DÜŞÜNCENİN EVRİMİNDEN ÇIKARILABİLECEK BAZI DERSLER
DÜŞÜNCENİN EVRİMİNDEN ÇIKARILABİLECEK BAZI DERSLER[*]
ALİ TÜRER
Weber’in tanımından esinlenerek felsefenin evren ve yaşam hakkında sistemli ve evrensel bir açıklama denemesi olduğunu söylenebilir. Felsefenin insanın doğayı, kendini tanıma, geleceğini güvence altına alma isteğinin; bu amaçla düşüncelerini organize etme çabasının bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz.
İnsanın “Yaşamın anlamı nedir?”,”Ben ne için varım”,”yaşananlar neye bağlı olarak ortaya çıkıyor?” sorularını kendine sormaya başlaması insanlık tarihi kadar eski olmalıdır. İlk felsefi tutumların M.Ö. 6. yüzyıla kadar izini, mitoslarda, (Gılgamış Destanı MÖ 2000, Eski Ahit MÖ1300, İlyada ve Odessa MÖ 1000), Budizm(MÖ 600) Konfiçyüscülük (MÖ 551-479),Zerdüşlük gibi ilk dinsel düşünce sistemlerinde sürebiliyoruz.
Her düşünce sistemi yaşam hakkında evrensel bir açıklama denemesinde bulunurken ister istemez bir risk alır. Düşünce sistemleri gerçeğe uygunluk, iç ve dış tutarlılık, kapsamlılık, bütünlük vb.. ölçütlere göre ele alınır, değerlendirilirler. Tabi düşünsel yapılar üzerine söylenen sözler, değerlendirmeler sonuçta görelidirler, sözcüğün geniş anlamıyla “şimdilik” dirler. Yani zaman içinde bir düşünce sisteminin gerçeklik karşısındaki konumunun nasıl bir değişim göstereceği önsel olarak bilinemez.
Gerçeği güvenilir biçimde araştırma, evrendeki her şeyi sistematik bir biçimde inceleme ve yorumlama girişimi olarak ilk felsefi tutumların MÖ 6. yüzyılda Anadolu’nun Ege kıyılarında İonya’nın Miletos, Ephesos gibi kentlerinde ortaya çıktığı kabul edilir. Bunun ilk örneği Miletoslu Thales’dir (MÖ 625-545). Thales evreni biçimlendiren ana varlığı, “arkhe”i su olarak kabul etmiştir.
Materyalizm ve idealizm ve felsefenin etrafında geliştiği iki temel eksen oldu. Materyalizmin belli başlı temel ilkelerini ilk ortaya atan düşünür Demokritos’tur. Demokritos’a göre:
· Hiçten hiçbir şey ortaya çıkmaz, var olan hiçbir şey yok edilemez. Evrendeki her şey parçaların birleşmesi ve ayrılmasından başka bir şey değildir.
· Hiçbir şey rastlantıyla meydana gelmez evrendeki her şey bir nedenden ötürü ve bir zorunluluğun etkisi ile ortaya çıkar.
· Atomlar ve boşluktan başka hiçbir şey yoktur. Geri kalan her şey sadece varsayımdan ibarettir.
· Atomlar sonsuz sayıdadır ve biçimleri sonsuz bir çeşitlilik gösterirler. Atomların birbirleri ile ilişkilerinden sayısız düzeyde dünyalar ortaya çıkar. Şeylerin birbirlerinden farklılığı atomların sayı, büyüklük ve düzenlenişlerinin farklılığından meydana gelir.
· Ruh özel bir maddedir. bu madde tüm evrene yayılmıştır. Bu madde tüm evrene yayılmıştır. Bu hareketli atomların bedene nüfuz eden hareketlerinden yaşam olayları doğar.
Bu ilkelere erekselliğin karşıtlar arasındaki ilişki ve çatışmadan ortaya çıktığı ilkesi de eklendiğinde günümüzün materyalist yaklaşımına ulaşılır. İsa’dan önce 6. yüzyılın sonunda yaşayan Heraklitos ise diyalektik yöntemin iki temel önermesini geliştirir.
