- 609 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
328 - EL MUÎD
Onur BİLGE
Define, meşhur sandalyesinin yerine, Duygu’nun komşusunun evine fazla gelen koltuğu koymuş, artık ona kurulmaktaydı. Oldukça eski, içi saman dolu, bordo yüzü solmuş, iyice aşınmış fakat rahat bir koltuktu. Ahşap arkalığında, kol uçlarında ve ayaklarında el emeği oymalar vardı. İskemlesi kadar kolay olmasa da bir süredir oradan oraya onu sürüklemekteydi. Ne ehlikeyif insandı!
Ona geçer geçmez, elcik kedi ayaklarına sürünmeye başlar, karşısına geçer, gözlerini gözlerine diker, kucağına atlamak için sağ elini sağ bacağına vurarak:
“Sarı! Haydi, gel bakalım!” demesini dört gözle beklerdi.
Kulaklarını dikerek sabırsızlıkla beklemekte olduğu bu sözü duyar duymaz ok gibi fırlar, dizlerinin arasına oturur, okşandığı sürece keyifle mırıldanırdı.
Daha yavruyken ne olmuşsa olmuş, dişetleri parçalanmış, dişleri kırılmıştı da hasar görenlerin çekilmesi gerekmiş, yerine yenileri gelmişti. Çocuklarda diş değiştirme oluyordu, kedilerde de olduğunu o zaman görmüştüm. Bela paratoneri Sarı’nın başı dertten kurtulmuyordu. Çünkü o sokak kedisi asıllıydı ve ne kadar sahiplenilmiş olursa olsun, karakterine uygun hareket ediyor, vahşi kedilerle arkadaşlık etmeye kalkıyor ve mutlaka zarar gören taraf oluyordu. Birkaç aylık yavruyken bir keresinde de yine onlarla boğuşurken olsa gerek, o sapsarı kuyruğu alt tarafından bıçakla kesilmiş gibi kırılmış, bir süre öyle gezmek zorunda kalmıştı. Daha sonra koparak düşmüş, kısa bir süre kuyruksuz kaldıktan sonra yerine yeni bir kuyruk çıkmaya başlamış, zaman içinde gelişimini tamamlamış, öncekinin aynısı olmuştu. Zaten adını kuyruğundan alan, diğer yerleri bembeyaz olan Sarı’da sarılıktan eser kalmamıştı. Adı söylendiğinde bakmayacak zanneder hale gelmiştik. Bir ara adını değiştirmeye kalktık. Bembeyaz bir yün yumağı gibiydi. Kartopu falan desek daha uygun olurdu. Fakat Define, onun buz baltası olmadığını, sıcak bir hayvan olduğunu, dizlerini ısıttığını söylüyor, o ismi ona hiç yakıştıramıyordu.
Yine balık yenmiş, tabaklarda kalanlar kedinin önüne konmuştu. Daha Sarı yemeye başlar başlamaz nerde kedi varsa toplanmış, birbirlerine sokularak yemeye koyulmuşlardı. Işıl, bir süre onları seyrettikten sonra dönüp şöyle dedi:
“Hani dede, sen derdin ya… Sür üfürülünce, insanlarla beraber hayvanlar da tekrar yaratılacak ve hesaplaşma başlayacak. Sonra onlara: “Türap olun!” denecek, pişman olanlar: “Keşke biz de türap olsak!..” diyecekler ama onlar artık asla toprak olmayacaklar.” Dede sakin sakin cevap verdi:
“Bunu ben değil, Kuran söylüyor, kızım. Aynen öyle olacak.” O sırada kediler birbirlerine tıslamaya başladılar. Dişlerini gösterip, pençe atarak ganimetin hepsini ele geçirmek amacıyla hır çıkardılar.
“Ama dede… Baksana şu kılçıklara! Onları da kediler yiyor. Hem birbirlerini, hem kalıntıları… Geriye ne kalıyor? O balıklar tekrar nasıl oluşacak? Hangi ana maddeden?” Hem laf yetiştiriyor hem de yan gözle kedilerin hırlaşmalarını takip etmekten de geri kalmıyordu.
“O balıklar oluşmayacak, Işıl Kız. Tekrar yaratılacak. Onları yoktan ve örneksiz halk eden Hâlık, “Ol!..” emriyle tekrar var edecek.” Işıl, imanını pekiştirememiş miydi? İnanmaz tavırla deşeledi:
“Ne kadar eminsin, dede!” Dede, kuru gürültüye pabuç bırakacak cinsten değildi. İddiasını, kendinden son derece emin bir tavırla pekiştirdi:
“Adım kadar, ondan da çok eminim! Hatta kadınları tekrar yarattığında onlar hangi yaş ve durumda olurlarsa olsunlar, daha önce kendilerine insan veya cin eli değmemiş bakireler olarak yaratacak.” Aralarında ilginç bir konuşma geçmekteydi. Kulak kesildik. Bu arada Ahmet cezveyi taşırmıştı, Duygu kahve servisi yapmaktaydı. Alçak sesle Çiçek’in tüy döktüğünden yakınmaktaydı. Neşe; üzülmemesini, muhabbet kuşlarının sıcaktan hoşlanmadıklarını, havaların soğumakta olduğunu, o nedenle artık dökülmenin azalması ya da durması gerektiğini söylemekteydi. Ahmet ise bütün kuşların bu mevsimde tüy değiştirdiklerini, bütün hayvanların kışa hazırlandığını, üşümemeleri için gerekene gerekenin verildiğini söylemekteydi. Bir yandan da diğer tarafı dinlemekteydim. Zor oluyordu ama dikkatli dinleyince çoklu konuşmaları da hafızaya alabiliyordum. Işıl sormaktan bıkmıyor, Define cevaplamaktan usanmıyordu. Hem de koltuğunun arkalığına yaslana yaslana…
“Nerden biliyorsun? Öyle bir ayet mi var?”
