Sabah fabrikadan gönderilen şoför beni almaya geldiğinde, saat daha yedi buçuktu. Ben kahvaltımı bile yapamamıştım. Şoför herkesin çoktan çalışmaya başladığını söyleyince şaşırdım. Demek ki bu ülkede günlük yaşam, çok erkenden başlıyordu. O halde, bende kural neyse uyacaktım. İlk günden işe geç kalarak dile düşmemek için kahvaltıdan vazgeçerek, kendime bir sandviç yaptırıp yanıma aldım.
Fabrika müdürü beni gayet güzel bir şekilde karşıladı ve kahve ikram etti. Daha sonra birlikte çalışmayı yapacağım binaya gittik yeniden. Girişin oldukça yüksek demir kapılarını açarken, burada alarm bulunduğunu şifreyle girildiğini söyleyip duvarda bulunan panodan tuşlara basarken, bana da numaraları söyledi. Çıkarken nasıl kapatılacağını da gösterip, elindeki anahtarları bana teslim etti.
Dün geldiğimde, toplantı odası ile patronun odası arasında bulunan bir odayı gözüme kestirmiştim. Ofis olarak orayı kullanacağımı kendisine söyledim. “Elbette, nasıl uygun görüyorsanız” deyip bana başarılar diledi ve odayı temizletip, istediğim gibi düzenlemem için yanıma birilerini göndereceğini söyleyerek oradan ayrıldı.
Besmelemi çekip odaya girdim, evrak çantamı bir kenara bırakıp çalışma masasına geçip oturdum. İçimde garip bir hüzün vardı. Hayal kırıklığı mı yaşıyordum, başarısız olacağım korkusu mu düşmüştü içime yoksa şimdiden evimi mi özlemiştim bilemiyorum! Az sonra, elinde temizlik malzemeleri orta yaşlarda bir kadın ve iri yarı saçları olmayan bir erkek görevli, yüzlerinde kocaman bir gülümseme çıka geldiler. Kadın temizlik işlerini yapacak, erkekte odada yapacağım değişiklikler için, güç gerektirecek işleri halledecekti. Bir iki saatlik bir çalışma sonrası, kendime çok şirin bir ofis odası kurmuştum bile. Çantamda taşıdığım, içinde sevdiklerimin resimleri olan bir iki çerçeveyi de masama yerleştirince keyfim biraz yerine gelmişti.
Ardından, fabrika müdürünü arayarak, bu iki kişinin bundan sonra hep benimle kalıp kalamayacaklarını sordum. Çünkü çok uyum içinde çalışmıştık ve onlardan hoşlanmıştım Müdür, zaten benim ihtiyaçlarım için gönderildiklerini, istediğim kadar benimle kalabileceklerini söyleyince daha da mutlu oldum.
Öncelikle arşiv olarak kullanacağım büyükçe bir oda seçip temizlettim. Sonra birkaç odada işaretlediğim raf sisteminin sökülerek bu odaya kurulmalarını tembihledim. Ben de odalardaki dosyaları bir araya toplamaya başladım. Bir de baktım ki öğlen olmuş bile. Ancak öğrendim ki, bu fabrikada öyle Türkiye’deki birçok iş yerinde olduğu gibi, yemek servisi yokmuş. Çoğu çalışan, sefertasında kendi getiriyormuş yemeğini veya fabrikanın karşısında bulunan kafelerden sandviç yaptırıp yiyorlarmış.
Ha! Bir de yarım saat sonra yeniden iş başı yapılıyormuş. Sonraları gördüm ki, insanların kaç kez kahve molası verdiği, kaç kez tuvalete gitmek için işinin başından ayrıldıklarına bile dikkat ediliyor… Allah’tan bu terk edilmiş o ofis binasında, kendi başıma çalışacaktım ve bu konuda özgür olacaktım en azından.
Aradan üç hafta kadar geçtiğinde, artık çalışmamı rutin bir düzene oturtmuştum. Bu arada kullanmam için bir arabada tahsis edilmişti. İlk kez iki kişilik spor bir araba kullanıyordum ve çok hoşuma gitmişti. Bir süre fabrika arazisi içinde sağdan direksiyonlu arabayı kullanma talimleri yaptıktan sonra, kaldığım motele onunla gidip gelmeye, akşamları sinemaya, hafta sonlarında çevre gezileri yapmaya bile başlamıştım.
Sabahları kalktığımda bu şirin motelde keyifle kahvaltımı yapıyor, öğlen için yiyeceğim sandviçi hazırlatıp fabrikada alıyordum soluğu. Çalışmaya başladığımda, saat mevhumunu unutuyor, gözüm hiçbir şey görmüyordu adeta. Gerçekten büyük bir özveri ile çalışıyordum.Madem bu işe soyunmuştum, başarmadan da gitmeyecektim buradan.
Yine böyle yoğun geçen bir günün ardından Mews’a döndüğüm bir gün, her şeyi bir kenara bırakıp banyoda aldım soluğu. Üzerimdeki yorgunluk ancak böyle giderdi. Su dolarken, jakuzinin içine köpük kremi sıkmayı da unutmadım. Televizyonu açıp enstrümantal parçalar çalan bir müzik kanalı bulduktan sonra, banyoya dönüp, kendimi sıcak suyun içine bıraktım.
“ Off! Ne güzel bir keyifti bu! “ Ama bir süre sonra bu keyfin bir kâbusa dönüşeceğini nerden bilebilirdim ki?