· Her şey çekişme ve savaşımdan doğmuştur.
· Her şey sabit bir akış içindedir.
Heraklitos’a göre, aynı ırmağa iki kez girilemez; birbirinin karşıtı olan yüksekle alçak olmadan uyum, dişisiz ve erkeksiz de canlılar olmaz.
Eski Yunan kent devletlerinde, devlet içinde rol oynayacak becerikli yurttaşlara gereksinim duyulur. Sofistler böyle bir gereksinimi karşılamak üzere ortaya çıkarlar. Duyu organları aracılığı ile oluşan sanıların insana göre değişeceğinden hareket ederler. En tanınmışlarından biri de Protogras’dır. Sofistlerin “bilgi işe yaramak içindir” yaklaşımında 20. yüz yıl eğitim düşüncesini etkileyen felsefelerden Pragmatist Felsefenin; Bireyin algısını temele alan yaklaşımlarında ise Naturalist Felsefenin ipuçlarını bulmak mümkündür.
Sofistlerin keyfiliğe, bireysel tatmine dönük yaklaşımları, iktidarı elinde tutanlar için oldukça uygun bir ortam yaratıyordu. Bu yozlaşmaya tepki Sokrat’tan geldi. Erdemsizliğin ya da kötülüğün yalnızca bilgisizlikten kaynaklandığını belirten Sokrat, insanlara neyin doğru olduğunu kavramaları, kendilerini tanımaları için sürekli arayış içinde olmalarını öneriyordu. Sokrat (M.Ö 469-399) diyalektik yöntemin iki aracı olan tanımlama ve tümevarım yöntemlerini ilk kez kullanan düşünür oldu.
Sokrat’ın öğrencisi Platon ise İdealist Felsefe ile ilgili ilk adımları attı. Platon’un yapmak istediği şey kent devletlerinin yasalarını ussal olarak savunmak; onlara evrenin yönetimine ilişkin tanrıcı bir anlayışla desteklenmiş mutlak-aşkın bir geçerlilik, bir meşruiyet, kazandırmaktı.
Platon öz ile biçimi (formu) birbirinden ayırır. Platon’a göre “idea” cisimsel olmayan, tinsel olan bir biçim, bir ilk örnektir. Asıl gerçektir.Hiç değişmez, kendisi ile hep aynı kalır. Yani cisim maddidir (özdeksel), sürekli oluş halindedir. O nedenle de gerçek değildir. Gerçek olan “töz”dür. Böylece ortaya birbirinden bütünüyle farklı iki dünya ortaya çıkar. Bu iki varlık türünü birbirinden farklı iki tür bilgi ile araçlar ile kavrayabiliriz. İdealar ancak düşünce ile akıl bilgisi ile kavranabilir. Görüngüleri (cisimleri) ise duyularımızla, duyularımızın bilgisi ile kavramaya çalışırız. Ancak duyularımızla edindiğimiz bilgi gerçek bilgi değildir. Yanıltıcı olabilir. Gerçek bilgiye akıl yolu ile ulaşılabilir.
Görülebileceği gibi Platon Felsefesini oluştururken kendisinden önceki bütün felsefi birikimden yararlanmıştır. Platon’un Heraklit’in “oluşçu” algısından, Demokritos’un atomculuğundan, Sofistlerin duyumculuğundan ve hocası Sokrat’ın aklın edimini öne çıkaran yaklaşımından yararlanarak yeni bir senteze ulaştığı söylenebilir.
Aristoteles de (MÖ 384-322) felsefesini oluştururken başta hocası Platon olmak üzere önceki doğa incelemelerinden yararlanır. Aristotoles’in eseri döneminde insan bilgisinin gerçek bir ansiklopedisini oluşturur. Aristoteles, Materyalist bir yaklaşımı benimser. Nesnelerin detayları ile ilgilenir. Gerçekliğin somut nesnelerde veya onların gelişim sürecinde mevcut olduğunu düşünür. Ona göre her ortaya çıkan şeyin kendine özgü bir nedeni vardır. Bütün varlık belirli bir amacı gerçekleştirmek için oluşur. Bu oluşu başlatan ilk devindirici mutlak gerçeklik (salt form) “tinsel ilke”dir.
