- 660 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yusuf Usta'nın Hikâyesi
AYNALAR
Çıktığımızda alacakaranlıktı kent. Tarsus’a ulaştığımızdaysa ortalık yeni aydınlanmıştı. Harap haliyle bile, görkeminden bir şey yitirmemiş ünlü Kleopatra Kapısı’ndan geçerken, o ana kadar sesi çıkmayan Yusuf, “Ahh Kleopatra ahh.” diyerek içini çekmiş, doğup büyüdüğü çevrenin bu önemli anıtını fark etmemizi sağlamıştı.
Mersin’i ve Tarsus’u arkamızda bırakıp yönümüzü Toros dağlarına çevirince, doğudan, Adana üstünden beri ovanın bir kızıllığa büründüğünü gördük. Yakmayan, yalnızca aydınlatan ışınlarını üstümüze salan güneş, uçsuz bucaksız uzanan pamuk tarlalarını renkten renge sokuyordu. Taç yapraklarının avucunda yükselen çiğ düşmüş pamuk kozaları, simlerle bezenmiş, göz kamaştıran parıltılar yansıtıyordu. Bir süre sonra tepemize çıkıp bunaltacağını bildiğimiz güneşin, ılık okşayışlarını hissediyorduk bedenlerimizde.
Dört kişiyiz arabada. Altımızda Sendikanın demirbaşı siyah kartalı, üstümüzde sekiz yüz elli kişinin sorumluluğu var. Şube Başkanımız, kimseye güvenmiyor kendisi kullanıyor arabayı. Baştemsilci, yani ben, ön koltuktayım. Arkada esmer güzeli Yusuf usta. Yanında saçlarının erken ağarmasını yaşamının en ciddi sorunu sayan, teknisyen Erol oturuyor. Aramızda otuz yaşın üstünde kimse yok. Ortak duygumuz, eşimizi ve çocuklarımızı arkamızda bırakmış olmanın iç sızısı. Üçümüzün birer, Yusuf’un dört çocuğu var. Daha Torosların eteklerinde çocuklarımızla ilgili çok ‘ilginç’ hikâyelerimizi anlatıp bitirdik. Muhabbete kendiliğinden katılmayan Yusuf Usta’dan da çocuklarından söz etmesini istiyoruz.
Yusuf, “Ben ne anlatayım, bebe işte, verirsen yer vermezsen gözüne bakar oturur. Benim en büyük derdim koca karı. Yetmişini geçtiği halde, ayağını mercimek kütüğüne öyle bir dayamış ki, ölmeye hiç niyeti yok. İnan olsun çocuklardan daha çocuk. Avrat hangisine yetişsin, anama mı baksın, çocuklara mı? Yavan ekmek yeseler ancak yetecek para bırakmışım. Hangi akla hizmetle İstanbul’a götürüldüğümü de anlamış değilim. Sizin her tarafınız denk; konuşun eğlenin, bana boş verin.” diyerek, yolculuğumuzun tadını kaçırmıştı. Uzunca bir süre ağzımızı bıçak açmadı.
Hepimiz ailece tanışıyoruz. Dudağından düşürmediği sigarası ve ağzının sıkılığıyla ünlü şube başkanımızın ayda ne kadar aldığını bilemezdik. Ama Erol’la ben teknisyendik, usta yardımcısı Yusuf’un iki katı aylık alıyorduk. Biz, üç odalı apartman dairelerinde otururken, o babadan kalma, her yanı dökülen, yoksulluktan bir çivi çakamadığı, iki göz gecekondusunda yaşam kavgası veriyordu.
Neşeli bir yolculuk yapacaksak Yusuf’u unutmalıydık.
Konuşmamaya en çok yarım saat direnebildiğimizi sanıyorum. Sonra yine koyuverdik kendimizi. Çalıştığımız ortamda işçi sorunlarıyla o kadar iç içeydik ki şimdi eğlenceli konuların dışında hiçbir şey konuşmak içimizden gelmiyor. Şiirler okuduk. Türküler söyledik. Doğasını beğendiğimiz mor dağların eteklerinde, suları çağıldayan dere kenarlarında mola verdik. Ciğerlerimize oksijen doldurduk. Yol azıklarımızı açtık çeşme başlarında. Başkanın zulasında bulundurmayı huy edindiği, yetmişlik Tekirdağ rakısını bulup, ona yalnızca koklatarak bir güzel içtik.
