- 931 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Herkesi Anlamak
Burayı sevmiştim. Bekleme salonundaki oyuncakları, duvardaki resimleri ve hasta çocukları sevmiştim.
Bu stajda gruplar karma yapılmıştı. Derslerde ya da yemekhane kuyruğunda gördüğüm ama pek samimi olmadığım iki kişiyle aynı gruba düşmüştüm. Biri Doğukan’dı. Uzun boylu, yakışıklı bir çocuktu. Sessiz biriydi. Güldüğünü, kızdığını ya da şaşırdığını hiç görmemiştim. Bütün gün katalog çekimindeki bir model gibi dimdik bir vücut ve boş bir suratla oturuyordu. Diğeri Esra’ydı. Hep kısa saçlı ve bölüm başkanından uyarı aldığı güne kadar hep kot pantolonla gezen, biraz küfürlü konuşan, sıra dışı bir kız. Motosiklet alacaktı. Arada getirdiği dergilere birlikte bakıyor, ona bir Harley Davidson beğeniyorduk. Başka bir kızla moda dergisi karıştırıp, mezuniyet balosu için kıyafet beğenebilirdim belki ama Esra’yla takılmak, yalnız kalmaktan iyiydi.
Kliniğin en yaşlı hocasıyla çalışıyorduk. Hocamız güler yüzlü, anne gibi bir kadındı. Bizimle ilgileniyor, hastalarını, hastalıklarını tek tek anlatıyordu. Hele “özel görüşmek istiyorum” diyerek bizim çıkmamızı uman bir hastasına “onlar doktor, onlar odadayken de konuşabilirsiniz” demesi, büsbütün koltuklarımı kabartmıştı. Hocamı sevmiştim.
Psikiyatristlere göre ruh, başımızın bir karış üstünde gezinen, elimizin içinden geçeceği bulut gibi bir şey değildir, ama ben daha öğrenciydim ve öyle olduğuna inanmamda sakınca yoktu. Üstelik bu açıdan bakınca, klinik; başlarında taşıyamayacakları kadar büyük bulutlar gezdirmek zorunda kalmış çocukların, bükük boyunlarından, düşmüş omuzlarından ya da mahzun gözlerinden okunmayı bekleyen kalın bir hikâye kitabı gibiydi.
Çok ilginç hastalar geliyordu. Mesela yaşadığı bir psikolojik sarsıntı sonrası ayakları felç olan bir çocuk getirmişlerdi. Sadece Ayşecik’in başına gelebileceğini sandığım bir şeyin, gerçek olduğunu görmek beni çok şaşırtmıştı. Hoca, Esra’ya, bu çocuğu koridorda yürütme görevini vermişti. Önce Esra’nın kolunda, sonra tek başına, adımları saya saya bir saat yürümüştü çocuk ve sonra yürüyerek evine gitmişti. Bir başka gün, beş yaşında bir oğlanı getirmişti babaannesi. Bu çocuk otistikmiş ve anne ve babası boşanmış olduğu için babaannesinin yanındaymış. Yaşlı kadının aylardır süren olağanüstü çabası ile çocukta gözle görülür bir iyileşme olmuştu. Seslenince bakıyor, kısa da olsa göz teması kuruyordu. Başka hiçbir şey o babaannenin yüzünü, hocanın çocuk hakkında söylediği olumlu birkaç cümle kadar güldüremezdi bence. Klinikten öyle mutlu çıkmıştı ki! Ama bazen de konuşmalar uzun ve sıkıcıydı. Öyle zamanlarda masanın üstündeki oyuncaklarla oynamaya başlıyorduk. Barbi’nin pembe evinin kırık pencerelerinden parmaklarımızı sokmaya ya da boyası solmuş, gözleri silinmiş küçük hayvanları Bremen mızıkacıları gibi üst üste koymaya çalışıyorduk. Daha da tuhafı; konuşmanın en ciddi yerinde düdüklü dört cücelerden birinin–kaybola kaybola o kadar kalmışlardı besbelli- birimizin elinde ötüvermesiydi. Hoca bize doğru kaş altından şöyle bir bakıyordu. Uslanıyorduk hemen.