Aristotoles’in Metafizik Felsefesi şöyle özetlenebilir.
· Doğa sürekli bir oluş halindedir. Bu salt maddenin kendini salt “form”da gerçekleştirmeye çalışmasında ifadesini bulur.
· Aynı zamanda bu, tanrılığın “değişmezlik” ve tinsellik” niteliklerine doğru bir gidişi gösterir.
· Doğada birbirinden farklı iki bölge vardır. Gökyüzü dünyasını oluşturan cisimler, sürekli bir dairesel hareket halindedir. Yeruyüzü dünyası ise su, toprak, hava , ateş sürekli çizgisel-doğrusal hareket halindedir.
· Bütün doğa varlıkları tanrılığa doğru bir gidiş halindedirler.
· Doğada yaşanan bütün olaylar; hafif, ağır, sıcak, soğuk, tatlı, acı vb.. niteliklerin birbirlerine dönüşmesinden meydana gelir.
· Canlı-cansız diye köklü bir ayrım yoktur.
Aristotoles ile Antik Yunan Felsefesi sona erer. Onu takip eden Helenistik felsefe’nin en önemli temsilcilerinin başında Epikuros (341-278) gelir. Epikuros Demokritos’a dayanarak materyalist-doğacı bir felsefe geliştirir. Ona göre olaylar doğal nedenlerden meydana gelir. Amaç mutluluk olduğuna göre insan ölçülü, hesaplı akıllı yaşamayı bilmelidir. 3. yüz yıla kadar Epikurosçuluğun sert sıkı ve düzenli, yoksulluklara katlanmayı öneren çileci ahlak anlayışının etkisi devam eder.
Skolastik dönem üç dönemde incelenebilir:
Birinci dönemde (800-1200) “bileyim diye inanıyorum” anlayışı egemendir. Bu anlayış içinde kavramlar (idealar) nesnelerden önce gelir. Bu dönem Batı’da dinle felsefenin eklemlendiği görece kısır bir dönemdir. Bu dönemde felsefi ve bilimsel üretimin merkezi İslam ülkelerine kayar. Abbasiler döneminde Basra’da akıl ile inancı bir biri ile bağdaştırmaya çalışan bir okul (meşşailik) gelişir. Bu döneme damgasını vuran iki isim İbni-Sina ile İbni Rüşt’dür. Arap ülkelerinde bu dönemde tanık olunan zenginlik yalnızca felsefe ile de sınırlı değildir. Bu dönemde İslam dünyasında Astronomi, matematik, tıp, coğrafya gibi bilim dallarında olağanüstü bir gelişme yaşanmaktadır. İslam Ülkelerindeki bu gelişme sürerken Batı’da skolastiğin etkisi ile bilimsel ve düşünsel gelişmenin üstüne ölü toprağı serpilmiş gibidir. Batı kendisini Rönesans’a taşıyacak kaynağı, bu düşünsel, bilimsel gelişmeden alacaktır.
Skolastiğin ikinci döneminde Batı’ İbni Rüşlt’ün kurduğu felsefi köprüden Aristoteles’i, Eski Yunan Felsefesini yeniden keşfedecektir. Bu köprünün kurulmasında Haçlı Seferleri’nin (10095-1270) çok önemli rolü olacaktır. Öte yandan bu dönemde feodalizm 11. yüzyıldan itibaren çözülmeye başlayacak, Burjuvazinin geleceğin belirleyicisi sınıf olarak tarih sahnesindeki yeri giderek belirginleşmeye başlayacaktır. Skolastiğin bu döneminin şiarı “İnanayım diye biliyorum.”dur. Aquinolu Thomas (1225-1274), dinin doğruları ile aklın (yani deneyin) doğrularının iki farklı bilgi kaynağı olduğunu ileri sürer.
