KIŞ GÖÇMENLERİ
Benim ülkem kışları bile güzeldir. Soğuğu-ayazı, karı-buzu ayrı güzeldir. Tabi bir kere dört mevsimi güzeldir. İlkbaharı, yazı, kışı, sonbaharı hepsi… Hepsi kendine özgü güzellikleri olan mevsimlerdir Türkiye’mde. Baharda kırlar, bayırlar yeşilden elbiselerini giyer. Çiçekler rengârenk açar. Sular gürleyerek akar ırmaklarla vadilerden, çeşmelerle oluklardan. Güneş başka bir sıcaklıkta gülümser göklerden. Göçmen kuşlar gelir. Ortalık kuş sesleri ile dolar. Tabi yüreklerimiz de huzurla dolar bu arada. İlkbaharı kısaca anlattığım gibi, Yazı-Sonbaharı hiç anlatmayacağım. Benim derdim aslında Kışı da anlatmak değil. Mevsim bilimci değilim ki, kışı tüm özellikleri ve güzellikleri ile anlatayım Hem kışı-yazı, dört mevsimi herkes bilir az çok. Benim derdim başka. Şimdiye kadar hep anlatmak isteyipte anlatamadığım bir konu: Kış Göçmenleri…
Evet, bu yazımda kış göçmenlerinden bahsedeceğim kısaca. İnsan mı ne bu kış göçmenleri diyeceksiniz şimdi. Hani karda, kışta Balkanlardan göç eden Osmanlı Türkleri mi? Balkan Göçmenleri mi? Hayır onlar da değil! Canım o kadar derin tarih konularına benim girmem ne haddime? Ben mini minnacık bir hayvandan, daha doğrusu bir kuşcağızdan bahsedeceğim. Kınalı kuşundan. Evet, kınalı kuşu, serçeden biraz daha küçükçe bir kuştur. Daha doğrusu bir Kış Göçmenidir. O mini minnacık kuş, tam anlamıyla bir Kış Göçmeni kuştur. Bilemiyorum, Türkiye’nin her bir bölgesine mi gelirler? Yoksa sadece benim yaşadığım Batı Bölgesi’ne mi? Orasını araştırmadım ama benim yaşadığım Kuzey Ege Bölgesi’ne gelirler bu Kınalı Kuşları. Yazımın başında da dediğim gibi, mini minnacıktır. Yani bir yumruğun yarısı kadardır. O küçücük cüssesiyle, havaların soğuduğu Kasım ayının sonlarında veya Aralık ayının başlarında gelir Kınalı Kuşları. Ne yerler, ne içerler, nasıl barınırlar, çok merak ederim doğrusu!
Çocukluğumda yaşadığım evimiz, köyümüzün en yukarısında, kıra yakın bir yerdeydi. Evimizin etrafında, çit görevini gören, çaltı bitkisinden, koruma duvarı amacıyla dikenli bir avlu vardı. Avlunun bir kenarında, bodur hâlleriyle, dikenli çaltı ve çöğür bitkileri yetişmişlerdi kendiliğinden. Havaların çok soğuduğu, ayaz kestiği günlerde, kışın göç etmeyen kuşlar, daha bir yaklaşırlar, doluşurlardı avlumuza. Kaçmazlardı bizden. Galiba acıkan karınlarını doyurmak için yaklaşıyorlardı. En azından çocukluk halimle ben öyle anlıyordum. Hele elimde bir yiyecek, ekmek-peynir falan oldu mu, kuşlar sanki omzuma konacak kadar yaklaşırlardı. Genellikle bunlar serçe kuşlarıydı. Ama aralarında gagasının altı, yani göğsü turuncu renkli kuşlar da vardı. Hem bunlar serçelerden daha küçüklerdi. Zaten onların içine de karışmazlardı. Kenardan yemlerini yerlerdi. O yıllarda adlarını bilmiyordum, büyüklerime de hiç sormadım. Sorsam sanki söyleyecekler miydi? Onların dünyasına ben giremiyordum. Benim dünyama da onlar girmiyordu bir türlü. (Hem onların, benim dünyamda olmayışlarını sizlere ayrı bir yazımda anlatacağım galiba…) O yüzden onların adlarını, neden kışın diğer göçmen kuşlar gibi sıcak ülkelere göç etmediklerini, merak ettiğim halde bir türlü soramamışımdır büyüklerime. Kocaman iri cüsseli leylek baba bile korkup, sıcak ülkelere giderken, bu minicik serçeler, kınalı kuşlar neden gitmiyorlardı acaba? Öyle bütün kış, soğukta, karda-kışta geziniyorlardı avlumuzda.