Stajın son günlerinden biriydi. Öğlen yemeğinden dönmüş, oyuncaklarla dolu masanın etrafındaki yerlerimizi almıştık. Hoca telefonda sekreteriyle bir şeyler konuştu. Telefonu kapatıp bize döndü. “Çocuklar az sonra buraya Lale gelecek “ dedi. “Lale 12 yaşında, çok tatlı bir kız. Beş yaşındayken anne ve babası ölmüş. Kardeşiyle beraber bir süre Çocuk Esirgeme Kurumu yurdunda kalmış. Daha sonra bir aile ikisini de almış. Şimdi yeni ailesiyle yaşıyor. Ama okulda öğretmenin fark ettiği bazı sorunlar olmuş. Bu nedenle takibimizde. Sosyal Hizmet uzmanımız birkaç defa ev ziyaretleri yaptı. Bugün de Lale ve annesini buraya çağırdık.”
Kapı çalındı. İçeriye bir kız girdi. Hocanın gösterdiği yere oturdu. Üzerinde gri kolej forması vardı. Saçları düzgünce toplanmıştı. Çorapları tertemiz, ayakkabıları cilalıydı. Temiz yüzlü, ela gözlü, gerçekten de tatlı bir kızdı. Hoca ortamı ısıtmak için havadan sudan birkaç şey sordu. Lale tane tane güzel bir Türkçeyle konuşuyor, konuşurken gülümsüyordu. Esra kulağıma eğilip; ” Annem var ya, şu kızı görse, beni yurda verip, onu alır kesin” dedi. Güldüm. Acaba “öğretmenin fark ettiği sorun” neydi? “Son günlerde içine kapanık oldu, derslerde parmak kaldırmıyor, sessizleşti” ya da buna benzer bir şeylerdi herhalde. Hiç sorunlu bir çocuk gibi görünmüyordu. Koruyucu aileye verilen çocuklara fazlaca titizleniyordu öğretmenler. “Annenle aranız nasıl?” diye sordu hoca. Lale kısaca “Daha iyi” diye cevap verdi. Bir sessizlik oldu. Hocayla çocuk arasında bizim bilmediğimiz bir şeyler o sessizlik koridorunun içinden karşılıklı gidip geldi. “Çıkabilirsin Lale” dedi hoca gülümseyerek. “Daha iyi” ne demekti acaba? Çocuk çıktı. Kapı kapandı. Ben duramayıp sorsa mıydım, hoca kendisi anlatacak mıydı ne olduğunu?
“Evlat edinilen ya da koruyucu aileye verilen çocuklarda bazı sorunlar olması kaçınılmazdır. Yurt ortamı ev ortamından çok farklıdır. Mesela orada kalan çocukların asla kendilerine ait bir giysileri olmaz. Giyecekler çamaşırhaneden gelir ve rasgele dağıtılır. Çocuğun ‘benim kazağım, benim pijamam’ diyebileceği bir şeyi yoktur. Belki de bu nedenle, eve geçtiklerinde eşya saklama sorunları ortaya çıkar. Giysiler, oyuncaklar kaybolur. Anne arar, bulamaz. Sonra temizlik yaparken, yatağın altından, divanın arkasından, bir yerlerden bulunur çocuğun sakladığı eşyası. Koruyucu aileye verilen çocukların başka sorunları da olur. İdrar kaçırma, dışkı kaçırma, ağızda yemek biriktirip yutmama gibi.” Şaşırmıştım. Demek evlat edinmek o kadar da kolay bir iş değildi. Güzel bir çocuk odası, birkaç oyuncakla bitmiyordu yani.
“Lale’ye gelince…O çok akıllı bir kız. Onun sorunu biraz daha farklı. Öğretmeni kolunda bir morluk fark etmiş. Neden olduğunu sorunca, evde koşarken düştüğünü, kolunu şömine maşasına çarptığını söylemiş. Çocuk Esirgeme Kurumu bu çocukları çok yakından takip etmek zorundadır. Öğretmenlerin de sezdikleri bir tuhaflığı, fark ettikleri en ufak bir darp izini derhal bildirmesi lazım. Eğer çocuk anneden ya da babadan kötü muamele görüyorsa o aileden alınır ve tekrar yurda yerleştirilir.”