Yusuf’un her konudaki ayrıksılığı ve suskunluğu, rakıyı görünce yerini, “Sizinle cehenneme giderim.” e bırakmıştı.
Çakırkeyiftik. Arabadaki yerlerimizi aldıktan bir süre sonra, üstümüze bir ağırlık çökmüş, sesimiz soluğumuz kesilmişti. Başkan, birini söndürüp birini yaktığı sigaraları sayesinde cin gibi uyanıktı.
Kafası iyi olan Yusuf, susmuyor, kendini susturamıyordu. ‘Bizim koca karı’, dediği anasından başlayarak, karısına bağlılığından, ona çektirdiği çileden, çocuklarını yeteri kadar yedirip giydiremediğinden, bozuk düzenden söz ediyor, duyduğu acıyı ve isyanı anlatıyordu. Karnı, sofradan yeni kalkmışken bile sırtına yapışık dururdu. İnce dal gibiydi ama çelimsiz değildi. Yusuf, tüm bakımsızlığına, giyim kuşamının yetersizliğine, renginin koyuluğuna karşın içimizde en yakışıklı olandı. Gür siyah saçları, dolgun bıyığı, kusursuz beyaz dişleri onun ilk bakışta fark edilmesini sağlardı. Alçakgönüllü ve sevecen davranır, içinin burukluğunu, yüreğinin zenginliğini gülümseyişine yansıtabilirdi. Karşısındakini ciddiye aldığını göstermekte hiçbir sorun yaşamazdı Yusuf.
Sözün sonunu bir türlü getiremediğini, üstelik dinleyenin de kalmadığını görünce, konuşmayı kesmiş, türküler mırıldanmaya başlamıştı. Söylediği türkünün hangisi olduğunu anlamak için dikkatli dinlemek bile yetmeyebiliyordu. Arada türküyü andıran belli belirsiz bir iki sözcüğün çıktığı da olmuyor değildi ağzından.
“Yoksulun sırtından doyan doyana, doyan doyana.”
Bu sözcük kırıntılarını, türkü delisi benden başka anlayan varmıydı bilmiyorum... Ağzımızın tadını kaçıracak kıl biri değildi Yusuf. Ama neşemizi kaçırıyor, işimizin güçlüğünü, sınıf mücadelemizin vazgeçilmezliğini anımsatıyor, bir bakıma yüzümüze vuruyordu.
Bütün gün kovaladığımız güneş, İstanbul’un yedi tepesinden birinin ardında henüz kaybolmuştu. Boğaz köprüsünün görkemli duruşu, tüm öteki görüntüleri silmiş, yalnızca onunla ilgilenmeye zorluyordu bizi. Başkan, bilgisizliğimizi hoşnutlukla izliyor,
“İstanbul’da göreceğiniz daha o kadar çok şey var ki.” diyerek üstünlüğünün tadını çıkarıyordu. Köprünün üstündeyken, Avrupa kıtasına geçmekte olduğumuzu anımsattı. Yusuf’un ve öteki temsilci arkadaşın İstanbul’a ilk gelişleri, benimse ikinci gelişimdi. Boğazı geçip, beton yığınları arasındaki o karmaşık yol ağlarına takılınca, Yusuf, “Başkan İstanbul dediğiniz buysa ben burada yaşayamam. Kafam allak bullak oldu. Bırakın beni memlekete döneyim.” demişti tüm içtenliğiyle.
Sekiz yüz elli kişinin çalıştığı bir fabrikanın temsilcileri, İstanbul’a eğlenmek, rahat etmek için değil, toplu iş sözleşmesi yapmak için gelmiştik. Öyle kafası bozulanın geri dönmesi diye bir şey olamazdı. Bunu Yusuf da iyi bilirdi. Onu özellikle aramıza almıştık. En düşük ücret alan kesimi, ondan daha iyi kimse temsil edemezdi. Karşımızdaki işveren sendikasına, işçinin çektiği geçim sıkıntısını anlatmakta, Yusuf görmezlikten gelinemeyecek kadar açık ve somut bir örnekti.
O işleri iyi bilen şube başkanımız, Aksaray’da bir otel ayarlamıştı. İki kişilik odalarda kalıyorduk. Yataklar temiz, odalar geniş ve rahattı. Kapakları açık mavi boyalı iki giysi dolabının arasına konulmuş dar bir aynadan başka, yataklarımızın başucunda çekmeceli, küçük birer etajer vardı. Yusuf benimle, başkan Erol’la birlikte kalıyordu.