Skolastiğin üçüncü dönemi ise Ampirizm’e (deneyciliğe), Rönesans Felsefesine bir çeşit hazırlıktır. Bilinen ile bilinemeyen arasındaki ayrım artık açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Deney her türlü bilinin kaynağı olarak görülmeye başlanmıştır. Ancak, deney üstüne ise ancak inançla ulaşılabilir, düşüncesi korunacaktır. Skolastik düşünce aslında akıl ile dini uzlaştırma iddiası ile ortaya çıkmıştır. Ancak toplumsal değişim karşısında Hıristiyanlığın dogmalarına sıkı sıkıya bağlı kalışı ile din ile felsefe ve bilimin birbirinden kesinlikle ayrılmasına; deneyciliğin gelişmesine yol açmıştır.
Rönesans (14-17. yüz yıllar) Aydınlanma için (18.-19. yüz yıllar) bir hazırlık dönemidir. Bu dönemde felsefe yeniden çiçeklenip açacak, zenginleşmeye başlayacak; büyük coğrafi, teknolojik, atılımlara; dini reform arayışlarına tanık olunacaktır. Bütün bu gelişmelerle Feodalizmin giderek çözülmeye yerini kapitalizme bırakmak için hazırlanmaya başlayacaktır. Rönesans, merkezinde hümanist düşüncenin yer aldığı yeni bir doğa anlayışı getirir. Bireycilik, inançta, ahlakta serbestlik düşüncesi yaygınlaşır. Machiavelli (1469-1527), Campella (1568- 1639), Francais Bacon (1561-1626), Kopernik (1473-1543), Kepler (1571-1626), Galileo Galilei (1564-1642), Decardes (1596-1650), Pascal (1623-1662), Thomas Hobbes (1588-1679), Spinoza (1632-1677), Leibniz (1646-1716) dönemin önde gelen bilim ve düşün adamlarıdır.
Yol gösterici bir şüphecilikten yola çıka Decardes eleme yolu ile şüphe edilemez bir gerçeğe ulaşmaya çalışır. Ona göre şüphe dolaylı bir yoldan da olsa ispatlandı mı, dış dünyanın varlığı “düşünüyorum öyle ise varım” kadar kesinlik kazanır. Aydınlanma’nın İngiltere’de ortaya çıkmasında hazırlayıcı bir rol oynayan, bilime dayanan bir yaşama anlayışı geliştirmeye çalışan Locke (1632-1704) bilginin, düşüncenin kaynağını deneyde bulur.
Aydınlanma Felsefesi, yeni bir sosyo-ekonomik toplumsal sistem için (kapitalizm için) düşünsel alt yapı oluşturur. Bu felsefe içinde akla, doğaya, insanlığın mutluluğuna aykırı bütün boş inançlara baş kaldırılır. Bu başkaldırış burjuvazinin talepleri ile örtüşür. Kapitalizmin siyasal dünya görüşü (liberalizm) haline gelerek siyasal tarih içindeki yerini alır. Liberalizm feodal imtiyazların yerini mülkiyet kavramının almasını; mülkiyetin doğal dokunulamaz bir hak olarak tanınmasını talep etmektedir. Herkes yasa önünde eşit olmalı; şövalyelik, soyluluk gibi kavramlar çöpe atılmalıdır. işgücünün serbestçe alınıp satılabilmesi için kapitalizmin insanın toprağa bağımlı olmaktan kurtulmasına, özgür olmasına ihtiyacı vardır.