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, baktım soluk alıp verişlerim değişmiş, sanki bayılacakmışım gibi de bir his çöreklenmişti üstüme. Hemen kalkıp sudan çıkmak istedim, ama ne mümkün… Elim ayağım, başım, neredeyse hiçbir uzvum hareket etmiyor, daha doğrusu ben kumanda edemiyorum onlara.
“ Allah’ım” dedim, “ felç mi oldum yoksa? “ Belki de kalp krizi geçiriyordum kim bilir? Olabilirdi, çünkü aile tarihimiz, kalp krizi geçirip göçenler ile doluydu. Başta rahmetli babam. Yani, bize miras bırakılmıştı bu illet. Memleketimden millerce uzakta, bir motelin banyosunda, çıplak vaziyette kaskatı kesilmiş olarak, jakuzi içinde öylece yatıyordum. Tek işleyen yerim de düşüncelerimdi.
Kalp atışlarım, inanılmaz derecede hızlanmış, nefes alışlarım ise tam tersi iyice yavaşlamıştı. Gözümün önünden bir de bütün yaşamım resmi geçit yapmaya başlayınca, “Tamam” dedim, “ Sen öbür tarafa gidiyorsun kızım!” Ama “Hazır değilim henüz” diye direniyor beynim. “Şimdi değil, hele bu vaziyette hiç değil. Lütfen Allah’ım lütfen!!!!!”
Bütün gücümü toplamaya çalışarak kendimi suyun dışına atmaya odaklanarak, iki elimi güçlükle kaldırıp Jakuzinin kenarına yapıştım. Kendimi suyun dışına çıkartmayı başarmıştım. Üzerimdeki köpük ve halsizlik neticesi hızla kayarak, banyonun taşı üzerine yüz üstü serildim. Soğuk taş zemin bir titreme vermişti bedenime. Bu sayede biraz gayretlendim ve sürüne, sürüne lavabonun bulunduğu yere kadar gelmeyi başardım. Ama neredeyse kendimden geçtim, geçecek bir vaziyetteyim. Büyük bir mücadele veriyorum bunun olmaması için
“Hayır, Allah’ım ne olur, en azından üzerime bir şeyler geçirmeme izin ver, ne olur.”
Lavabonun ayağına tutunarak, ayağa kalktım ve soğuk su musluğunu açıp başımı altına soktum. Kış soğuğunda (ki, Aralık ayının ortalarıydı,)on beş, yirmi dakika kadar, buz gibi akan suyun altında tuttum kendimi. Soluk alıp verişim, biraz düzelir gibi olmaya başladığında, doğru bir iş yaptığımı anladım. Sonra yine büyük bir gayret ile askıdaki bornozu alıp üzerime geçirdim. Yalpalayarak, o duvara bu duvara çarparak, odaya geçip, kendimi yatağın üzerine bıraktım.
“Rabbim de sesimi duymuştu. Bu bir çağrı ise, edebimle gitmeme izin verecekti anlaşılan. ”
Bir süre öylece kıpırdamadan yattım, ardından, resepsiyonu arayıp, rahatsızlandığımı ve odaya varsa bir doktor gönderilmesini istedim. Bana ne olduğunu anlamam gerekiyordu. Hemen odama bir doktor gönderildi. Yapılan muayene ve anlattıklarımdan sonra varılan sonuç şuydu.
“Ben, yorgunluktan içim geçip şekerlemeye dalınca, sıcak suyun içinde olması gereğinden çok daha uzun bir süre kalmışım. Bunun sonucu, bütün damarlarım gevşeyip genişlemiş ve kanım çok hızlı bir şekilde akmaya başlamış. Kalbimde aynı tempoya ayak uydurmak için gereğinden fazla atmaya başlamış. Kalp krizi geçirmemiştim, ama eğer kendimi o sudan çıkarıp, soğuk suyun altına tutmayı başarmasaymışım, bu kaçınılmaz bir sonuçmuş."
Saunaya giren insanların çıkar, çıkmaz kendilerini soğuk suyun atmalarının sebebi de, ısıyla genişleyen damarlarının, yeniden toparlanıp, normal haline dönmesi içinmiş. Ben bunu bilinçsiz bir şekilde yapmıştım. Şans eseri meğerse çok doğru bir davranışta bulunarak, hayatımı kurtarmıştım. Nerdeyse, arşiv düzenlemeye gittiğim bu yaban ellerde, uygunsuz bir vaziyette, geçmişin arşivlerine ben kaldırılacaktım…
Ha. Unutmadan, arşiv ne oldu diye merak ederseniz söyleyeyim. İki yıl sürdü bu çalışma, ama değdi. Aynen istedikleri gibi,
İstanbul’dan bir tıkla izlenebilen ve günlük işlenen tüm evrakları da istediklerinde takip edebilecekleri bir sistem bıraktım onlara. Fabrika müdürü ve memurların çoğu, oradan ayrılacağım gün beni kapıya kadar gelip uğurlarken, birçok hediye tutuşturdular elime. Ama içlerinden en değerli olanı, fabrika müdürünün söylediği,
“ It was trash , turned to a treasure in your hands ” sözleri oldu. Yani
“Çöptü, senin ellerinde hazineye döndü.” Bu arada, iki yıl boyunca otelde kaldığımı düşünmediniz inşallah! Başımdan daha ne ilginç olaylar geçti ve ne anılar biriktirdim o memlekette,
vakit bulursam anlatırım söz.
Billur Türkoğlu Phelps Anılar serisinden bir yazıydı