Akşam, yakın bir lokantada hafif bir yemek yedikten sonra otelimize döndük. Hepimiz yol yorgunuyduk, pek nazlı konuşuyorduk. Yusuf otele geldiğimizden beri ağzını açmamıştı. Sızlanmalarını bile, inci dişlerini göstermeden ağzının içinde hallediyordu. Birkaç kez konuşturma girişiminde bulunduysam da başaramadım. Hiç oturmuyordu. Bu hep mi böyle yapardı, daha önce oturduğunu gördüm mü acaba diye düşünüyorum. Her gidiş dönüşte, aynanın önünden geçerken bir an durup, kendini dikkatle gözden geçiriyor.
Otelde de olsam, uyumadan önce bir öykü okuma alışkanlığımı sürdürmek istiyorum. Sait Faik özen istiyor, Alemdağda Var Bir Yılan elimdeki. Yusuf, zamanla turlarını seyrekleştirmiş, aynaya daha çok takılmaya başlamıştı. Kaşını gözünü oynatarak; önden, yandan, tepeden tırnağa kendini inceliyordu. Aynaya uzunca bir süre gözünü kırpmadan bakıp sonra, iç paralayıcı bir inlemeyle “Aaynalar, aaaynalar” dediğini duydum. Sesinin tınısı, moda olan bir aranjmanı andırıyordu. Parçanın geri kalanını ya bilmiyor, ya da söylemeye dermanı yok diye düşündürüyor beni. İçimden tamamlıyorum sözlerini.
“Harmanım ben harmanım, Kırk satırlık fermanım
Yok dizimde dermanım, Ağlatman beni, söyletmen beni, aynalar aynalar”
Yusuf durmadan “Aaynalar, aaaynalar” nakaratını yineliyor. Sus artık arkadaş desem susacak... Onu susturmak içimden gelmiyor.
Aynanın içinde, Mersin’de yarı aç bıraktığı çocuklarını, hasta anasını, yoksulluk ve umarsızlıktan başka şey veremediği karısını arıyor. Ona olan aşırı sevgisini, verdiği değeri düşünüyorum. Uzun yıllardır tanıdığım bu kadının, yaşadıklarından ya da Yusuf’un tutumundan en küçük bir yakınmasını duymadığımı anımsıyorum. Eşimin yarı şaka, “Yusuf Usta kadar bile olamadın!” dediği, onun eşine davranışının inceliğini örnek gösterdiği geliyor aklıma. Yüzüm kızarıyor. Aynanın içinden evine dönebileceği bir yol arar gibi Yusuf.
Yardım edememenin umarsızlığı içimi parçalıyor.
Onu iyi tanımayan biri olsam, davranışlarından ciddi biçimde kuşkulanır; hemen otel katibine koşar odamı değiştirmesini isterdim herhalde.
Beni de huzursuz etmeyi başarmıştı. İki kez okuduğum tümceyi bile anlayamadığımdan kitabı kapatıp, yorganın altına kaydım.
Yol yorgunluğunun da etkisiyle direnci kırılan Yusuf, Allah’tan erken yattı.
Sabah Yusuf uyandırdı beni. İşveren sendikasıyla karşılaşmak için sabırsızdı.
*
Görüşmeler öğleden sonra başladı.
Sendikamızın genel merkezinden katılan bir yetkiliyle bizim taraf görüşme masasında beş kişiydik.
Karşımızda oturan beş işveren temsilcisi, pahalı giysileri ve bakımlı bedenleriyle, alışık olduğumuz çelişkiyi tüm açıklığıyla sergiliyordu. Her iki taraf, göz göze gelmeden birbirini tartıp değerlendirmeye çalışıyordu. Bizim taraf; genel merkez temsilcisi, şube başkanı, ben, Erol ve Yusuf sıralanmıştık. Yusuf’un karşısındaki, en az yüz kilo ağırlığında, kırmızı besili yüzü sivilcelerle dolu, orta yaşlı biriydi. Burnunun dibinde duran yakışıklı adama bakıp, kıskançlık duymaması olanaksızdı bence.
Ekip başları, çalışmaların hangi yöntemlerle sürdürüleceğini konuştular. Kısa sürede yöntem belirlendi. Notlar alındı. Tutanaklar yazılıp imzalandı. Bizlerin ağzımızı açmamıza gerek kalmamıştı. Çaylar içildikten sonra, ertesi gün saat onda görüşmeleri sürdürmek üzere oradan ayrıldık.