J.J. Rousseau (1712-1778) “Toplum Sözleşmesi”nde insanın özgür olduğunu, öyle ise özgür kalabileceği bir siyasal birlik türü bulmak gerektiğini ileri sürer. Montesquieu yasama, yürütme, yargı erklerinin sistem içinde birbirinden ayrılması gerektiğini (kuvvetler ayrılığı ilkesi) savunur. d’Alanbert ile kuşkucu bir tutumla başlayan Diderot ile materyalist bir çizgiye oturan Ansiklopedi hareketi aydınlanma hareketi içinde kendine özel bir yer edinir. Bu hareket bilginin yayılmasında çok önemli bir rol üstlenecektir. Berkeley (1768-1853) gerçekliğin maddi değil tinsel olduğu, sözcüklerimizin somut tasarımlarımızın bir ürünü olduğu biçiminde bir idealist felsefe (adcılık) geliştirirken Davit Hume (1711-1776) olasılıkla yetinen fakat kesin bir bilgiye varılacağına inanmayan bir kuşkuculuk geliştirir. Kant (1724-1804) ise metafiziğe karşı çıkar, çünkü duyularımızı aşan dünya bilgi bakımından bize kapalıdır. Önemli olan bilgi yetimizin bilgi sürecine katkılarıdır. O nedenle Kant önsel bilgiyi sonsal olan deney bilgisinden üstün sayacaktır. Hegel ise (1770-1831) kapalı mantıksal bir felsefi sistem kuracaktır. Hegel’e göre gerçeğin özüne deneye başvurulmadan, yalnızca düşüncenin sınırları içinde kalınarak varılabilir. Buna varmak için ise diyalektik yöntemi önerecektir. Çünkü bütün kavramlar diyalektik bir devinimle birbirinden çıkarlar.
Kapitalizmin Liberalizmin elinde özgürlük, eşitlik vaatleri ile, “hümanizm” idealleri ile gelmesi toplumda ilk başta büyük umutlar uyandıracaktır. Sanayi devrimleri İngiltere’den başlayıp bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Bilimin bilginin pratik sonuçları insanların yaşantısında köklü değişikliklere neden olmaya başlamıştır. Eski dinginlik, monotonluk ortadan kalkmış, insanlık baş döndürücü bir devinimin içine sürüklenmiştir. Ancak bütün bu baş döndürücü gelişme, henüz halkın yaşamını iyileştirecek somut sonuçlar doğurmamıştır. Günde 12 saatten fazla çalışma, iş güvenliğinin olmayışı, teknolojik gerilik dolayısı ile artan iş kazaları, süre giden çocuk ölümleri, elverişsiz sağlık koşulları, servetin yatırımlar için ayrılması nedeni ile düşük tutulan ücretler; bütün bunlar yaşamı dayanılmaz hale getirmektedir.
Bu koşullarda Karl Marks Hegel’in diyalektiğinden, İngiliz Ekonomi Politiğinden ve Fransız Ütopik Sosyalizminden, kaynak alarak Marksizm olarak bilinen felsefesini geliştirir. Marksizm’e göre değişim kaçınılmaz bir olgudur. Niceliksel değişimlerin sonucunda niteliksel değişimler olur. Marks bütün bir tarihsel değişimin temeline üretimi koyar. Toplum da doğa gibi değişmez yasallıklara bağlı olarak gelişimini sürdürür. Bu gelişme doğal olarak Kapitalizm’den sosyalizm’e oradan da Komünizm’e doğru olacaktır. Bunun taşıyıcısı kapitalizm’in ortaya çıkardığı işçi sınıfıdır. Kapitalist toplumdaki temel çelişki üretim araçlarına sahip olanlarla sahip olmayanlar arasındaki çelişkidir. Devlet üretim araçlarına sahip olanların elinde bir baskı aracıdır. Bu çelişki ancak üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinin sağlanması ile çözülebilir. Bu da ancak zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan işçi sınıfının öncülüğünde gerçekleşecek bir devrim ile gerçekleşebilir. Marks felsefesini Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm olarak tanımlar. Diyalektik yöntemi idealizmin elinden almış, materyalizmin kullanımına sunmuştur.
19. yüz yıl materyalizminin bir başka görüntüsü de “Pozitivizm”dir (olguculuk). Aguste Comte (17798-1857), Saint- Simon’un öğrencisidir. Comte’ye göre bilimler “olgulardan hareket etmeli, onların arkasındaki nedenlerle uğraşmamalıdır. Bilimler varsayımlardan yola çıkarak oluşur; ancak bunlar az sayıda olmalı, varsayımların yerini mümkün olduğunca olgular almalıdır. Comte bilimleri matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji ve toplum bilim olarak sınıflar. En son ortaya çıkan toplum bilime başat bir rol verir. Kendisini de bu bilimin yaratıcısı olarak görür.