Ne demekti bu şimdi? Yani annesi bu çocuğu dövmüş müydü? O melek gibi, prenses gibi kızı? Hem de maşayla ? Öksüz yetim bir sabiye bunu nasıl yapardı? Madem çekemeyecekti kahrını, ne diye alıyordu onu yurttan o zaman? Ellerimin terlediğini hissettim. Esra’ya baktım, gözlerini kocaman açmış bana bakıyordu. “Nasıl yaa!” dedi dişlerinin arasından. Sanırım ikimiz de o kadının boğazını sıkmayı düşünüyorduk. Doğukan’ın geniş alnı hafifçe kırışmış, kaşları çatılmıştı, belki o bile staj boyunca ilk defa bir şey düşünüyordu. Şu kadın gelseydi de hoca ona ağzının payını verseydi, yüzüne karşı çatır çatır her şeyi sayıp dökseydi, hiç değilse içimiz soğurdu.
Hoca devam etti:
“Sosyal Hizmetlerin bizden istediği, bu aileyi takip edip, şuna karar vermek: bu çocuklar bu ailede kalmaya devam edebilirler mi, yoksa yurda geri mi dönmeliler?”
Kapı açıldı. Anne geldi. “Allahın gücüne gider, kimseye çirkin dememeli” derler. Kemerli burnunu, içine çökük gözlerini, et benlerini, kemikli parmaklarını, onun dünyadaki imtihanının bir kısmı gibi düşünmek mi lazımdı, yoksa az önce duyduklarım mı çirkinleştiriyordu her şeyi bilmiyordum. Kızgındım. Bekliyordum. Hoca kadını karşısına alacak; ”Nasıl kıydın vicdansız?” diyecek. “Alıyoruz çocukları, çocuk mocuk yok sana. Allahım bilmiş de vermemiş senin gibi caninin eline bir bebek. İşte dönüyor Lale yurda, kılına bile dokunamazsın artık!”
Bir filmde duymuştum: Herkesi anlayarak ilerleyemezsin. Ama psikiyatristlerin ilerlemekle bir dertleri yoktu zaten. Onların işi herkesi anlamaktı. Ve buna bu kadın da dâhildi. Sorgulamak polisin veya savcının işi olabilirdi. Bu klinik ise sadece iyileştirmek için vardı. Her şey daha iyi olsun diye. Hocaya baktım, yüzünde bir kızgınlık işareti yoktu, gülümsemesi biraz daralmış olmakla beraber yerinde duruyordu. Evet, ben öğrenciydim ve belki tam da bunu öğrenmek için buradaydım. Durmak için. Durup, herkesi anlamanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmek için.
Kadının tedirginliği her halinden belliydi. Sosyal Hizmetlerden sık ziyaretler almıştı son dönemde, okula çağrılmıştı birkaç defa ve artık anne kız ikisi de bir psikiyatrist takibindeydiler. İşlerin bu raddeye geldiğinin farkında mıydı acaba, yani çocukları kaybedebileceğinin?
Hoca birkaç soru sordu, doğrudan sorular değildi bunlar. Daha çok kadına güven veren ve anlatacağı bir şey varsa dinlemeye hazır olduğumuzu ima eden sorular. İşe yaradılar ve kadın konuşmaya başladı. Asil bir aileden geldiğini anlattı. Kendinden yirmi yaş büyük varlıklı bir beyle evlendiğini, çocuklarının olmadığını anlattı. Beyefendinin son on yılda yaşlılık ve hastalık sebebiyle bakıma muhtaç hale geldiğini anlattı. Kasvetli, dar ve yarı yalnız bir hayat. Aklımdan görüntüler geçiyordu. Şehrin güzide bir semtinde geniş bir apartman dairesi. Salonda klasik mobilyalar, ferforje sehpalar, aile büyüklerinin resimleri, gümüş süs eşyaları, mermer bir şömine ve siyah demir bir maşa. Beyefendinin ropdöşambrla oturduğunu, gazete okuduğunu, sigara içtiğini, öksürdüğünü hayal ettim. Kadının kadife perdeleri aralayıp, camdan dışarıya baktığını, caddede akan hayatı bir süre öylece seyrettiğini.
