamın kardeşliğini hissetmeye başladığımdan beri içimde garip bir burukluk, acayip bir acı! İçimi kaplamış bir matem! Ağlasam, faydasız. Ah, ağlayabilsem! İlk defa böyle bir yerdeyim. Böyle bir durumla ilk defa karşı karşıya… O karda kışta, o küçük odada, o buz gibi mermerlerde heykel gibi yatan kardeşim… Benden beş yaş kadar küçükmüş. O mu karşımdaki, ben miyim?”
“Daha önce ölü görmemiş miydin, dede?” dedi, Neşe.
“Gördüm, gördüm de… Babam bildiğim, sonradan beni evlat edinen adam olduğunu öğrendiğim şahsın ölümünü gördüm ama o zaman beni uzak tuttular, yıkamaya falan sokmadılar. Hısım akraba halletti.”
“Neden o kadar etkilendin o zaman? Annem de öldü. Biliyorsun. Onun cansız bedeniyle ilk karşılaşan ben olmuştum. Şoka girmiştim. Olayı sonradan tüm detaylarına kadar hatırladım ama o zaman sanki hafızamda bir şeyler silikti.”
“O mekân, Neşe… Sanki gözlerini açıverecek, kalkmaya yeltenecek gibi… Belki bana öyle geldi. Hem, o şaşılacak benzerlik… Gasilhane, musalla taşı, mezarlık…”
“İnsan ömrü ne kadar uzun olursa olsun, yine de çok kısa! Bir bakmışsın: “Vakit tamam!” demişler, kendini morgda buluvermişsin!” dedim, dalgın bir şekilde. Gerçekten çok etkilenmiştim.
“El Mümit! Ölümü takdir eden, bizleri sıramız geldikçe öldüren, yerimize benzerlerimizi getiren… Siz neyse de çocuklar… Biz, hayatın bittiği yerdeyiz. Bakmayın, bir süre daha vakit tanındığına... O kadar değerlendi ki hayat!.. Zaman o kadar azaldı ki şu yalan âlemde!.. Düşünüyorum da aynı şeyi söylüyorum, tekrar tekrar: “Akıllı insan, nerede daha çok kalacaksa oraya daha fazla yatırım yapar.” Bu bir hadis, artık ezberlemiş olmanız lazım. Ne olur bu yaştan sonra benden, bizim yaşımızdakilerden?”
“Senin için öyle belki de, bizim için yaşamak daha ön planda… Bir tarafta hayat… Sevgi yaratılmış, aşk diye bir şey var. Tesadüf eseri olmayan karşılaşmaları, tanışmaları ve kaynaşmaları, an aksatmadan, vakit saat geldikçe yaşatmakta...”
“Biz, yaşlılar; yolun sonuna gelmiş, şaşkın şaşkın yol arayan zavallılarız. Ben ne biliyorum ki senden daha fazla, Neşe? Fakat birazcık daha gayretli ve dünyadan kopabilmişim o kadar.”
“Ölüm de bir nimet olur bazen. Zorlu hayat görevinin emekliliği… Fena âleminden Beka âlemine intikal… Dünya hapishanesinden kurtulup Allah’ın misafirhanesine doğru yola çıkış… Layık görülene, kabul edilene ne mutlu!” dedi, Mahir.
“Bizler nasıl, nerelerde öleceğiz? Yanarak mı donarak mı? Kimse bir şey bilmiyor.” dedi, Duygu.
"Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz.” dedi, Mahir. Açıklaması yapılmadan geçildi. "Ne ekerseniz, onu biçersiniz." dedi, arkasından. Galiba kabaca anlaşılması içindi.
Ali suda mı yaşadı? Suda boğuldu. Yanarak ölen kız arkadaşımız ateşte mi yaşadı? Böyle tuhaf düşünceler geçti, aklımdan. Sonra: “Çıkmakta olan canı geri çevirsenize! Ona siz mi daha yakınsınız, biz mi?” ayeti… Gayrı ihtiyari şunları söyledim:
“Hiç bilmediğimiz bir âlemde, karanlık bir ormanda yolumuzu kaybetmiş gibiyiz. O kadar ıssız bir yer ve öylesine kimsesiziz ki aslında, sanki haykırdıkça kendi sesimizin yankılanışından başka bir ses işitmemiz mümkün değil! Oysa Kuran sesi var. Ayetler… O ayetler…”
“Bu sabah yine sala ile uyandım.” dedi, Orçun. “Uzaklardan ağıt yakarcacına bir ses geliyordu. Duyuyordum ama kelimeler birbirine geçtiğinden seçemiyordum. Yolun gürültüsünün arasında: “Vefat eden…” dendi ama kim olduğunu duyamadım. Duysam da ne anlamı var? Tanımam, bilmem. Anlamış olsaydım da adı sanı aklımda kalmazdı. Kimin oğlu kim olduğunu da anlayamadım, sadece o klişeleşmiş bölümü anladım: “Cenazesi, Ulucami’de kılınacak öğle namazını müteakip Emirsultan Mezarlığına defnedilecektir.”
