3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
735
Okunma

Piyangocu adam her zamanki gibi gülüşüme karşılık verdi ve geri döndü müşterisine. Para üstü için bozuklukları sayıyordu. Kimi zaman ne zor şeydir, küçük de olsa bir gülücük göndermek… Eğer önünde hep aynı çerçeveden baktığın bir hayat akıp gidiyorsa ve sen piyango biletleriyle özdeş, talih kuşunun hiç konmadığı iki omzunu elden geldiğince dik tutup, içinde bulunduğun ironiyi gözlerden kaçırmaya çalışıyorsan, dudaklarının yukarı çevrilmesi kendiliğinden gerçekleşiveren bir durum değildir genelde… Bir parça takviyede bulunman gerekir.
Piyangocuya nispet yaparcasına, rüzgar gibi estim geçtim kaldırımdan. İçinden geçtiğim görüntüler ve seslerden çok daha değişken içimle haşır neşir, az sonra tadacağım o emsalsiz lezzeti hayal ederek hedefime ilerliyordum. Gittiğim kafe yeni açılmıştı. Kahvesi birkaç günde caddedeki diğer kafeleri hayatımdan silip süpürmüş, orayı her gün uğradığım bir mekan haline getirmeye yetmişti.
Az sonra orada, gerçeği hayalinden çok daha lezzetli kahvemi yudumlarken önümde açık duran kitaptan birkaç kelime ilişti gözüme. Okumayı bırakmıştım az önce. Kimse bilmiyordu, çünkü hala sayfaya bakıyordum görünürde. Ayrıntıların kaçmasını engelliyor, görevli gencin yüzündeki bezginliği yakalayabiliyordum böylece bütünün içinden. Eğer ona baktığımı görse çekip çıkarırdı en az gözleri kadar kendine ait o parçasını. Onun eksikliğini, abartılı bir gülüşle ya da jestle doldurmaya çalışır, iyiden iyiye saklardı kendini.
O yüzden kitabım ve ben ayrılmaz ikili olarak gireriz hep kafelere. Kahve biter birkaç dakika sonra. Sırt tutulmaya, bacak adaleleri kasılmaya başlar. Kalk borusu çalıyordur yavaş yavaş. Ama kafe demek fizik yasalarına meydan okumak, insan bedeninin tahammül sınırlarını en uç noktaya dek zorlamak demektir. İş yerlerine çok benzer bu yönüyle. Ama önemli bir farkı vardır: Bu haddinden fazla uzun süren oturuşların gönüllü olması...
Bu dışarıdan bir esaret gibi görünen ama sandalyedeki şahsın yüzüne bakılırsa hiç de öyle olmayan durumun mantıklı tek açıklaması, buraya gelenlerin derdinin sadece kahve içip sohbet etmek olmamasıdır. Başkalarıyla aramızda kurulan o bütünlüktür aslında, burayı bizim için bu kadar çekici kılan. Bunu sezgilerimizle bilsek de bilinçli olarak pek fark etmeyiz. Görevlilerin güler yüzüne yükleriz memnuniyetimizin nedenini… Sandalyelerin rahatlığına… Güzel müzik seçimine…
Kapıdan girdi nihayet o tanıdık gölge. Adım adım gerçeğe büründü, tam karşımda durdu ve “Çok güzelsin.” dedi. Tam zamanında gelmişti yine. Görevli gencin yüzü ışıldadı birden. Seven kalpler aynaya mı çevirirdi ille de yüzleri? Görmezden gelinen onca şeyle dolu bu evrende görülmeye değer bir duygu yakalayabilmişti bizde demek ki. Onun gözlerinden seyredince biz’i, farklı bir açı kazandı bakışlarım… Masamızı farklı bir ışığa boğarak karşımdaki yakışıklı adama yöneldi. Bendeki tuhaflığı hemen fark etmiş, “hayrola” dercesine göz kırpıyordu bana.
“Burayı çok seviyorum.” dedim, elini avuçlarımın arasına alarak. “Hiç tanımadığımız insanların mırıltıları seslerimize karışırken ve burada kocaman bir ailenin üyesi gibi hissederken kendimi, ıpılık bir duygu kaplıyor içimi ve sen çok uzaklara kaçıyorsun birden. Ben başka bir masaya gidiyorum sanki ve orada oturanlardan birinin bedeninden izliyorum seni. Önceden göremediğim ne varsa görmeye, unuttuğum tüm ayrıntıları yeniden yakalamaya başlıyorum… Ve çok özlüyorum seni. O birkaç dakikalık ayrılık bile katlanılmaz bir acı veriyor. Hemen bedenime dönüyorum o zaman. Tepeden tırnağa yenilenmiş ve sana yeni baştan aşık olmuş bir kadın olarak…”