“Lale ile kardeşini aldığımda evime neşe gelmişti, hayatıma bir anlam gelmişti” dedi. ” Aslında ilk aylar çok zor geçti bizim için. Oğlan daha küçüktü, bize daha kolay alıştı ama Lale’nin problemleri vardı. Altına kaçırmasıyla çok uğraştım mesela. Okula başladığında bile tam bitmemişti bu meselemiz. Gece korkuları oldu, hırçınlıkları oldu. Yemek yedirmesi çok zor olurdu, saatlerce masada otururduk, yemez, yese kusar, falan filan. Bir sürü şey işte. Ama zamanla hepsi geçti. “
Kadın altmışlarında vardı. Demek ki çocukları aldığında ellili yaşlarındaydı. Ellili yaşlarda kadınlar, emekli olurlar, altın günlerine giderler, birbirlerine menopoz sıkıntılarını anlatırlar. Bu kadın çok daha başka bir şey yapmıştı. İki küçük çocuğun sorumluluğunu almıştı. Kızın saçını örmüş, oğlanın tırnaklarını kesmiş, burnunu silmişti. Akşam dökülen yemekleri temizlemiş, sabah ıslak çarşafları yıkamıştı. Hiç süt kokmadan, anne olmaya çabalamıştı.
“Çocukları en iyi şekilde yetiştirmeye çalıştım. İkisini de koleje gönderdim. İyi insan olsunlar diye uğraştım. Komşulara selam vermeyi, ‘günaydın’ ‘ tünaydın’ demeyi, yaşlılara yardım etmeyi, hayvanları sevmeyi öğrettim. Hafta sonları parka gidiyoruz bazen. Bazen kitapçıları geziyoruz. Elimden geleni yapıyorum onlar için inanın. “
Gözleri dolmuştu. Farkındaydı. İşlerin o raddeye geldiğinin farkındaydı.
Hocaya döndü:
“Kızdığım zaman da olmuştur. Onlar çocuk, tabii ki yaramazlıkları oluyor, benim yaşım da malum. Her zaman sabredemiyor insan. Hatta belki bir iki defa vurmuşumdur da. Ama maşayla asla! Böyle bir şey kesinlikle olmadı. “ dedi.
Konuşmanın sonuna gelinmişti artık.
“Doktor hanım, çocuklarımı seviyorum ben, onlardan ayrılmayı hiç istemem, hem de hiç”
Aklımdan resimler geçiyordu. Esmer ve yaşlı bir anne ve onun bembeyaz körpe çocukları. Onları parçalı bulutlu bir Pazar günü, şehrin artık pek popüler olmayan parklarından birinde hayal ettim. Kelleşmiş çimlerin üstünde yürürken, kırık ya da ıslak olmayan bir bank ararken, simitin gevreğini seçerken. Simit de olmazdı. Sokak satıcılarından bir şey almazlardı bence. Aslında nasıl da uydurma bir aileydiler! Güzel olamasalar da doğru olmaya çalışan bir aile. Üç kırık hayatı yapıştırıp bir sağlam hayat yapmaya çalışmışlardı ama ek yerleri öyle belliydi ki!
Bu kadın onları hiç göğsünde uyutmuş muydu? Ya onlar annelerinin saçını hiç avuçlarına almışlar mıydı uyurken? Yoksa didaktik masallarla yetinmek zorunda mı kalmışlardı? Ya da kuru bir "iygeceler"le. Öte yanda da her hafta değişen pijamalar vardı. Bir hafta Ayşe’nin, öbür hafta Fatma’nın sırtında, bir hafta çiçekli, öbür hafta kareli pijamalar. ‘Bu benim pijamam’ bile diyemeden ‘ben’ olmaya çalışmak vardı. İnsan sıcaklığıyla ısınamayacak kadar büyük yatakhanelerde küçücük kalmak, televizyon odalarında, çalışma salonlarında, dar koridorlarda dağıla dağıla giderek seyrelen bir sevgiyi, içine on defa su eklenmiş vişne şerbetinden vişnenin ne olduğunu anlamaya çalışır gibi anlamaya çalışmak vardı. Ya tatsız, ya da yetersiz. Ama ya maşa hadisesi? Kadının söyledikleri gerçek miydi?
