KİLOSUNU BİLENE BELEŞ
Bir yaz günüydü…
Çocuklarımdan ayrı kalmak zorunda bırakıldığım bir yaz günü. Rotasız bir gemi misali ayaklarım beni Van Gölü kenarındaki çay bahçesine götürmüş, içgüdüsel bir davranış sonucu, boş olan masalardan birine oturmuştum. Karşımda eski iskele, iskelenin üzerinde olta ile balık tutan insanlar… Ve her dolu oltanın ardından gelen sesler… Kimisi her attığının dolu çıkmasıyla övünüyor, kimisi de bir seferde oltasında birden fazla balık tutmuş olmanın gururunu yanındakilerle paylaşıyordu. Sevinç çığlıklarını net duymuyordum ama birkaç defa onların yanlarına gitmiş ve o tatlı rekabetlerini izlemiştim. Dünyada, karşıdakini kırmayan ender rekabetlerden biriydi olta rekabeti.
Tatvan Meslek Yüksek Okulunun tatilde olmasına karşın hafta sonu olduğundan sahildeki çay bahçeleri ve sahil boyu kalabalıktı. Okul açık olduğu zaman öğrenciler sık sık buraya gelir, kızlı-erkekli sohbetler ederlerdi. Yaz aylarında evlerine giden gençler, benim ruhumu sıkan bu şehri özlüyorlar mıydı acaba? Benimse ne zaman döneceğim belli değildi. Doğu Anadolu’nun en büyük ve en gelişmiş ilçesi, bedenimi esir etmiş, sanki ruhumu mengenede sıkıştırıyordu.
“Boş oturmak ayıp olur! ” düşüncesiyle istediğim çayı aç karnına yudumlayıp çocuklarımı düşünürken, yöresel şivesi ile kadife gibi bir ses duydum:
—Abey tartaaam? Kilosunu bilene beleş…
Tam da kendi çocuklarımı düşünürken, bu çocuk da nereden çıktı? Sesini duyuncaya kadar, gözümün önünde durduğunu bile fark etmemiştim. Çocuklarımın yüzlerini öpmeye giden ruhum, onun sesiyle bedenime dönmüş, aklımı da yerine oturtmuştu. Kısa bir zaman sonra kendimi toparlamış olmalıydım ki sordum:
—Adın ne senin?
Adını söylemek yerine sorusunu yineledi:
—Tartaaam? Kilonu bilirsen beleş.
—Adın ne dedim. Duymadın mı?
—Ha adııım? Ahmet. Tartam mı abey? Kilonu bilirsen beleş.
—Kilomu biliyorum. Tartılmama gerek yok.
—Gel bi de ben tartam. Bilirsen beleş.
—Biliyorum dedim ya! Bildiğim halde bir daha neden tartılayım ki?
—O zaman sana şunu diyem. Seni tartmadan kilonu bilirsem bana para vereceksiin?
Hay Allah! Nerden çıktı bu çocuk? Kendi çocuklarımın yanından alıp getirdi beni. Üstelik ne büyük oğlum Burak’a, ne de küçük oğlum Tarık Emre’ye benziyor. Yaş desen, ikisinin ortası yaşlarda. Ya dokuzdur, ya on. Oysa benimkiler 11 ve 8 yaşlarında. Bunlar yetmezmiş gibi yüzü de benzemiyor. Ama onun da ayrı bir güzelliği, çocuklara has saflığı var. Sahi, beni buraya gönderenler, çocuklarımı düşündüler mi acaba? Şimdi benden uzakta nasıl boyun büküyorlar kim bilir? Burak evin babası oldu daha bu yaşta. Ya Emre ne yapıyor? Ağabeyine yardım ediyor mu acaba? Sabahları ekmeklerini kim alıyor? İkisi de karpuzu çok sever. Ama Burak karpuz taşıyacak kadar bile büyümedi ki! Giyim kuşamları nasıl acaba? Yazlık elbise aldı mı anneleri? Geceleri benim yokluğumda uykularından korkuyla uyandıklarını söylemişti. Acaba o korkuları geçti mi? Ben burada iken nasıl geçsin ki? Oooooffff offf. Aklımı oynatmak üzereyim. Allah’ım duy sesimi, boğuluyorum artık.
—Abey ne oldu? Niye ağlıyon?
—Ağlamıyorum ki! Şu havada uçan sinekler var ya! Onlardan biri gözüme kaçtı.