*
Çalışmaların üçüncü günündeyiz.
Yusuf’un kafasındaki karışıklık, ilk bakışta açıkça görülecek kadar ortada. Ne yapsak rahatlatamıyoruz. Görüşmelerde ağzını bıçak açmıyor, huzursuz devinimler içinde her an patlayacakmış gibi görünüyor.
Tartıştığımız, pazarlığını yaptığımız konu, sosyal haklar. Doğum, ölüm, çocuk yardımı ve hastalık halindeki uygulamalarda yeni haklar istiyoruz. Karşı tarafsa, yeni haklar bir yana eskileri kısmak, kenarını köşesini kırparak kuşa çevirmek peşinde.
Çocuk yardımı konusunu tartışırken, şube başkanımız, Yusuf’u göstererek,
“İsterseniz bu maddenin nasıl olması gerektiğini dört çocuğu olan arkadaşımız Yusuf Ustaya bırakalım.” dedi. Masadakiler hep birlikte gülümseyerek, gözümüzü Yusuf’un üstüne çevirmiştik. Kendine yöneltilen bakışlarda alaycı, küçümseyici bir hava sezen Yusuf, kabadayı bir edayla, “Bi dakka, bi dakka.” diyerek ayağa kalktı.
Gülümsemeler siliniverdi birden.
Esmer yüzü iyice kararmış, gözleri çakmak çakmaktı. Üstünde yansısını gördüğü, ayna gibi parlayan ceviz kaplı masaya, yumruk yaptığı parmaklarını vurarak,
“Birincisi, İstanbul’a kendi bebelerimin ekmek parasını kazanmak için gelmedim. Bu yanlıştır. İkincisi de, bebelerimi kimseye oyuncak ettirmem.” dedi. Karşı konulmaz bir kararlılık vardı yüzünde.
Tıkanmış olmalıydı. Birkaç kez yutkundu. Kimsenin yüzüne bakmadan, salonun her yanını gözden geçirdi. Titreyen sesini denetimi altına almak için zaman kazanıyordu sanırım. Hazır olduğunu anlamış olmalı ki “İçinizde, çocuklarını aç karnına yatağa girmeye zorlayan kaç kişi var? Benim çalıştığım yerde çok. Tabii ki paranız, canımızdan da çocuklarımızdan da değerlidir. Paradan büyük ne var ki? O hepimizin Allah’ı kitabı her şeyi. Yalan mı? Doğru değil mi arkadaş?” Sandalyesini geri itti, masadan uzaklaştı. Gözleriyle salonun kapısını arıyordu. Kalkıp koluna girdim, “Yusuf yapma, gel otur. Bu işler konuşup tartışarak çözülür, kimsenin seninle alay ettiği filan yok.” dedimse de, kapıyı bulan Yusuf, öfkeyle kendini dışarı attı.
Toplantının bitiminde, arkadaşlarla Beyoğlu’na yürüdük. Yusuf’u aramamaya karar verdik. Kendini dinlemesi için fırsat vermemiz gerektiğini düşünüyorduk.
Akşam geç saatte döndük otelimize.
Yusuf’u, kafesteki kurt gibi dolaşır bulmak umuduyla girdiğim oda boştu.
Benim etajerin üstünde beyaz, çizgili bir mektup kağıdı.
Yazı çok kötü yazılmış ama söküyorum. Şöyle diyor.
“Başkan beni anlamaya çalış, ağzıma kadar doluyum. Burda her şey üstüme üstüme geliyo, gitmezsem delirecem. Masada bir işe yaramadığımı gördün. Belki de zararlı oluyom. Evime döneyim. Onların bana ihtiyaçları var. Doğru değil mi? Ayna için kusura bakma, sen hallet ben sana öderim. Yusuf.”
Boy aynası, baş hizasından yediği bir darbeyle ezilmiş ama, dağılıp yerlere saçılmamış. Aynayı iki yandan sıkıştıran dolaplarından soldaki Yusuf’un, açtım. Fermuarı bozuk, ortasından kınnapla bağlanmış küçük çantası yerinde değildi.
Arkadaşlara haber verdim.
Geç saatlere kadar Yusuf’u konuştuk.
Üstümüzden bir ağırlık mı kalkmıştı ne?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.