“Var tabi ki! Olmasaydı nereden bilecektim? Tekrar yaratma hakkında çok ayet var. Allah’ın gökten belli bir ölçüye göre su indirdiğinden, onunla ölü bir memlekete yeniden hayat verildiğinden bahsedilmekte ve bizim de kabirlerinizden o şekilde diriltilip çıkarılacağımız bildirilmekte. Öncekilerin ve sonrakilerin tekrar yaratılacağına, belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacağımıza değinilmekte... Ayrıca, senin sorduğun soru da cevabı da Yasin Suresi’nin sonunda yer almakta…”
“Hayret ki ne hayret, dedeciğim ya! Nasıl yaratacak onca insan ve hayvanı tekrar bir anda ve nasıl bir araya toplayacak?”
“İlkin nasıl yapıp yaydıysa, öyle öldürecek ve diriltip bir araya getirecek. Bu kadarla kalmayacak, biliyorsun, hesaba çekecek! Sonrası malum… Üçe ayrılacağız.”
“Ondan eminim. Verdiği nimetlere şükretmeyen, aksine azan kavimleri nasıl helak ettiyse, hak edene hak ettiğini verecek. Yine de muazzam bir şey bu herkesin ve her hayvanın tekrar hayat bulması! Akıl alacak gibi değil!..”
“Akıl almaz işleri vardır. Bu işi de El Muid sıfatıyla yapmakta olduğu gibi yapacak.”
“Nasıl yapmakta olduğu gibi?”
“Her yıl tekrar hayat bulan bitkiler yok mu? Her kışın sonunda bir bahar? Seni her gece uyutup uyandırmıyor mu? Çıkan dişlerinin yerine daha güzel, daha büyük ve daha sağlam dişler yaratmadı mı? Çıkan tırnakların yerine yepyeni tırnaklar gelmiyor mu, öncekilerin aynısının tıpkısı?”
“Evet, evet… Kertenkelenin kuyruğu… Kopunca çatal çıkıyor. İki kuyruk gibi… Tuhaf ama gerçek…”
“Kendisini yenileyen veya tamamlayan organlar var. Bana tabiat dersi verdirtme şimdi. Ben bu konuları sizin kadar bilemem. Kalanını siz anlayıverin işte! Tababet de tahsil etmedim ben.”
“Bizim tababetimiz de yarım kaldı. Keşke kaybımız da yerine gelseydi! Kaybettiğimiz yenilenseydi.”
Işıl’ın ne demek istediğini sadece biz anladık. Define ile göz göze geldik. Üzgündük. Işıl’ın maksadı, o menhus olayı hatırlatarak bizi üzmek değildi. İşi hemen şakaya vurdu:
“Sen de yaşlanmışsın ya, dedeciğim. Artık diyorum ki… Yani… Baksana, ölene yeni bir beden veriliyormuş. Hem orada otuz üç yaşında olunacakmış.”
“Yani hemen öte tarafa gideyim, öyle mi? Aferin sana! Bak, bunu da avucuma yazdım. Asla unutmam! Öyle olsun bakalım! Zamanı gelince hatırlatırım.”
“Kızma be dede! Yaşlanmışsın, yaşlanmaya devam etmektesin işte! Kabul et bunu!”
“Tabi ki yaşlanacağız. Yaşlandıranın işine karışmak ne haddimize!.. Gerçek Mümin olduktan sonra… Gençleştirip cennetinde ağırlayacağını bile bile... İtirazınız mı var? O zaman? Hem ben yüzümü, sizin yüzlerinizden daha anlamlı buluyorum. Ben böyle bakabilmeyi yarım asırda öğrendim. Göz göz olmuş, bakmayı beceremiyorsa neye yarar? Aza vazifeye tâbi!”
“O ne demek dede?”
“Seninle de hiç anlaşamıyoruz, Neşe. Sahip olduğumuz organlar, verdiğimiz görevlere göre hareket ederler. Allah el vermiş, veremiyorsan; bel vermiş, bükemiyorsan; baş vermiş, eğemiyorsan ne işe yarar?”
“Hıh! Sanki şimdi anladım! El ne verecek? Bel neden bükülecek? Çelik olsun, kırılsın ama asla bükülmesin! Baş eğilmemeli! Dimdik tutulmalı! Öyle öğrendik biz!”
“El, zekât vermeli! Sadaka vermeli! Bel, Allah’ın huzurunda bükülmeli, rükûa varmalı! Baş eğilmeli, secde etmeli!”
“Yine namaz…”
“Evet, namaz! Hep namaz! İlle de namaz!.. Namazsız olmaz, Bizim Kız, olmaz!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 328