—Ben hep sana bakıyom. Gözüne sinek kaçtığını görmedim. Gözüne sinek kaçan insan heç olmazsa eliynen gözünü ovuşturur. Sen onu da yapmıyon.
—Gözünü ovuşturursan, gözlerin kızarır. Sen bunu bilmiyor musun?
—Biliyom, biliyom da heç olmazsa elini bir kere sürerdin.
—Sen çok akıllı bir çocuğa benziyorsun. Hele gel otur şöyle.
—Tartılacaksan otururum. Yoksa oturmam.
—Tamam, tartılacağım.
Söylediklerimi iş olsun diye söylediğimi düşünüyor olmalıydı. Gözlerimin içine “Söz mü? ” der gibi baktı. Bakışını anladığımı belli ettim:
—Sana söz veriyorum, tartılacağım.
Koltuğunun altında taşıdığı ekmek teknesini yere bırakmaya kıymamış olmalıydı ki; kendisi sandalyeye otururken, onu da masanın üzerine koydu.
Onu gören çay bahçesinin garsonu masamıza damladı. Ben, sipariş alacağını düşünürken, sert bir ifade ile Ahmet’e bakıp:
—Hadi kalk oradan! Müşteriyi rahatsız etme, dedi.
Ahmet, korkulu gözlerle garsona bakıp kalkmaya yeltenince araya girdim:
—O benim misafirim. Ne içiyorsa getir.
Garson şaşırmıştı:
—Ağabey sen ne dedin?
—Doğru duydun. Misafirim dedim.
—Ben burada çalışıyor ve ekmeğimi buradan kazanıyorum. İsterim ki, patronum bir çay fazla satsın. Buranın yabancısı olduğunuzu biliyorum. Çünkü doğma büyüme Tatvanlıyım ve hemen hemen herkesi tanırım. Siz bu çocuğu tanıyor musunuz?
—Şimdilik sadece adını biliyorum. Ama ne demişler? “İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa! ”
—Peki ağabey. Siz bilirsiniz.
Ahmet’in benim isteğim ile masamda oturduğunu anlayan garson, bu kez sesini yumuşatarak sordu:
—Ne içeceksin?
Önce benim gözlerime, sonra da garsonun gözlerine bakıp cevap verdi:
—Çay kaç lira?
Garson, çay fiyatını söyleyeceği sırada yeniden araya girdim:
—Kaç lira olduğunu ne yapacaksın?
—En ucuz ne ise ondan içeceğim.
—Neden?
—Belki param yetmez.
—İyi de parayı ben vereceğim.
—Olsun. Belki senin de paran azdır.
Ne düşündüğünü açık seçik söylemişti. Garsona dönüp, siparişini kendim verdim:
—Ahmet’e bir meyve suyu, benim de çayımı tazele. Ayrıca bize çekirdek de getirirsen seviniriz.
Siparişleri alan garsonun gitmesinin ardından bu kez beni soru yağmuruna tutmaya başladı:
—Abey sen nerelisin?
—Neden sordun?
—Az önce garson abey “Yabancısın” dedi de ondan aklıma geldi.
—Adıyamanlıyım.
—Tatvan’da ne işin var?
—Beni buraya gönderdiler.
—Evli misin?
—Evet.
—Çocuğun var mı?
—İki tane oğlum var.
—İsimleri ne?
—Biri Burak, diğeri Tarık Emre.
—Kaç yaşındalar?
—Burak 11, Emre 8.
—İkisi de benden küçükmüş.
Şaşırmıştım… İlk karşılaştığımızda, yaşını dokuz veya on diye düşündüğüm çocuk, büyük oğlumdan bile yaşça büyüktü. Bu kez soru sorma sırası bana gelmişti:
—Sen kaç yaşındasın?
—13.
—Okula gidiyor musun?
—Şimdi tatil. Bu yıl sekizinci sınıfa geçtim.
—Derslerin nasıl peki?
Başını usulca önüne eğdi. Anlaşılan dersleri kötü idi. Son sorumun onu kırdığını düşünerek üzülmeye başlamıştım. Tam konuyu değiştirecekken cevap verdi:
—Resim öğretmenim bir notumu kırmasa idi takdir alacaktım. İlk defa bu yıl takdir alamadım. Senin çocukların hangi okula gidiyor?
—Çocuklarım yanımda değiller. Onlar Adıyaman’da.
—Özlemiyon mu?