Alman düşünürü Nietzsche’ye (1884-1900) göre, doğruluk diye bir şey yoktur. Evrende yalnızca değişim vardır. “Yaşamın anlamı nedir?” sorusuna Nietzsche “Canlı olanı, yaşayanı bulduğum yerde, güçlülük istencini de buluyorum” diye cevap verir. Bu düşüncesi ile Nietzsche Alman ırkçılığının esin kaynağı haline gelecektir.
SONUÇ
Buraya kadar, ortaya çıkışından 19.yüz yıla kadar geçen süreçte felsefenin gelişim çizgisi ile ilgili bazı hatırlatmalarda bulunduk. Amacımız insanlığın bu düşünme serüvenine bakarak bazı çıkarımlarda bulunmak; bu serüvenin şekillenişini açığa çıkarabileceğini umduğumuz tartışılması gereken bazı sorular sormak.
Öncelikle insan düşüncesinin gelişimi ile kavramsal sistemlerin basitten karmaşığa doğru gelişmesi, ortaya çıkışı arasında sıkı bir ilişki olduğu düşüncesinden hareketle; felsefenin evriminin somut olandan (Demokritos’un atomcu öğretisini hatırlayalım), soyut olana doğru insan düşüncesinin olağanüstü zenginleşmesinin somut bir göstergesi olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bu gelişme içinde Materyalizm ve İdealizm, felsefenin etrafında geliştiği zenginleştiği temel iki eksen. Materyalizme ve İdealizme bağlığı gösteren gösterge; çıkış noktasında önceliğin nesnel gerçekliğe mi yoksa zihinsel üretime mi verilmesi gerektiği ile ilgilidir. Fakat bir paradoksa dikkati çekmek istiyorum: Kendilerini ne kadar tümüyle materyalist ya da idealist kulvarda tanımlarsa tanımlasınlar mutlak anlamda arı bir materyalist ya da idealist çizgi bulmak mümkün değil. Materyalist olmanın bayraktarlığını elinde tutan Marksizm bile son tahlilde determinist yaklaşım ile yaşama karşı ahlakçı, idealist, töresel bir tutumu uzlaştırma çabası içindededir.
Felsefi tutum içinde ortaya çıkan bütün temel yöntemleri (metafizik, diyalektik, istatistiksel mekanik, empirik ve rasyonel yaklaşımlar) aslında insanın çok yönlü düşünme biçiminin bir ürünü olarak görmek gerekir. Bu düşünme biçimi ya da yöntemlerinden birine bağlanma girişimi tek tek kişiler ya da gruplar için anlaşılabilir bir şeydir. Bu gereksinimi de yadsımadan öncelik ya da ağırlık hangi düşünme tarzı ya da yöntemine verilirse verilsin, bütün düşünme biçimlerinin, yöntemlerin sonuçta birbirini tamamladığını, her birinin kendine özgü kullanım alanları olduğunu görmek, kabul etmek gerekir.
Felsefenin gelişim özelliklerine bakarak içinde yaşadığımız düşünme serüvenini daha iyi anlamlandırmamıza yardımcı olabilecek bazı sorular sorarak yazımızı bitirelim.
1. Felsefenin Atina gibi daha otoriter site yönetimleri altında değil de; göreceli olarak daha özgür yaşayan, daha az savaşçı ionya site devletlerinde ortaya çıkmasını nasıl yorumlamak gerekir?
2. Neden kaba gücün belirleyici olduğu nispi istikrar dönemlerinde (skolastik çağın ilk dönemleri) felsefi gelişme ağırlaşırken, yeni üretim ilişkilerine gebe bunalım dönemlerinde (Rönesans-aydınlanma) felsefi üretim hızlanmaktadır?