Geçen Kurban Bayramında köyde avlunun ortasında, çocukluğuma dönüp, bu konuyu düşünürken, hafiften de mırıldanırken, yanıma kardeşim Yılmaz geldi. Yılmaz köyde yaşayan kardeşlerimden biridir. Unutmaya başladığım veya hatırlamak istediğim köyle, çocukluğumla ilgili bazı şeyleri ona sorarım. Ne de olsa köy yaşantısını benden daha iyi biliyor.
-“Abi ne mırıldanıyorsun öyle kendi kendine” deyip yanıma yaklaştı. “Şey…” diye kekeledim. “Önümüz kış… Şu senin avluyu görünce çocukluğumun geçtiği kendi evimizin avlusu geldi aklıma. Hani bilir misin? O avlunun içleri serçelerle, kınalı kuşlarla dolardı. Sahi yine kışın bu senin avluya da geliyorlar mı o minik kuşlar? Yem atıyor musun onlara.” dedim. Kardeşim Yılmaz şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Besbelli koca ağabeyinden, böyle çocukça düşünceler, cümleler beklemiyordu. Onun şaşkınlığı vardı yüzünde anlaşılan. Gerçi o benim hem öğretmenlik mesleğimden, hem de duygusallığımdan (şiirle uğraşmamdan) bilirdi. Yüreğimin bir yerinin hep çocukça kaldığını, kalacağını. Kardeşim kendini toparladıktan sonra;
-“Tabi geliyor ya…” dedi. “Kışın soğukta, hele kar yağdığı günlerde, avluya doluşur yine kıpır kıpır serçeler, minicik kınalı kuşlar. Ben de, benim çocuklar da onlara yem, ekmek kırıntısı atarız.” Sözüne devam etti kardeşim Yılmaz;
-“Yalnız bir şey söyleyeyim mi ağabey? Sen serçelerle, şu kınalı kuşları karıştırma sakın. Serçeler yaz-kış bizim buralarda, etrafımızda yaşayan kuşlardır. Fakat kınalı kuşları, yazın ortalarda görünmeyip, kışın gelen kuşlardır.” demez mi?
Gerçekten bu kez şaşırma sırası bana geçmişti. –“Ne yani?” dedim. “Kınalı kuşları kışın mı geliyorlar? Kışın hiç kuş gelir mi? Şaşırmış bunlar! Hadi serçeler, o minicik halleriyle, o uzun yolları göze alamıyorlar gidip-gelmeye. Ya bu minicik kınalı kuşları, ne diye bu kara kışta buralara gelirler? Neyine güveniyorlar ki?”
-“Valla orasını bilmem” dedi kardeşim. “Ama şunu çok iyi biliyorum, bu kınalı kuşları, bu minicik zavallı kuşlar, kışın ortaya çıkarlar. Avlu ve dikenli çaltı içlerinde görünürler. Bunu kaç kez gözlemledim, hep böyle.”
Biraz düşününce kardeşim Yılmaz’a hak verdim. Evet öyleydi. Yine çocukluğuma dalmışım. Serçeler içinde onlara yem attığım, gıptayla baktığım çocukluğum geldi aklıma. Kuşların bu yakınlaşmalarından yararlanarak, onları sapanla, kapanla avlamak isteyen yaramaz arkadaşlarımla mücadele ettiğim günlere dalmışım. Bilmiyorum ne kadar öylece kalmışım. Küçük bir kız çocuğunun; “Amca bayramın kutlu olsun, verin elinizi öpeyim...” sesiyle çocukluk günlerimden zor sıyrıldım. Minicik ellerine kına yakmıştı. Kınalı ellerini görünce, kınalı kuşları unutmak mümkün mü? Bak bu minik kız da o minicik kınalı kuşları gibi havanın serinliğine rağmen üşümüyordu. Ya o kınalı kuşları, minicik hallerine bakmadan, nasıl oluyor da kışın ta ortasında, soğuğunda geliyorlardı ülkemize, kapımıza, avlumuza kadar.
İşte böyle… Biz kocaman insanlar, kardan-kıştan korkarken, o minicik kınalı kuşlarının ayaza-soğuğa meydan okumalarına ne demeli? Galiba azim, cesaret, yiğitlik irilikte değil, dirilikte. Minikte olsa, sevgi dolu bir yürek aslında o kadar kocaman ki… Karı da dize getirir, kara kışı da. Tüm kötülükleri de. Sizlerin de şu soğuk kış günlerinde, o minicik yüreklerinizdeki sevgileriniz hiç eksilmesin, aksine hep büyüsün. Esen kalın, sevgiyle kalın değerli okuyucularım.
İsmail GÖKTAŞ
İZMİR
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.