Çocuk aklı ile sorduğu soru, beni tekrar doldurmuş, gözlerimin önündeki bendi yıkılacak hale getirmişti. Ağzımı açsam, ağzımdan önce gözlerimin konuşacağından emindim. Nasıl cevap vereceğimi düşünürken garson geldi.
—Buyurun ağabey. Bu sizin çayınız, bu beyefendinin meyve suyu, bu da çekirdeğiniz.
İmdadıma yetişen garsona teşekkür ettim. Sanırım bu yaşıma kadar kimseye bu denli içten teşekkür etmemiştim.
Masanın üzerindeki sigara paketinden bir sigara çıkarıp yaktım. Ama bizim küçük bey sorusunu unutmamıştı:
—Çocuklarını özlüyon mu abey?
Derin bir iç çektim. Bunun ne anlama geldiğini biliyor olmalıydı ki, başını önüne eğdi. Ve ardından cevabımı beklemeden konuşmaya başladı:
—Ben de anamı özlüyom abey.
Bir kez daha şaşırmıştım. Şaşkınlığımı kelimelere döktüm:
—Anan ile ayrı mısınız?
—He abey. Anam sizlere ömür.
Terazinin bir kefesine kendimi, diğer kefesine onu koydum. Kimin derdi büyüktü acaba? O an aklıma şu söz geldi ve halime şükrettim:
“Toprağın altında demesinler de dağların ardında desinler…”
Meyve suyunu yavaş yavaş içiyordu. Ona bakmamak için kendimi zor tutuyordum. Baktığımı anlarsa utanır ve meyve suyunu içemeyebilirdi. Elindekini bitirinceye kadar konuşmadık. “Bir tane daha iç! ” dedimse de kabul etmedi.
Meyve suyunu içmesinin ardından bir yandan çekirdek yerken, diğer yandan da konuşmaya devam ettik. Sürekli sorular soruyor, beni tanımak istediğini söylüyordu. Oysa ben onu tanımak, bir nebze de olsa çocuklarımı onun gözlerinde görebilmek için masama davet etmiştim.
Memleketimden ayrılış nedenimi, çocuklarımı, evimi, yaşadığım ilçeyi, anne-babama varıncaya kadar her şeyimi anlattırdı. Ben de kendisine birçok soru sordum. Bir yandan sorularıma cevap verirken, arada bir de saati sorup duruyordu. Saatin beşe yaklaştığını söylediğimde:
—Artık kalkam da biraz para kazanam, dedi.
Masanın üzerinde duran teraziyi alıp gideceği esnada:
—Dur, dedim. Hani beni tartacaktın?
—Kilonu söyle ki tartam. Ya da söylemeyeceksen, ben tahmin edem.
—Önce sen tahmin et, sonra ben söyleyeyim.
Yaklaşık bir saattir karşımda oturan bu küçük adam, kendinden emin bir ifade ile:
—Ayağa kalkar mısın abey, dedi.
Bu kaçıncı idi bilmem ama yine şaşırmıştım. Dediğini yaptım ve ayağa kalktım. Beni dikkatle süzdü, süzdü, süzdü…
—Yetmiş dört kilosun!
—Bilemedin. Seksen bir kiloyum.
—Hadi gel tartam. Ama bu benden olacak. Çünkü kilonu bilemedim. Anlaştııık?
Sesimi çıkarmadan düz bir zemine bıraktığı terazinin üzerine çıktım. Terazinin ibresi son hızla dönüp, daha sonra ileri geri yaparak seksen rakamının üzerinde durdu. O an ne kadar sevindiğimi kelimelerle anlatmam mümkün değildi. Acele ile terazinin üzerinden inip, elimi cebime attığım gibi bir miktar parayı çıkardım ve uzattım:
—Al, bu senin hakkın.
—Olmaz! Kilonu bilemedim ki!
—Ben de bilemedim. Seksen bir demiştim, seksen çıktı.
Uzattığım parayı almamak için çok direndi ama ona para vermeden yollamak istemiyordum. Sonunda ısrarıma dayanamayıp aldı. Ardından da konuşmaya başladı:
—Mustafa Abey. Ben hep buralara geliyom. Eğer bir gün yine burada olursan oturup sohbet ederiz. Tamaaam?
—Tamam Ahmet. Bir başka gün yine karşılaşırsak olur.
Arkasını dönüp birkaç adım attıktan sonra aniden geriye döndü ve son sözlerini söyledi:
—Ha unutmadan! Seni çocuklarından ayıranlara söyle, onlar kilosunu bilse bile onlara beleş yok!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.