Hoca teşekkür edip gönderdi kadını. Esra’yla ben birbirimize bakıyorduk. Doğukan da bize bakıyordu. Kimsenin aklında iyi bir cevabı yoktu anlaşılan. Hoca’ya döndük. Şimdi ne olacaktı? Çocuklar ailede mi kalacaktı, yuvaya mı dönecekti? “Başka hasta yok çocuklar, siz gidebilirsiniz, ben bir rapor yazacağım” dedi. Gülümsedi.
Psikiyatristlere göre her şey kimyadır. Az bir kısmının formülü çözülmüştür, çoğu da çözülmeyi beklemektedir. Burada da çamaşırhaneden gelmiş pijama kokusu ile anne kokusu arasında karmaşık bir denklem vardı. Birisi onu çözünceye kadar da, hoca raporları sadece yüreğine inanarak yazabilirdi. O raporda ne yazdığını da, o çocuklara ne olduğunu da öğrenemedik. Esra çocuk doktoru oldu. Doğukan cerrah. Bana gelince; hala ruhumuzun başımızın üstünde taşıdığımız bulut gibi bir şey olduğuna inanıyorum. Bazen ilerliyor, bazen de durup anlamaya çalışıyorum. Ve bu açıdan bakınca, hala öğrenciyim.
YORUMLAR
Sizin çalışmalarınızı her zaman çok sevmişimdir; bilirsiniz. Ama bu öykü hepsinden ayrıydı. Nedense diğerlerinden çok daha başarılı buldum. Psikolojik analizler, insanın sıradan halleri, etkileyici aforizmalar...hepsi tastamamdı ve ben sizi bir kez daha hayranlıkla okudum.
Çok beğendiğim bir kaç cümleyi buraya almak istedim ama neredeyse bağlaçların dışında bütün kelimeleri yorumuma eklemek zorunda kalacaktım :)
Çok güzel. Maşallah.
Bir daha sizi kaçırmamak için favori listeme alıyorum.
Sevgiler çokça...
cizgilikagit
Acıklı bir yetim hikayesi uydurmama gerek olmadı, halihazırda farklı gözlerden görülmeyi bekleyen bir hikaye vardı çünkü.
Yorumlarınız beni hep mutlu ediyor. Allah da sizi mutlu etsin.
Selamlar.
SANIRIM AZRAİL BÜTÜNLEMEYE BIRAKANA KADAR HAYAT OKULUNDA HEP ÖĞRENCİ KALACAĞIZ GÜZEL BİR YAZI
cizgilikagit
Teşekkür ederim.
Değişik bir öyküydü. İnsanın derinliklerini görmeye çalışan. Ruhumuz gerçekten nerede ? Tepemizde değildir herhalde.
Öz anneler de çocuklarını döğüyor. Benim annem eli maşalıydı.Biz daha çok babamızı severdik.
Babam güler yüzlü ,anlayışlı sevecen bir insandı.Annem dövecek diye babamın gelmesini bekler
dik.
Maşa deyince kendi çocukluğuma gittim .Çocukluğum güzeldi , bir de bu dayaklar olmasa.
Bir aile ortamı dayak bile olsa yuvadan iyidir.Dayak yese bile gereken ilgiyi ve sevgiyi alacaktır
çocuklar..
Çok güzeldi anlatımınız, kuru bir öyküleme değildi.
Tebrikler, selâmlar..
cizgilikagit
Aslında epey uzun bir öykü olduğunu fark ettim. Okuduğunuz için ben teşekkür ederim. Beğendiğinize memnun oldum
Selamlar.
Yüreğinize sağlık.Gerçekten çok güzeldi.Allah yurtta kalan kimsesiz tüm çocukalrın yardımcısı olsun...
cizgilikagit
Sayfama hoşgeldiniz bu arada.
Selamlar.