3. İslam devleti geleneğinin henüz kendine kurumsal yapı arayışını sürdürdüğü dönemlerde İslam Dünyasında felsefi üretim hızlanırken; bu üretim, İslam Devleti kurumsallaşmasını tamamladıktan sonra neden sürdürülememiştir?
4. İnsanlık tarihinde derin iz bırakan belli başlı düşünce sistemleri, çağına damgasını vuran filozoflar; neden Asya tipi toplumsal değişimler içinde değil de sınıfsal farklılaşmanın ortaya çıkardığı dinamizmi yaşayan toplumsal değişim süreçlerinde ortaya çıkmıştır?
5. Toplumsal yapılarda tanık olunan belli başlı düşünsel zenginliklerin; o toplumların modernleşme sürecine, ekonomik, siyasal, hukuksal, idari, eğitimsel kurumsallaşma çabalarına katkıları ne ölçüde olmuştur?
Bütün bu sorulara verilecek yanıtlar kuşkusuz insanlığın sosyal, bilimsel, teknolojik gelişmesi ile düşüncenin gelişip zenginleşmesi arasındaki sıkı ilişkiyi daha iyi kavramamıza yardımcı olur. Fakat belki daha da önemlisi, bu sorulara bulunacak yanıtlarla, yukarıda kabaca vermeye çalıştığımız düşüncenin yaşadığı serüven gerçekten kavranabilirse; toplumsal değişimi yukarıdan dayatmaya çalışan toplum mühendisliğine soyunanların, aslında ne kadar boş bir çaba içinde oldukları daha kolay anlaşılabilir. Nasıl düşünüleceğini, hangi yolda yürüneceğini bütünüyle yukarıdan belirleme ve dayatma çabalarının, toplumsal değişimi daha sancılı hale getirmekten başka bir işe yaramayacağı görülür. Bunun yerine, düşünsel zenginliğin ortaya çıkması için, insanları yaşamlarını yönetmeye katmak için gerekli demokratik, katılımcı kurumsal alt yapıyı oluşturmanın; toplumsal değişimin önünü açmak bakımından çok daha önemli olduğu görülür.
Tabi bunun görülebilmesi de sonuçta toplumsal-kültürel olgunlaşmayla ilgili bir olgu. Fakat, içimizde toplum mühendisliğine soyunanların da, insanlık tarihi içinde tanık olduğumuz düşüncenin bu zenginleşme biçiminden, kendileri için çıkarabilecekleri bir ders yok mu?
KAYNAKLAR
Alfred Weber, Felsefe Tarihi.Çeviren H.Vehbi Eralp. İstanbul: Sosyal Yayınlar, İstanbul.
S.H.Hook. Oratadoğu Mitolojisi,Çeviren:Alaattin Şener Ankara: İmge Kitabevi, 1993.
Veysel Sönmez, Eğitim felsefesi. Ankara: Pegem Yayınları, 1994.
Macit Gökberk,Felsefenin Evrimi.İstanbul:Milli Eğitim Basımevi,1979.
Friedrich Albert Lange, Materyalizmin Tarihi ve Günümüzdeki Anlamının Eleştirisi.Çeviren: Ahmet arslan. İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fak. Yay.,1982.
W.K.C.Guthrie, İlk Çağ Felsefesi Tarihi :Çev: Ahmet Cevizci.Ankara:Gündoğan Yay. 1988.
Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi.Ankara: Selçuk Yayınları, t.y.
Alparslan Açıkgenç, Bilgi Felsefesi. İstanbul: İnsan yay., 1992.
Server Tanili, Uygarlık Tarihi. İstanbul: Say Yayınları, 1981.
Decardes, Felsefenin İlkeleri. Çeviren: Mesut Akın.İstanbul: Say yayınları, 1989.
Bedia Akarsu, Çağdaş felsefe Akımları.İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1979.
Tematik Larousse. İstanbul: Milliyet Yayınları, 4. Cilt, 1994.
[*] Bu yazı abece eğitim ve ekin dergisinin Eylül 2006 tarihli sayısında yayınlanmıştır (sayı: 241).
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.