“Cebimiz delinse de bozuk paralar düşecek olsa, hemen bir çaresini buluruz. Fakat en değerli varlığımız olan ömrümüzün günbegün tüketmekte olduğunu bildiğimiz halde tedbir almak için elimizden hiçbir şey gelmez. İşte ölüm, geçmişe nazaran o günkü kadar yakın ve gerçek olmamıştı hiç!” dedi, Define içini çekerek.
“Aralıksız nefes alan, bunun farkında bile olmayan bizler için yaşamak o kadar doğal ki! Yadırganansa ölüm...” dedim, yavaşça. Kısa bir süre bekledikten sonra daha canlı bir sesle devam ettim: “Anlatılanlar hayalimde çok kötü anılar canlandı. Ne kadar gariptir, hareketsiz ve savunmasız kalıvermek! Bedeni mezarlığa park etmek ve yola yaya devam etmek… Yola… Yeşertene Soldurana, Yaratana Öldürene, Kâinatı Döndürene… Öyle bir güce ki her şeye hâkim ve her yaratılan, Zatına ram!”
“Ölümü takdir eden O’dur ve önüne geçilemez, Semiray! Bizim yerimize benzerlerimizi getirir ve bizi, bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var eder. Yalan, yalan işte, bildiğimiz dünya... Hepimiz bugün var, yarın yoğuz. Akranlar, arkadaşlar dünya değiştirmekte, dönense hiç yok... O zaman O’ndan Gerçek ne var? Aklı başında kişiler, sayıları yok denecek kadar az. Âlimler, mukarrepler, salihler…”
Ömrü boyunca bir insanın hayatından kimler çıkıp gitmez ki! Uzak yakın akrabaları, arkadaşları, komşuları… Sevilenler sevilmeyenler… O kadar ki yolun sonunda tüm kalabalığı dağılan, yapayalnız kalan yaşlılar vardır. Uğurlaya uğurlaya usanmışlardır; her gidenle kopar, kolları kanatları... Hem de kendi ölümlerinden daha beterdir, bazılarının gidişi!
Her düşen yaprakla bir kişi düşmektedir yere. Hani bir film vardı ya... Penceresinin önündeki ağacın yapraklarını takvim yaprakları olarak görmekte, o yapraklar adedince ömrünün kaldığına inanmakta olan genç kız, sonbaharda sararan son yaprağın düşmesini bekliyordu ve ölmesine razı olamayan sevgilisi, o son sapsarı yaprağı ağaca iple sımsıkı bağlamıştı, asla düşmesin, düşemesin diye. Onun gibi bizler her açan çiçekle açmaktayken he düşen yaprakla toprağa düşmekteyiz.
Hayal ve rüyayla, yaşamak arasında pek fark göremiyorum, bazı hallerde... İkisi de geçmişe akıyor, o veya bu şekilde o hayat kesitini yaşayan, bomboş ellerine hüzünle bakıyor.
Allah geçinden versin! Yerçekimine bağlı, bedenlerimiz... Süspansiyon gibi dibe çökeceğiz sonunda... Her şey gibi aslımıza rücu edeceğiz. Topraktan toprağa... Her şey biter gibidir o olayla ama aslında orada başlar, inancımıza göre tüm güzellikler. Ne demiş, fikir ve dava adamı şairimiz Necip Fazıl KISAKÜREK:
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?...”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 330
YORUMLAR
"Cennet annelerin ayakları altındadır" demiş Yüce Peygamberimiz...
Keşke bu söz iyi anlaşılsa.
Ben derim ki;
"Cennet sizin annenizin ayakları altındadır" dememiş...
"Annelerin" demiş...
Yani "anne" olmaya layık olan herkes Cennet'i hak eder.
Gerçek anlamda anne görevi yapanlar...
Bizi doğurup büyüten annelerimiz...
Dostlarımızı, doğurup büyüten annelerimiz...
Bizlere boy boy çocuklar veren, onları şefkatiyle büyüten eşlerimiz...
"Yeğen tatlı olur" dedirten kız kardeşlerimiz.
Torun sevgisini tattıran kızlarımız ve gelinlerimiz...
Ya Atamızı, Peygamberimizi, saygıyla ve sevgiyle anılan her kim varsa...
Her birisi birer ana kuzusu değil miydi bir zamanlar...
Başımızda analarımız olsun...
Ama gerçek anlamda...
Onu bağışlayan,
Ayakları altına Cennetler seren Rabbimize şükürler olsun...
Annelerin ayakları altındaki Cenneti müjdeleyen...
Peygamberimize salat ve selam olsun...
Kadir Tozlu